3 Şubat 2016 Çarşamba

Genelkurmay, ABD'yi sevmeyenler komünist ve bölücüdür.

Müyesser Yıldız, haklı olarak Hulusi Akar'ın kıyafetini sorgulamış.
"Eski ve yeni kamuflaj üniforması arasındaki fark da şuydu; Rütbeler omuzdayken, Amerikan ordusunda olduğu gibi göğse indirilmişti. Ayrıca eski üniformada omuzlarda kullanılan yıldız ya da çelenk simgesi kaldırılmıştı. İyi de bu değişiklik, Suudi Arabistan'a kamuflaj üniforması ile gidilmesinin izahı değildi. Yeni üniformanın gösterileceği yer de herhalde resmi bir ziyaret olamazdı" diyor.

Ben de diyorum ki, Türkiye NATO'ya girdiği günden beri ABD'nin emir erine dönüşmüş durumda.

Buna ilk başta TSK dahildir.

Bir çok insanın 1960 Cunta Darbesine Kemalist'tir demesine uyuz olurum.

Bilen de, bilmeyen de konuşur durur.

Oysa arşivler hiç de öyle demez.

Elimdeki kitaptan bazı kaynaklar vermiştim.

Onlar bir kez de buadan vereyim istiyorum.

Çünkü eski sayfalarımıza sansür koyuyorlar.

Onlar koydukça zevk alabilir ama ben de yeniden koymaktan zevk almaya başladım.

Öyleyse baştan anlatalım.

1960 Kemalist falan değildir, zaten kemalist sözcüğü bize aiat, yerli bir kavram da değildir, uzunca masalını anlatmayacağım, yabancıların Atatürk devrimlerine bağlı olanları tanımlamak için kulandığı bir ifadedir o kadar.

Gelelim 1960 Cuntasına.


Daha evvel "Genelkurmay, ABD'yi sevmeyenler komünist ve bölücüdür" başlığında sunmuştum ancak sansür uyguladıkları için çoğu yerden açılmıyor.

Genelkurmay’ın tüm subay ve astsubaylara gönderdiği "Komünist ihtilaller ve subaylar" başlıklı broşürde "Emperyalizme ve sömürüye son" diyenlerin, Nazım Hikmet’in eserlerini övenlerin, "Mehmet ismindeki Muhammed’i hatırlatan "h" harfini atıp Memet olarak kullananların", milli kurtuluştan söz açanların ve ABD'yi sevmeyenlerin komünist ve bölücü olduğu yazılmış.
Genelkurmay broşürün dağıtıldığını kabul etmiş, ama metni kendilerinin değil "sivil bir zatın" kaleme aldığını açıklamış.  (8 Ağustos 1966- Akşam) 
Bediüzzaman Said-i Nursî eserlerinden



Yaşasın 27 Mayıs!

.../...

Resim 


Özetle 27 Mayıs devrimi, Cumhuriyeti kurarak ayağa kalkan, başı dik bir devlet olan ve kendini ispatlayan Türkiye'nin "ikinci dünya savaşı" ve Marshall yardımları" sonrasında girdiği "Küçük Amerika" sürecine karşı halkın yeşerttiği isyan bayrağıdır. Küçük Amerika sürecine girerek yolunu kaybeden siyasi iktidara, ezilen Türk milletinin, iradesini ortaya koyarak verdiği cevaptır. Yeniden Cumhuriyet devrimleri rotasına dönülmesidir. Yaşasın 27 Mayıs, Yaşasın Devrim.
http://kemalistler.net/manset/633-yaasn-27-mays.html
 


Yıl 1988; Evren Cuntasının 8. yılında TBMM tutanakları.

YAŞASIN 27 MAYIS 1960 DEVRİMİ VE ANAYASASI-Ali İzzet Oral

27 Mayıs, Birinci Kuvayimilliye’nin devamı olan Politik bir Devrimdir. http://kurtuluspartisi.org/arsiv1/jos_contentview.php?showdetail=&id=750

27 Mayıs Kuvayimilliye’nin, 12 Mart-12 Eylül Mandacılığın Devamıdır.


                                                         ****

Istanbul, Sinan Matbaası, 1960. Basılan eserleri.
(Barla Lahikasi, Kastamonu Lahikasi, Emirdag Lahikasi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî,Hutbe-i Sâmiye.)


***
Istanbul, Sinan Matbaası, 1960. Basılan eserleri.
 Barla Lahikasi, Kastamonu Lahikasi, Emirdag Lahikasi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî,Hutbe-i Sâmiye. 

2015 Dünya Bediüzzaman Yılı

Birleşmiş Milletler Barış Elçisi Muhammed Rıza Dalkılıç, Birleşmiş Milletler’in 2015 yılını “Dünya Bediüzzaman Yılı” ilan edebileceğini söyledi.



UNESCO geçtiğimiz yıllarda Yunus Emre Hazretlerinin vefatının 700’üncü sene-i devriyesinde “Yunus Emre ve sevgi yılı”, Hz. Mevlânâ’nın vefatının 700’üncü yılı münasebetiyle de “Hz. Mevlânâ ve sevgi” yılı olarak ilân etmiş ve bu hususlar o tarihlerde Konya’da Uluslararası Mevlânâ Sempozyumlarında ve İstanbul ve İzmir illerimizde de dile getirilmişti. Geçtiğimiz 2007 yılı ise, bu sefer Hz. Mevlânâ’nın doğumunun 800. yıl dönümü dolayısıyla dünyada “Hoşgörü ve Diyalog”, Türkiye’de de “Mevlânâ ve Hoşgörü” yılı olarak UNESCO tarafından ilân edildi ve 193 devletin kısm-ı azamında takdim ve faaliyetler, gösteriler yapıldı ve tahminlerin ötesinde büyük hizmetlere vesile oldu. 


Birleşmiş Milletler Barış Elçisi Muhammed Rıza Dalkılıç, Birleşmiş Milletler'in 2015 yılını “Dünya Bediüzzaman Yılı” ilan edebileceğini söyledi. 


Muhammed Rıza Dalkılıç, "2015 Bediüzzaman Yılı tertiplenebilir. Birleşmiş Milletler sponsorluğunda 195 ülkede Bediüzzaman ve onun İslam anlayışı, onun Peygamber Efendimizi (ASV) ve insanlığı anlama ve anlatma tarzı, barış için yaptıkları tek tek anlatılıp duyurulacak" diye konuştu.

Birleşmiş Milletler'de Bediüzzaman'ın gündeme geldiğini ifade eden Dalkılıç, “Oradaki konuşulan konulardan biri de şuydu: 'Biz senelerdir bir İslam Alimi ile ilgili, bir İslam önderi ile alakalı dünya çapında bir faaliyet yapmadık, yapamadık.” En son Mevlana ile alakalı bir proje gerçekleştirilmişti. Şu anda dünyanın buna ciddi anlamda ihtiyacı var. Daha doğrusu model insanlara ihtiyaç var” şeklinde konuştu.
emirdaggazetesi


 

Bir zamanlar Atatürk'e; laik Türkiye hedefi yüzünden "Ülkeyi Hristiyanlaştırıyorsun" diye karşı çıkan emekli general Tayyar Eğilmez'in "İmkanlarımızı Bilebilmek Kıyaseti" isimli makalesinde; NATO'ya girişimizle ilgili olarak "Tüm İslam aleminin iyiliğine oldu. NATO'ya Ortadoğu İslam Birleşik Devletlerini kurma görev ve önkoşuluyla alındık" diye yazdı. Bu düşünceyi sonuna kadar savunan ve tüm İslam aleminin Osmanlıda olduğu gibi, "Türkiye Ortadoğu İslam Birliği" adı altında birleşmesini isteyen Eğilmez; aslında tam da Amerikanın düşüncelerine tercüman oluyordu.

