Örneğin iktidarı kaybetme riski olanlar, savaş ekonomisinden kalkınan ABD gibi, savaş söylemlerine sığınmakta sakınca görmüyor da olabilir.
Bunlar elbet ki hep ihtimal söylemleri olabilmekte, ancak bazı gerçeklere baktığımızda, özellikle AKP gibi dış güçlerin desteklediği açık olan hükümetlerin, savaş stratejilerine sığınmaları çok da yadırganacak bir durum olmadığı ortaya çıkıyor.
24 Haziran seçimleri 2019 yılında yapılacakken, baskın seçim kararı ile beraber, TSK'nin dış operasyonlarına hız vermiş olması da ayrı bir dikkat çekici olmuştur.
Elbet ki Türkiye’nin BM ve uluslararası anlaşmalara göre kendini koruma hakkı vardır ve TSK'nın bu bağlamdaki operasyonları son derece haklı ve yerindedir.
Sorun olan TSK'nın operasyon yapması değil, zamanlamaların dikkat çekici olmasıdır.
Örneğin OSLO'da İngiliz Egemenliğinde PKK ile anlaşma yapanlar, şimdilerde anlaşma yaptıkları teröristlere operasyon kararı alabiliyorsa, bunun inandırıcı olması lazımdır ki, Türk halkının operasyonlara karşı ve özellikle Hükümetin bu tür kararlarına karşı şüpheyle yaklaşmasının önü alınabilsin.
Şüpheler nedir ve neden oluşmaktadır sorusu, aslında konunun özünü de oluşturmaktadır.
Bir ülkede yasalar yok sayılıp, KHK'larla ve dahi mevcut yasaların da üzerine çıkmışsa, orada inandırıcılık da yok sayılır.
24 Haziran'a 14 gün kala, anlaşılıyor ki TRT'nin yandaş basından da ileri, AKP'nin yayın organı gibi davranmanın önüne geçilememektedir.
Bu da, Beşir Atalay ve Vamık Volkan'ın ortaklaşa kurdukları, "Başbakanlık Savaş ve Psikolojik harekât Merkezi” nin uygulamalarını akla getiriyor.
Örneğin, Sözcü'den Can Özçelik'in haberine göre YSK, RTÜK'e "Ceza veremeyiz yetkimiz KHK ile elimizden alındı" demiş.
RTÜK üyeleri taraflı yayın yaptığı iddiasıyla YSK’ya başvurarak TRT’ye “ceza verin” dedi. YSK bu şikâyeti, “seçim döneminde radyo ve televizyonları denetleme yetkimiz Kanun Hükmünde Kararname ile elimizden alındı” diyerek reddetti.
YSK’nın bahsettiği metin şöyle.
Bu metinden, böyle bir anlam çıkıp çıkmayacağı, okuyucunun takdirine kalsın.
Daha
evvel, “Türkiye parçalanmadan, YSK Başkan ve üyeleri acilen
yargılanmalıdır” demiştim.
Anlaşılıyor
ki bu mümkün olmayacak.
"YSK başkanı ve üyeleri zamanı gelince yargılanacaklar mı"
henüz onu da anlayabilmiş değilim.
Zaten
“24 HAZİRAN 2018 TARİHİNDEKİ SEÇİM ANAYASA'YA AYKIRIDIR VE
YAPILAMAZ” olduğunu iddia eden sadece ben de
değilim.
İşin
uzmanları da aynı görüşte, başka ifadeyle göz göre göre tarikatlar parlamentosu
tarafından bölünüyoruz.
YSK
"VATANA İHANET Ortaklığı ve itiraflarını",
16.4.2017 duyurusu ile kendileri
açıkça ilan etmişti.
Yine
YSK, kendi kararında "olmayacak"
demesine karşılık, "Seçim Torbalarının erken dağıtılması"
seçimlerin demokrasi içinde olmadığının da ilanıydı.
Her
neyse, biz gelelim bunca ihanetin içinde Mahmur olgusuna.
Eski
Emevi Camii İmamı, Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu eski başkanı
Şeyh Ahmed Muaz el-Hatib el-Hasani (Muaz Hatip)'in
kim olduğunu aranızda anımsayan var mı?
Bilmem anımsar mısınız?
İlki 24 Şubat 2012 tarihinde Tunus’ta gerçekleştirilen Suriye Halkının Dostları Grubu’nun (Dostlar Grubu) ikinci konferansı Türkiye'nin ev sahipliğinde 1 Nisan 2012 tarihinde İstanbul’da düzenlenmişti.
Aslen Esad düşmanı, ABD ve Emperyalizm destekli Dostlar Grubu ne zaman gündeme gelse, bu Muaz Hatip denen adam da hep oradaydı.
Bu adamı neden bu kadar önemsedim?
PYD terör örgütünün, 2010 yılından beri
lideri olan Salih Müslim ile görüşen biri, neden Erdoğan'ın her adımında
yanındadır?
Hepsi
bu kadar mı?
Yandaş
basının büyük transferi Abdulkadir Selvi’nin, 2017 yılında basımı yapılan
"15 Temmuz Gecesinin Eksiksiz Hikâyesi-Darbeye Geçit Yok" kitabını
okudunuz mu bilmiyorum.
Kitapta
"Suriyeli din adamı ve rejim muhalifi Muaz El Hatip ile Mehmet Görmez'in,
Fidan'la görüşmek üzere 20.30'da MİT’e geldikleri" yazıyor.
Hani
kitabı okumamış olabilirsiniz, bana da inanmıyor olabilirsiniz.
Ancak Serpil Çevikcan'ın 8.7.2017 tarihli köşe yazısına bakarsanız, belki inanabilirsiniz.
Erdoğan 30 Aralık 2012 yılında, Akçakale’de Suriye muhalifleri lideri Muaz El Hatip ile birlikte halka seslenirken, "Şu anda dünyada 100'ü aşkın ülke, bu kardeşimizin ve ekibinin liderliğini kabul etmiş vaziyette. Bu ne demek? 'Ey Esed biz seni artık tanımıyoruz. Artık defol' demektir. Çünkü halkının kabul etmediği liderler, o makamlarda kalamaz" diyordu.





Hiç yorum yok:
Yorum Gönder