Bu yazının tamamını... HALİFE ERDOĞAN...Gazze’de Osmanlı Zulümü başlığında okuyabilirsiniz.



Said-i Kurdi ve Bitlis Ayaklanması.

BU KİTABI OKUMADAN SAİD NURSİ'Yİ ANLAYAMAZSINIZ

Bediüzzaman'dan yüz yıllık Kürt manifestosu.

Solcu, Kürt milliyetçisi ve nurcu.

Kürt Haması mümkün mü.pdf

BEDİÜZZAMAN MEVLİDİ

Fethullah'ın, Bediüzzaman aşkını anladıkça kendini ne sanıyor!

Bediüzzaman Said (Said-i) Nursî Gerçeği Belgeseli.

KUTLU DOĞUM HAFTASI KISA ÖZET

27 MAYIS 1960 İHTİLALİ ve ORDU DA TASFİYE

Amaç, şeriatçıların bir zafer göstergesiyle taçlandırılması

ATATÜRK'ÜN AĞZINDAN UYDURULANLAR...

Tımarhane ve Said Nursi gerçekleri...

Fethullah’ın İdam talebi gündemde. Nereden nereye...

Helikopter kazası Allahın millete uyarısı mı?

TUSKON nedir?

Hocaefendi diğer insanlar gibi bir beşerdir, masum değildir.

Adnan Ötüken, MEB Kültür müsteşarı
 Adnan Cahit Ötüken, (d. 1911 Manastır - ö. 2 Mart 1972) eğitimci, yazar, Türk kütüphaneciliğinin öncülerinden, Türk Milli Kütüphanesi"nin kurucularındandır.
 
Kadıköy Osmangazi Numune Mektebi"ni, Kadıköy Orta Mektebi"ni ve İstanbul Lisesi"ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji ve Fransızca bölümlerinden mezun oldu.

Türkiye Cumhuriyeti"nin ilk yıllarında Batılı ülkelerin kütüphanecilik deneyimlerinden yararlanmak ve kütüphanecilik eğitimi görmek üzere Avrupa"ya gönderilen üç kişi arasında yer aldı ve kütüphanecilik öğrenimi için Almanya"ya gönderildi.  Almanya"dan dönünce kısa bir süre üniversitede asistan oldu. Daha sonra askere gitti ve 1940"ta Maarif Vekâleti Neşriyat Müdürlüğü"ne atandı. 1957"ye dek milli kütüphane müdürlüğü yaptı. Öğrenci müfettişi olarak gittiği Almanya"dan dönünce aynı göreve yeniden atandı.

1965 yılında Kültür Müsteşarı oldu. 1967"de Ankara Yüksek Öğretmen Okulu"na öğretmen olarak atandı.
1942 yılında kütüphanecilik konusundaki ilk kurs niteliğinde eğitimi Ankara"da başlatmıştır. 1954-55 öğretim yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi"ne bağlı Kütüphanecilik Enstitüsü kurulmasına öncelik etti ve ilk yarıyılında derslerin büyük bölümünü tek başına verdi. 1964 yılında İstanbul Üniversitesi"nin kütüphaneciliği lisans düzeyinde eğitime başlamasında öncülerden oldu.

1949 yılında kurulan Türk Kütüphaneciler Derneği"nin kuruluşunda da önemli rol oynadı ve ilki 1952"de yayımlanan "Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni"nin" editörlüğünü yaptı.

Uzun süre Ankara Radyosunda "Kitap Saati" adlı programı yönetti. Ötüken"in "Kütüphaneciliğimiz İçin" ve "Dünya Edebiyatından Tercümeler Klasikler Bibliyografyası 1940-1950" adlı kitapları bulunmaktadır.

Adnan Ötüken, 1971 yılında emekli oldu ve bir yıl sonra 1972"de kalp krizinden vefat etti. Ölümünden sonra adına Ankara Kızılay"da bulunan Milli Kütüphane"nin adı "Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi" olarak değiştirildi. 
adnanotukenkutup.gov.tr

***
Adnan Ötüken
OSMAN AKKUŞAK 1 Nisan 1995, Cumartesi
Kütüphaneler Haftası'nda, bu vâdinin kahramanlarından Adnan Ötüken'i hatırlamaktan, onun hizmetlerini dile getirmekten daha isabetli bir hareket düşünülemez...

Almanya'da yaptığı kütüphanecilik ihtisasından dönüşünü takibeden günlerdeki en büyük ideali ve ihtirası, Türkiye de bir milli kütüphane kurdurmaktı. Uzun gayret, mücadele ve himmetlerden sonra Adnan Ötüken, bu emelinde muvaffak olmuştur.

Ötüken, bir şehid yetimi olup 1911 de Manastır da doğmuştur. Babası Birinci Cihan Harbi nde Kafkas cephesinde şehid olmuştur. Babasının şehadetinden sonra annesiyle beraber İstanbul a geldi. İstanbul Erkek Lisesi nden sonra Edebiyat Fakültesi nin Türkoloji ve Fransız Filolojisi bölümlerini bitirdi. Prof. Ritter'in idare ettiği Kütüphaneler Tasnif Komisyonu nda çalıştı. Yozgat Lisesi edebiyat öğretmenliğinde bulundu. Oradan Almanya ya kütüphanecilik ihtisasına gönderildi. Dönüşünde Yayımlar Genel Müdürü oldu. Fakültede (Dil ve TarihCoğrafya) açılan kütüphanecilik kurslarını idare etti. Neşriyat müdürlüğüne getirildiği sene yani 1946 nın nisan ayının 4 üncü günü Milli Kütüphane nin açılmasını sağladı. Bundan sonra da Milli Kütüphane nin gelişip genişlemesinde, bağımsızlık kazanmasında, bina, malzeme, personel ve kitap ihtiyacının ikmalinde, mevzuat ve idare usullerinin tedvininde hep Adnan Ötüken in gayretleri gerekmiştir. Milli Kütüphane, onun eseridir desek mübalağa etmiş olmayız.

Bir milyona varan kitap mevcuduyla Milli Kütüphane, Türkiye nin bir numaralı kütüphanesidir. Ve müstakil bir genel müdürlük olarak Kültür Bakanlığı na bağlıdır. Kitap mevcudu itibariyle ikinci kütüphane de Beyazıt Devlet Kütüphanesi dir. İzmir Milli Kütüphanesi ve Büyük Millet Meclisi Kütüphanesi ise 3. ve 4. sıraları alırlar.

Adnan Ötüken, 1954’te DTCF’de kütüphanecilik bölümünü açtırdı. 1957’den 1960’a kadar Almanya talebe müfettişi olarak vazife gördü. 1960’da yeniden Milli Kütüphane’da Genel Müdürü oldu. 1965’te kültür müteşarı oldu. Bu makamda iken birçok komisyonlar kurarak devletin bir yayın ve kültür hamlesi gerçekleşirmesini sağladı. Tabii dilin yerleşmesi, uydurmacılığın durdurulması için ciddî ve ilmî faaliyetlerde bulundu. Bakanlığın müfrit hareketleri durdurmasında etkili oldu... 1967 yılında, Marksistler’in hedef tahtası haline gelen Adnan Ötüken’i günün Millî Eğitim Bakanı İlhami Ertem vazifeden aldı... Taviz verilirse bakanlığa yapılan hücumlar duracaktır hesabıyla hareket eden bakanın, günün başbakanından habersiz bu kararı alması elbette ki düşünülemez. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’in siyasî icraatı arasında ne yazık ki gerekmediği zaman taviz vermek, gerektiği zaman da taviz vermemek gibi birbirine zıt fenomenler mevcuttur. Adnan Bey’i kurban etmek, gereksiz tavize misalse; 1969’da Sadettin Bilgiç ve arkadaşlarına anlayış göstermemesi de, Adalet Partisi’nin bölünmesine sebep olan, yanlış, zararlı bir “taviz vermeme hareketi”dir. O günden sonra Adalet Partisi müstakil bir iktidar olmaktan daima mahrum kalmıştır. O bölünme olmasa belki de 1970’li yıllardaki kargaşa ve buhranlar zuhûr etmeyecekti.

Adnan Ötüken’i bu kadirbilmezlikler çok üzmüş ve memleketin bu aziz evlâdı 1972 senesinde genç yaşta rahmete kavuşmuştur. Nur içinde yatsın...

Kütüphaneler Haftası’nda, bu vâdinin kahramanlarından Adnan Ötüken’i hatırlamaktan, onun hizmetlerini dile getirmekten daha isabetli bir hareket düşünülemez... Almanya’da yaptığı kütüphanecilik ihtisasından dönüşünü takibeden günlerdeki en büyük ideali ve ihtirası, “Türkiye’de bir milli kütüphane kurdurmak”tı. Uzun gayret, mücadele ve himmetlerden sonra Adnan Ötüken, bu emelinde muvaffak olmuştur.  Zaman



Reşat Gülsoy Tüm General
Milâddan 650 yıl önceden zamanımıza kadar muhtelif
tarihî devirlerde 1.650 defa silâhsızlanma yarışı yapılmış, ancak, bunlardan on altısı harpsiz sona ermiştir. Bu tutuma göre, her on dört silâhsızlanma yarışının on üçü harple bitmiştir.
Reşat Gülsoy, Fezayı Kontrol Altına Alma Yarışı: İstanbul, Harp Akademileri Basımevi, 1962, S. VIII.

MEVLÂNA BİBLİYOGRAFYASI.pdf


Hz. MEVLANA'dan ÇAĞRI


Osman Meriç, İçişleri bakan yardımcısı
"Bir gün okuyup yazmasam Meşk elden gider,
Bir gün çalıp söylemesem Aşk elden gider"

Osman Meriç hakkında araştırma isteyenlere sunulur.
İNDİR
Not: Dosya silinirse bizden isteyebilirsiniz.
Osman Meriç, (d. 1919 Hasköy Çanakkale Türkiye), Türk bürokrat.

Siyasal Bilgiler Fakültesi"ni bitirdi. Karaisalı, Hekimhan, Yenişehir, Sivrice ve AhlatKaymakamlıkları, Mülkiye Müfettişliği, Gaziantep, Eskişehir, Adana Valilikleri, İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı yapmıştır. 27 Mayıs Darbesi sonrası Gaziantep valiliği görevi yanında belediye başkanlığınıda vekalet etmiştir. 26 Mayıs 1971 tarihinde Danıştay Üyeliğine, 17 Mayıs 1979 tarihinde Dokuzuncu Daire Başkanlığına ve 25 Ocak 1982 tarihinde Danıştay Başkanvekilliğine seçilmiştir. 10 Kasım 1983 tarihinde isteğiyle emekliye ayrılmıştır. wikipedia.org


Cumhuriyet Dönemi Eskişehir Valileri

Nihat Bey 1923-1925
Cemil Bey 1925-1927
İsmail Hakkı Bey 1927-1935
Talat Tuncel 1935-1936
Kadri Üçok 1936-1938
Yahya Sezai Üçok 1938-1939
Şükrü Yaşin 1939-1941
Hamit Özkay 1941-1943
Daniş Yurdakul 1943-1949
Ahmet Kınık 1949-1950
Arif Özgen 1950-1959
İ. Tevfik Kutlar 1959-1960
Raşit Demirtaş 1960-1960
İhsan Özalp 1960-1962
İhsan Tekin 1962-1966
Osman Meriç 1966-1967
Mustafa Karaer 1967-1971
Mehmet Saraçoğlu 1971-1975
Münir Güney 1975-1978
A.Nazif Demiröz 1978-1979
Naim Cömertoğlu 1979-1982
Halil Ömeroğlu 1982-
diyemediklerim.net 

1960 Darbesinin Kemalist, Cumhuriyetçi darbe olduğu iddiasındakiler.
 Her kim ki 1960 Darbesinin Kemalist, Cumhuriyetçi olduğu iddiasındaysa yukarda sunduğum elimdeki kitaptan aldığım belgeleri incelesinler.

Türkiye NATO'ya ne zaman girdiğini de araştırsın ve yapılanların aslında 1922 (dikkat 1922 diyorum) tarihinden bu yana yapıldığını, Atatürk"ün ölümüyle Türk devrimlerinin nasıl sinsice baltalanmaya başlatıldığını ve bu gün başımıza gelen felaketin, cumhuriyet düşmanlarının nasıl örgütlendiğini, TSK'yi nasıl ele geçirdiğini ve en acısı da 1980 darbesiyle bu sürecin nasıl hız kazandığını, nasıl arsızlaştığını anlayacaklardır.

Bunların uzantıları son kale olarak gördüğüm CHP'yi ele geçirme planlarını ve özellikle de maskesiz gerçek Atatürkçüleri nasıl sindireceklerini, zihinleri nasıl kontrol ettiklerini artık görmeliyiz.

Bunlar gerçeklerin sadece su yüzüne çıkartmaya çalıştığım bir bölümüdür.

Sağlıkla.

Ahmet Dursun

ABD Türk eğitim sistemini nasıl ele geçirdi?

***
Necla Çapan serisiyle Atatürk'ün ilahlaştırıldığı iddiaları da mevcuttur.

Oysaki bir şeyi sürekli tekrarlamak, bıktırmak, bezdirmek, vazgeçirmek için psikolojik bir harekâttır.
Burada yapılan da budur, değersizleştirmek, kıymetsizleştirmek, gözden düşürmektir.

Tıpkı 1980 cuntacı başı Evren’in elinde Atatürk bastonu ve kıyafetleriyle bezginleştirme harekâtının aynısıdır.

Nedense Profesör olabilenler bunu bilmezden gelmektedir, hâlbuki hepimizden iyi bilmektedirler.
Çünkü bunun eğitimini alarak sizlerin karşısına çıkan toplum mühendisleridir bunlar.

Kemal Atatürk öte alemden seslenirken

Cemil KOÇAK/STAR GAZETESİ
Atatürk ile doğrudan temas kurmak mümkün müdür? Necla Çarpan’ın kitabını görünceye kadar bu soruya tereddütle cevap verebilirdim. Ancak Necla Çarpan’ın ‘Öte Alemden Atatürk Sesleniyor: İlâhî Nutuk’ kitabını okuyunca konuyu düşünmeye değer buldum!

SON zamanlarda özellikle ulusalcı çevrelerde “Atatürk yaşasaydı ne derdi; ne yapardı?” sorusu daha sık dile getirilir oldu. Günümüzde yaşanan tüm sorunların çözüm yolunun yine Atatürk’ten esinlenerek çözülebileceğine ilişkin derin inanç, bu soruyu neredeyse kaçınılmaz kılıyor. Tüm siyasal alanın ancak Atatürk ve Atatürkçülükten beslenebileceğine ve ancak bu sayede meşruluk kazanabileceğine yönelik önkabul, ister istemez bu soruyu dile getiren çevrelerin düşünce ufkunu daraltıyor. Eğer günümüzün sorunlarına ilişkin sihirli bir çözüm formülünüz varsa, bu türden bir formülün patentinin sadece sizin adınıza kaydedilmiş olması muhtemelen yeterli olmayacağı gibi, heyecan verici de olmayacaktır. Ancak formülün patentinin Atatürk’e ait olmasıdır ki, çözüm önerisinin meşruluğunu ve doğruluğunu sağlayacak yegane ögedir ve bu nedenle belirli bir kitle açısından talep edilendir de.

Atatürk’le doğrudan irtibat kuranlar var
Acaba Atatürk ile doğrudan temas kurmak mümkün müdür? Elbette Anıtkabir ziyaretlerinden söz etmiyorum. Atatürk bizimle doğrudan iletişim kurabilir mi sorusuna yanıt arıyorum. Bazılarımız bunun mümkün olmadığını düşünebilir; bazılarımız hayli şüpheyle yaklaşabilir. Ne var ki, hiçbir konuda kesin yargıyla hareket etmemek gerekir.

Ben de Necla Çarpan’ın kitabını görünceye kadar bu konuda tereddütlü yanıt vermeye yatkın olabilirdim. Fakat yazarın “Öte Âlemden Atatürk Sesleniyor: İlâhî Nutuk” kitabını görüp de okuyunca, doğrusu bir miktar yeniden düşünme ihtiyacını duydum. Kitabın ilk basımı 1973 tarihli. Elimdeki metin ise, genişletilmiş ikinci basım olup, muhtemelen 1975 yılında yayınlanmıştır. Kitabın daha sonra yeniden ve genişletilerek 1976 yılında bir kez daha basıldığını saptayabildim.

Üç yıl kadar hapiste kaldığını açıklayan yazar, kitabında Atatürk’ün kendisine “öte âlemden” seslendiğini belirtmektedir: “1959 yılından beri Atatürk’ümüzün mübarek ruh varlığından aldığım mesajlar dolayısıyla görülüyor ki, Atatürk (...) ölümsüzlük âleminden sesleniyor.” Yazar, Atatürk’ün elyazılı mesajlarını yayınlamıştır: “Okuduğunuz mesajlar, kendileri tarafından verilen ve hiçbir kelimesi ve satırı değiştirilmemiş, hatta yaşantısındaki el yazısının aynı olan tebliğlerdir.”

Yazarın öyküsü şöyle başlıyor: 1959 yılının noel gecesinde medyum olduğunu öğrenmiştir. O gece başlayan ruh çağırma seansı sırasında Atatürk’e de seslenmiştir. Atatürk de kendisine. 27 Mayıs öncesinde Atatürk yazara bütün olacakları aktarmış ve “büyük vazifeler ve emirler vermeye” başlamıştır.

Atatürk’ün sesi; daha doğrusu kalemi
1960 yılında Atatürk milliyetçilik konusunda şöyle demektedir: “Türkler, açık yürekli, sevimli insanlardır, istila ettikleri kavimlerin kızlarıyla evlenmişlerdir. Buna rağmen, Türk kadınları en mükemmel erkek olarak kendi erkeklerini beğendiklerinden ve bu bir anane olduğu için diğer milletlerin erkekleri ile evlenip çoluk çocuk yapmadıkları için de erkekten gelen nesli Türkü bilhassa muhafaza etmişlerdir.”

1968 yılında Atatürk gençlere seslenmekte ve aralarında kavga etmekten vazgeçmelerini istemektedir. Sağ-sol diye ayrılmak doğru değildir. Hep birlikte çalışmak varken, ideolojilerin taassubu altında kalmak da yanlıştır. 1971 yılında ise “materyalist ve maddeci” genç kuşaklara karşı uyarılarda bulunmakta ve “sapık ideolojiler”den söz etmektedir. Pek çok okuyucunun da hatırlayacağı gibi, bu yıllar “anarşi”nin hakim olduğu dönemdir ve sonradan 68 kuşağı olarak tanımlanacak devrimci gençlerin eylemlerine tanık olmaktadır. Ordunun iktidara el koyduğu bu sırada Atatürk’ün de 12 Mart askeri cuntasıyla aynı görüşlere sahip olduğunu öğrenmek ilginçtir. Atatürk’ün 1972 yılında televizyon yayınlarının yurt çapında genişletilmesi ve çift kanal sağlanması yolunda uyarısı vardır. Ve tabii ki komünizmin mutlaka önüne geçmek lazımdır. Üniversite sınavı kaldırılmalı, öğrenciler fakültelere yetenekleriyle alınmalıdır. Çeşitli illerde fakülteler açılmalı; kampüsler yaygınlaştırılmalıdır. Yabancı dil eğitimi veren “ecnebi kolejler”e artık ihtiyaç kalmamıştır. Çünkü “orada yetişenler şimdi Türklüğünü, ananesini, dinini unutturmak için birer misyon haline getirilmiş misyonerlerin memlekete soktukları nifakçılar”dır. 1975’de Atatürk’ün Kıbrıs’ta ABD ile SSCB’den bağımsız politika izleyen bir Türkiye’den yana olduğunu görüyoruz. Ancak Türkiye’nin eninde sonunda İslâm âleminin liderliğini üzerine alacağından da emindir. Zaten Allah da “kâfirlerle çarpışın” demektedir. Fakat kâfirler, dinsiz ve Allahsız olan komünistlerdir. Bu bakımdan yanlış anlamaları önlemek isterim. Komünizmle mücadele edebilecek yegane güç İslâmiyet ve Müslümanlıktır. Bu bakımdan Amerika’ya ve Rusya’ya, bu arada İsrail ve siyonizme karşı İslâm birliği kaçınılmazdır. Emperyalistler de siyonistlerin planı doğrultusunda Ortadoğu’yu ele geçirmeye çalışmaktadır.

Atatürk, Türkiye’nin geleceğini dizayn edecek “Devrim Konseyi” kurulmasından yanadır. “Askeri bir millî güvenlik tezi plan ve programı” hazırlanmalıdır. Ülke “cahil bir zümrenin siyaset ve politika yaptığı ortamdan kurtarılmalı”dır. “Değerli fikir adamlarının konseyler halinde özgür anlayış içinde kalkınma programlarını benimsettiği, fikir ortamını geliştirdiği bir büyük yapıcı çağ” açılmalıdır.

Atatürk, Türk milletinin bariz özelliğinin ırsî ve “kromozon vasfı” olduğunu belirtmektedir. Türk milleti, “İslâmiyetten evvel de Müslüman olarak yaşamış ve İslâm törelerini milletçe benimsemiştir.” Atatürk, gençlerin sol eğilimli olmasına karşı da tekrar uyarılarda bulunuyordu: “Güzel ahlâkı benimsemeyenler anarşist” oluyordu.

Atatürk, Kıbrıs harekâtının yapıldığı gecenin ilerleyen saatlerinde şöyle seslenmiştir: “Eğer bir hava akımı ile çıkartma yapılabilirse, ada kurtarılır.” Yazar soruyor, “Ne olacak Atam?”. Yanıt: “Ada etrafında hep mayın, torpil döşediler; çıkartma yapılacak limanları kestiler. Karadan, yani deniz yoluyla karadan geçmek mümkün değil, ancak hava indirmesi yapılır.” Atatürk, o zamana kadar hazırlık yapılmamasından ötürü sorumluları eleştirmektedir. Hatta bu eleştirilerden bizzat İsmet İnönü’nün de payını aldığı görülmektedir. Fakat yazar, aynı gece Atatürk’ün genelkurmaydaki toplantıya katıldığını da belirtmektedir. Nitekim hava indirmesinin tercih edilmesi Atatürk’ün ikâzı üzerine gerçekleşmiştir. Bir gün sonra ise Atatürk, Kıbrıs davasının nedenini açıklamıştır: “Yassıada davaları ihdası ve neticeleri Yunan kopiline bu arsızlığı vermiş”tir. Zaten Ecevit de yeterli değildir: “Ordumu Ecevit çok müşkül duruma” sokmuştur. Gerekirse 12 adalar, Dedeağaç, Karaağaç, Selanik geri alınmalıdır.

Yazarın daha sonraki tarihlerde yeni yeni tebliğler yayınlayıp yayınlamadığını saptayamadım; fakat günümüzün ulusalcılarının pek çok tezinin bu tebliğlerle örtüştüğünü görünce bir kıyak yapmak istedim. Belki bu kitabın yeni baskılarını yaptırıp dağıtmak isteyebilirler. Yakışır.

Meraklısı için not
İNTERNET üzerinden minik bir araştırma yaptım; yazarın tutuklu kaldığı sürede bulunduğu yer, iddialara göre Bakırköy akıl hastahanesi imiş. Galiba şizofreni tedavisi görmüş. Tabii kendisine yönelik hain bir komplonun varlığını da gözardı etmemek gerekir. Atatürk düşmanlarının Atatürk ile irtibatımızı kesmek için her türlü komplonun içinde yer aldığı günümüzde elbette gözümüzü açık tutmalıyız. Bu bakımdan yazar hakkındaki iddiaları ben şahsen kuşkuyla karşıladım; yani henüz ikna olmadım. Zamanında, yani ülkenin henüz Atatürkçülükten kopmadığı o eski güzel günlerde kendisine gösterilen resmî yakınlık da zaten bu kuşkuma hak vermektedir.

Övünç duyulan bir başka kitap
JANDARMA Genel Komutanlığı, 1967 yılında resmî bir yazıda, yazarın bir başka eseri olan “Yeni Mesnevi” kitabıyla ilgili olarak, bu faydalı eserden isteyenler olursa ilgili adresten edinilebileceğini hatırlatıyordu. Genelkurmay Başkanlığı da, 1970 yılındaki resmi yazısında, eserin yetkili kurulca incelendiğini ve askerî okullar ile askerî kütüphanelerde bulundurulması için silahlı kuvvetlere salık verildiğini açıklıyordu. (Merak edenler resmî yazışmaları kitabın içinde bulabilirler) Milli Eğitim Bakanlığı Yayımlar ve Basılı Eğitim Malzemeleri Genel Müdürlüğü de, Sinop Boyabat Lisesi Müdürlüğü’ne hitaben kaleme aldığı tarihsiz bir yazısında, bakanlıkça satın alınan “Öte Âlemden Atatürk Sesleniyor” kitabının lise kütüphanesinde yerini almasının sağlanmasını istiyordu. Kitap okuyucuların istifadesine sunulmalıydı. (İlgili resmî yazı, tesadüfen kitabın içinden çıktı)

Bu yazı aşağıdaki  adreste kaynak olarak gösterilmektedir.

Yazıdaki iddiaları görmek için adres aşağıdadır.

Ayrıca şu kaynaklarda verilmiştir.
[1] T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Yayımlar ve Basılı Eğitim Malzemeleri Genel Müdürlüğü, Ankara. Yukarıda belgesi sunulmuştur.
[2] T.C. Içişleri Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Ankara, 19 Temmuz 1967. HRK. : 327735 – 3424 II. Ş. NŞR. Konu : Bir kitabın tavsiyesi.
[3] Prof. Dr. Cemil Koçak, “Kemal Atatürk öte alemden seslenirken”, Star Gazetesi, 3 Nisan 2011.

belgelerlegercektarih.com

***
100. DOĞUM YILINDA ATATÜRK'E ARMAĞAN DİZİSİ:28 .pdf
 27 MAYIS GERÇEĞİ / Nadir Eyinnen
Salı, 27 Mayıs 2008 05:45

Robin Villiams"ın bir filmini izledim yıllar önce. Patch Adams. Arşivimde CD"si var, evime gelen herkese izlettiririm ve bende onlarla yeniden izlerim bıkmadan. ABD"deki liberal sağlık sistemine ve kireçlenmiş Tıp Eğitim anlayışına köklü eleştiriler getirir, çözüm önerileriyle birlikte.

Filmin gelişimi içinde tıp eğitimi alıp doktor olacak olan Adams, kendi içindeki intihar etme duygusunu kontrol edebilmek için ruh ve sinir hastalıkları hastanesine gönüllü yatar. Film böyle başlar. Orada kendisi gibi gönüllü yatan biriyle tanışır.

Ünlü bir işadamı ve matematikçi! Herkese başparmağını avucun içine saklayarak diğer 4 parmağını uzatır ve "Bu kaç" diye sorar. Herkes "4" diye yanıtlar. Doğal, görünen o çünkü. Kızar onlara matematikçi. Adams bu işin peşine düşer. "Bu kadar akıllı bir adam niye buna kızıyor aslında herkes doğru söylüyor. Gariplik neresinde bunun" diye düşünür. Bir gün odasına gider, matematikçi çalışıyordur masasında. Adams'ı diğer deliler gibi gördüğünden o da baştan onu ciddiye almaz.

Adams masasının yanına oturur, o arada matematikçinin kâğıt çay bardağının dibinden sızdırdığını görür ve masada bulunan yara bandını alarak sızdıran yere yapıştırır ve akmayı engeller. Sorunu böyle basit bir yöntemle çözmesi matematikçinin ilgisini çeker ve ona da "4" parmağını uzatarak sorar, "Bu kaç?" Adams doğal olarak "4" der. "Hayır" der matematikçi, "Sen soruya odaklanıyorsun. Parmakların arkasına bak!" diye yineler sorusunu. İşte o zaman Adams fark eder ki görünen şey her zaman görünen şey değildir.

Parmağın bu yüzünde "4" varsa diğer yüzünde de "4" var. Etti mi "8". Parmakların arkasını görür Adams ve "8" diye bağırır heyecanla. Matematikçi de heyecanlanır, ilk defa birisi doğru cevaplamıştır soruyu. Ona Patch (Yara Bandı) lakabını takar. Adams"da bu lakabı sever ve ismine ekler. Bulursanız kesinlikle kaçırmayın. Hatta gidip CD kiralayan yerlerden bulun ve kesinlikle izleyin bu muhteşem filmi. Robin Villiams"ın müthiş oyuculuğunu eklememe gerek yok sanırım. Yer yer komedi ve yoğun duygusal sahnelerin de yer aldığı bu filmi kesinlikle izleyin.

Görünen şey her zaman görünen şey değildir.

27 Mayıs dendiğinde hep aklımıza 1958, 1959 ve 1960 yılları gelir. Özetleyecek olursak:

1959 yılı iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler açısından son derece gergin geçer. Bu gerginlik 1960"a gelindiğinde daha da sertleşir. 7 Nisan"da DP Meclis Grubu"nun yayımladığı bildiride "CHP"nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı ve orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığını" öne sürer ve TBMM Başkanlığı"na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verir.

18 Nisan 1960"da Meclis"te büyük çoğunlukla kabul edilen bu önerge sonun başlangıcı olur. Yasaya göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı. Hükümet bu yasa ile iktidar dışındaki bütün halk kuvvetlerini baskı altına almayı amaçlıyordu. Ancak Meclis"te çoğunluğa sahip olmak fazla bir şey ifade etmiyordu.

Bu, çoğunluğun her istediğini yapabileceği anlamına gelmiyordu. Bir de meşruluk kuralı var, hükümetin hesaplamadığı tunçtan bir fizik kanunu var: "Baskı tepkiyi doğurur." Bizim halkımız "Kedi köşeye sıkıştığında tırnaklarını gösterir" diye ifade eder bunu. Komisyon görevine başlar başlamaz, Ankara ve İstanbul"da öğrenciler protesto gösterileri düzenler. Halk öğrencilere sahip çıkar ve her eylemini destekler ve yer yer eylemlerde yerini alır.

Ordu içinde de on yıllık DP İktidarına karşı alttan alta başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkça belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan"daki gösteriler sırasındaki öğrenci "“ ordu dayanışması dikkat çekiciydi. Tahkikat Komisyonu"nun CHP hakkında verilen önerge hakkındaki çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27 Mayıs 1960"ta Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime doğrudan el koyduğunu açıklar.

27 Mayıs"ı diğer Amerikancı 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden ayıran özelliği burada da görünür. 12 Mart ve 12 Eylül hareketleri ne kadar Amerikancı ve halka karşı gerçekleştirilen hareketler ise 27 Mayıs o kadar milli ve özgürlüklerin yanında yer alan bir harekettir. 12 Mart 27 Mayıs"ı biçerken 12 Eylül tamamen ortadan kaldırmıştır. Her iki hareketin, 27 Mayıs"ın getirdiği özgürlükleri budaması ve yok etmesi bile 27 Mayıs ile 12 Mart/12 Eylül hareketleri arasındaki karakter farkını göstermesi açısından tartışma götürmez kanıttır. 27 Mayıs özgürlükleri genişletmiş, 12 Mart/12 Eylül ise özgürlükleri ortadan kaldırmıştır. Bu gerçeğin bir yönüdür.

Peki, 27 Mayıs Kemalist Devrimin devamı mıdır? Bunu anlayabilmek için ise 27 Mayıs"a yol açan etkenleri geriye doğru incelemek gerekir. Yani 27 Mayıs"a nasıl bir sürecin sonunda geldik?

Atatürk"ün ölümünden sonra, CHP yönetimi Atatürk Devrimlerini sürdürmekten vazgeçerek, Altı Ok"u rafa kaldırmış ve okları birer birer tasfiye etmeye başlamıştır. İlk tasfiye Devrimcilik okunda gerçekleşir. Devrimleri sürdürmekten vazgeçer. İkinci olarak da Devletçilikten vazgeçilir.

İç içe geçmiş ilişkilere sahip olan Altı Ok programı üstelik de en temel iki ilkesinin Devrimcilik ve Devletçilik ilkelerinin iskelet dışına itilmesi sonucunda Altı Ok iskeleti yamulur ve işlevsiz kalır. Recep Peker hükümetinin 40"lı yılların ortalarındaki açıklamalarına bakın Özal"ın konuşmasının köklerini o konuşmalarda bulabilirsiniz. Atatürk Devrimlerinden vazgeçerken CHP"nin ilericileri Türkiye"nin önünde liberalizm seçeneğinin de bulunduğunu düşünüyorlardı ve yönlerini Atatürk Devletçiliğinden emperyalizmin liberalciliğine çevirmişlerdi.
Mustafa Kemal"in toplumun geniş kesiminin çıkarlarını savunan özgürlük anlayışının yerine "herkesi kucaklayan" ve "bütün akımlara eşit olanak tanıyan" bir özgürlük anlayışını savunmaya başlamışlardır. Yani tarikatlara da özgürlük, toprak ağalarına da özgürlük! Kemalist devrim ise özgürlüğü şöyle tanımlıyordu. Mustafa Kemal"in Samsun Kütüphanesi"ndeki bir kitabın içinde altını çizdiği bir bölümü bize Hasan Ali Yücel ulaştırır. O bölüm şöyledir: Atatürk 1930"da Samsun Kütüphanesi"nde okuduğu "Tarihte Güzel Kadınlar" isimli kitabın bazı bölümlerinin altını çizer.

Fransız ihtilalcisi Madame Roland"la ilgili kısımda altını çizdiği bölüm şöyledir; "Hürriyet, kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Onun kayıtları ve şartları vardır. Kayıtsız şartsız özgürlük ormanda yaşayan hayvanlara mahsustur. İnsanlar ise toplumsal çevrelerde bir takım adet ve eğilimlerle kaynaşmış bir toplumsal terbiye altında kalmış olduklarından hürriyetleri bu çevrelerin toplumsal kurallarıyla sınırlıdır." Bu kadar! Sınırsız özgürlük, herkese özgürlük "ormanda yaşayan hayvanlara mahsustur" der Atatürk. Bireyin özgürlüğü "toplumun özgürlük kurallarıyla sınırlıdır" der.

Türk Devrimi"nin temeli olan, o Devrimciliği bırakmışlar; o Halkçılığı ve o Devletçiliği terk etmişlerdir. Sonuç ortada; tarikatların, toprak ağaların ve Ortaçağ kurumlarının iktidarı! Kısaca Atatürk"ün dernek bile kuramazlar denilen kesime iktidarın sunulması.

Peki, 27 Mayıs bu gelişmenin neresinde? Menderesler 40"lı yılların ortalarından başlayan "herkese özgürlük" mutabakatıyla iktidara gelmişlerdir. Ancak, kendi iktidarlarının sıkıntıya düşmesi durumunda ise bu mutabakatı bozmuşlar ve kendi dışındaki kuvvetlere zor uygulamaya kalkışmışlardır. 27 Mayıs İhtilâli bir anlamıyla bu mutabakatı korumak ve yeniden hayata geçirmek üzere gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs, sürece bir itiraz gibi görünüyor; ancak bizi Atatürk"ten kalan mirasla buluşturamamıştır. 1961 Anayasası, Türkiye"yi Atatürk Devrimi temelinde yeniden örgütlemedi. 27 Mayıs 1960 İhtilâli"nin Türkiye"yi bir krizden çıkardığı ve önümüzü açtığı doğrudur. Ancak Türkiye 1960 sonrasında Atatürk Devrimi rotasına girmedi. Bu gerçeği de tespit etmek zorundayız.

İçinde bulunduğumuz koşulların çözümü 1940"lı yıllarda izlenen bu yanlış politikaların ve 27 Mayıs İhtilâli"nin eksiklerinin ve yanlışlarının doğru saptanmasında yatmaktadır. Bu yüzden önemlidir.

Elbette ki Anayasalar bir hareketi tam olarak tanımlayamaz ama sonuçta o hareketin düşünsel boyutunun da kurallarını kapsaması açısından önemlidir. 27 Mayıs ve Kemalist Devrim"i Anayasal düzlemde ele aldığımızda farklılığı daha net görebiliriz. 1961 Anayasası"na baktığımız zaman Atatürk"ün program ve stratejisini göremiyoruz.

En önemlisi, 1961 Anayasası, 1924 Anayasası"na 1937 yılında eklenen Cumhuriyetin temel niteliklerine yer vermedi. 1937 yılında Atatürk"ün önderliğinde Anayasaya konan 2. madde, Devrimin programını özetliyordu: "Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve devrimcidir." Bir de 27 Mayıs Anayasası"nın temel stratejisine bakalım: "Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir."

1
961 Anayasası, Kemalist Devrim"in değil, 1945"in anayasasıdır. 1945 sonrasında Atlantik sistemine girilirken kabul edilen mutabakatın anayasası yapılmamıştı. İnönü ve bazı seçkin şahsiyetler, aslında o zaman yeni bir anayasa yapılması gerektiğini daha sonra savundular. 1957 sonrasında Bayar-Menderes yönetimi, 1945 mutabakatını bozmuştu. 1961 İhtilali, Atatürk Devrimi"ni getiremedi; ancak 1945 mutabakatınıı yeniden kurdu. 
Bu nedenle 1961 Anayasası, 1959"a göre bir ilerlemeydi; ancak 1938"e göre ilerleme değildi.Dedik ya görünen şey her zaman görünen şey değildir diye.

Kemalist Devrimi sürdürmekte kararlı isek 1945 mutabakatının ve 27 Mayıs ihtilalinin bu eksiklerini ve Altı Ok"tan vazgeçen yanılsamasını da görmek zorundayız.

Türkiye"nin geleceği bu yanılsamanın düzeltilmesine ve eksiklerin giderilmesine bağlıdır.


Yeniden Devrimcilik, yeniden Devletçilik, yeniden Halkçılık.

Nadir Eyinnen

Kaynak  
as-add.de
  Nadir dostum gerçekten nadir insanlardan biriydi.
Işıklar içinde olsun, Nadir E. bat.alan2 adıyla yaptığımız yazışmaları biliyorsunuz bir iddianamede (!) geçmişti.

O bahsi geçen izlenceyi yollayacağı zamanlarda ne yazık ki hastalanmıştı.

Belki eşi A...hanımefendi den alma imkânımız olur.

Öyle bir imkân olursa paylaşırız.

Çok değerli bu paylaşımın için teşekkürler.

A. D

Bölümler halinde şuradan indirebilir, izleyebilir siniz.

Milliyetçilik, İslamcılık ve Nurculuk Arasında bir Kürt Mollası: Molla Ali Zile

Saadet Partisi Kürdistan Haritalı davetiyeler dağıttı.

Modern Türkiye’de İslamcı bir Kürt Grubu: Değişen kimlikler.

Oğuzhan Asiltürk, TSK'daki ABD karşıtları temizleniyor.

 

Oğuzhan Asiltürk: Ergenekon ABD karşıtı Askerlerin Tasfiyesidir. Rahmetli Erbakan'da diyordu.


Ya Ergenekon Operasyonu Yapılmamış Olsaydı?


 

 

Erdoğan, Fettoşçu Savcı Öz'e sahip çıktı.


 

Bir hukuk felaketi: Ergenekon Davası


 

Ordunun Amerikan karşıtlığı yok ediliyor.

ASİLTÜRK: ERGENEKON ABD'NİN İŞİ

Karamollaoğlu: O gün ABD karşıtı, bugün ise ABD yanlısı askerler tasfiye ediliyor.

SP Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Başkanı Oğuzhan Asiltürk, partinin Ergenekon konusundaki politikalarına ters bir çıkışta bulunarak, "Ordudaki Amerikan karşıtları temizleniyor. Ordunun Amerikan karşıtlığı yok ediliyor" dedi.

Asiltürk, partinin il başkanları ve il müfettişleri toplantısının açılışında yaptığı konuşmada, Ergenekon davasıyla ilgili sürpriz açıklamalarda bulundu. Asiltürk, şunları söyledi: "Bugün görevde aynı şeyi birlikte yapan insanlar var. Niye bu grup alınıyor. Çünkü bu grup aynı zamanda Amerikan karşıtı. MGK bir beyanatta bulunmuştu. "˜Rusya, Çin, İran ile bizim görüşmeler yapmamız, yeni ittifaklar arayışı içerisinde olmamız lazım" dedi."

Ergenekon"dan hesap veriyor.
Yalnızca Amerikan karşıtları hesap veriyor. Birbirleriyle ilişkileri de yok.
Kimi mukaddesatçı, kimi solcu, kimisi milliyetçi. Bunlar bir araya gelmiş de değil. Bir tek ortak noktaları bu. Bunların hepsi bu memleketi biz Amerika"nın istediği şekilde, Amerika"ya hizmet eder şekilde ordunun kullanılmasına engel olan Amerikan karşıtları, onlar temizlendi.

Niçin?

İran"a saldırıldığı zaman, ordunun bütün gücüyle Amerika"nın yanında olmasını sağlamak. İstekleri, hedefleri, yöneldikleri gaye bu."

25 Eylül 2011

Cumhuriyet.

*****

Evren Cuntası; Türk - İslam senteziyle Suud - Amerikan sentezi...
 

BİR GENERALİN HİÇ YAYINLANMAMIŞ ANILARI

Cumhuriyet döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri'nde çeşitli rütbelerde ve önemli görevlerde yer almış Tuğgeneral İhsan Aksoley'in kitaplaştırmaya çalışılan ve daktiloya dökülen İsmet İnönü ve Atatürk ile ilgili yayınlanmamış çok özel anıları Ankaralı Koleksiyoner Muhammet Yüksel tarafından ortaya çıkarıldı.

Dönemin Harp Tarihi Başkanı Korgeneral Fahri Güventürk ve Tümgeneral Reşat Gülsoy, Tuğgeneral İhsan Aksoley'e İsmet İnönü'nün hayatı hakkında bir kitap yazması talimatını verdi.

Bunun üzerine Aksoley, İsmet İnönü'den izin alarak Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve o dönem tüm komutanlarla ilgili yaşadıkları onlarca çok özel anıyı daktiloya döktü. 'Eşsiz İnsan' adıyla kitaplaştırılmaya çalışılan ve Aksoley'in ölümüyle yarım kalan anıların en dikkat çekici olanının, Atatürk'ün İsmet İnönü'nün çocuklarıyla geçirdiği dakikaların anlatıldığı satırlar olduğunu belirten Yüksel, bu anıların kitaplaştırılarak gelecek kuşaklara aktarılmasını istediğini söyledi. TAHSİN GÜNER/DHA 
webtv.hurriyet.com.tr

Kaymakamlık Fethullah Gülen şiirlerini okullara gönderdi.

Suay Karaman, TÜMÖD Genel Sekreteri konuşuyor


Atatürk nasıl sünnet oldu?

Tuğg. Aksoley'in İsmet İnönü ve Atatürk ile ilgili yayınlanmamış çok özel anıları Ankaralı Koleksiyoner Muhammet Yüksel tarafından ortaya çıkarıldı.

Cumhuriyet döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri'nde çeşitli rütbelerde ve önemli görevlerde yer almış Tuğgeneral İhsan Aksoley'in kitaplaştırmaya çalışılan ve daktiloya dökülen İsmet İnönü ve Atatürk ile ilgili yayınlanmamış çok özel anıları Ankaralı Koleksiyoner Muhammet Yüksel tarafından ortaya çıkarıldı.

'EŞSİZ İNSAN'

Dönemin Harp Tarihi Başkanı Korgeneral Fahri Güventürk ve Tümgeneral Reşat Gülsoy, Tuğgeneral İhsan Aksoley'e İsmet İnönü'nün hayatı hakkında bir kitap yazması talimatını verdi. Bunun üzerine Aksoley, İsmet İnönü'den izin alarak Kurtuluş Savaşı, Atatürk ve o dönem tüm komutanlarla ilgili yaşadıkları onlarca çok özel anıyı daktiloya döktü. 'Eşsiz İnsan' adıyla kitaplaştırılmaya çalışılan ve Aksoley'in ölümüyle yarım kalan anıların en dikkat çekici olanının, Atatürk'ün İsmet İnönü'nün çocuklarıyla geçirdiği dakikaların anlatıldığı satırlar olduğunu belirten Yüksel, bu anıların kitaplaştırılarak gelecek kuşaklara aktarılmasını istediğini söyledi.

"ATATÜRK, İSMET PAŞA'NIN ÇOCUKLARINI ÇOK SEVERDİ"

Tuğgeneral İhsan Aksoley, daktiloya döktüğü satırlarda Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve çocukları Ömer ve Erdal İnönü ile o gece Pembe Köşk'te yaşananları şu şekilde aktardı; "Atatürk, İsmet Paşa'nın çocuklarını çok severdi. İsmet Paşa, Ömer ve Erdal'ı eski geleneklere göre sünnet ettirdi. O gün Pembe Köşk'te davetli olarak yalnız ben ve eşim Mebrure Aksoley vardı. Atatürk, 20.30 sıralarında köşke geldi. Doğru çocukların yanına İsmet Paşa'nın yatak odasına çıktı. Ömer ile Erdal'ı uzun uzun sevdi ve okşadı. İstanbul'dan getirilen hokkabazları seyretti. Sonrada hep beraber yemek salonuna indik. Atatürk, solunda İsmet Paşa sağında Mevhibe Hanımefendi birer koltukta oturuyor. Ben ve eşim, İsmet Paşa'nın solundaki kanepede oturuyoruz. Atatürk soframı buraya getirsinler çocukları da aşağıya indirsinler emrini verdi.

ATATÜRK: BEN SÜNNET OLDUĞUMDA..

Erdal, uyuduğu iskemle üzerinde yemek salonuna getirildi. Bir eli ile entarisini tutan Ömer ise yürüyerek geldi. Atatürk, 'İsmet ben sünnet olduğumda 7 gün yatakta yatmıştım. Bu günün çocukları 10 saat sonra yürüyor' dedi ve koltuğundan kalkarak Ömer'i kendi koltuğuna oturttu. Kendileri de yere ve Ömer'in ayaklarının dibine oturdu. Başını Ömer'in dizine koydu. Bu eşsiz tablo dakikalarca sürdü. Atatürk çocukları yataklarına götürün istirahat etsinler emrini verdi ve koltuğuna oturdu.

ATATÜRK İSMET İNÖNÜ'NÜN SAÇLARINI OKŞARDI

Bu sefer İnönü koltuğundan kalktı, Atatürk'ün biraz önce yaptığı gibi yere ve Atatürk'ün ayaklarının dibine oturdu, başını Atatürk'ün dizine koydu. Atatürk, İnönü'nün uzun uzun saçlarını okşadı. Bu eşsiz tablo dakikalarca sürdü. Atatürk İnönü'nün omzuna hafifçe dokunarak, 'İsmet haydi kalk' dedi. Çocuk sevgisinin ve içten arkadaşlığın bu örnek iki tablosu unutulmaz bir anıdır. Çankaya Köşkü'nden gelen sofra camlı salona kuruldu ve camlı salona geçtik. Çocuklar uyuduktan sonra hokkabazlarda camlı salona geldi. Atatürk bir çiftetelli çalmalarını istedi, ayağa kalktı. Şarkı söyleyen kızla tango yaptı. Sonunda kızı yerine götüren Atatürk, 'Gördünüz mü bizim havalarımızla da dans ediliyormuş' dedi. Gece yarısından sonra Afet Hanım ve Milli Savunma Bakanı Zekai Apaydın geldi. Atatürk bir zeybek havası çalınmasını istedi. Zekai Apaydın oynamasını rica etti. Oynamasını bilmem diyen Zekai beye emretti. Emri üzerine bir iki defa döndükten sonra Atatürk, 'Oturabilirsin bunları öğrenmen lazım Zekai, bunlar bizim kültürümüz özümüz' dedi.

SAKARYA SAVAŞI'NDAN BİR ANI

"Milli mücadelede garp cephesi kumandanlığının bulunduğu Malıköy-Alagöz'de toplandı. İstiklal Savaş'nın dönüm noktası Sakarya Savaşı'nda binden fazla subay şehit oldu. Bu nedenle Sakarya Savaşı'na 'Subay Savaşı' denilebilir. 22 gece 22 gündüz aralıksız süren pek çetin ve çok kanlı bir savaştan sonra yenilen düşman Sakarya'dan çekilmeye başladı. Yağmurlu geçen Eylül ayında suları yükselen Sakarya nehri üzerine köprü kurmak için gereken malzemenin bulunamaması nedeni ile köprü kurulması gecikti. Düşman demiryolunun her rayını 2 - 3 parçaya ayırmak bütün köprüleri ve telgraf hatlarını yok etmek, köylerimizi de tamamen yakmak olanağı buldu. Çekilen düşmanı sol kanadımızdan bir geçit bulup Sakarya nehrini geçen süvari kol ordusunun kumandanı Fahrettin Paşa (Altay) yılmak, yorulmak bilmeyen kahraman birlik arkadaşları ile kovaladı. Hızla ilerleyen birliklerimizle telsiz, telgraf irtibatı tamamen kesildi. 24 saatten beri ilerleyen birliklerden irtibatı olmadığından dolayı sinirli gözüken İnönü geldi. Bizleri yağmur altında bırakarak çadırına girmeyi uygun görmeyen İsmet Paşa tellerin altında yalnız dolaşmaya başladı. Yanına gittim. 'Paşam tellerdeki 70.000 volt elektrik var. Tellere değmek tehlikelidir' dedim. Hayretle gözlerini açarak 'Neden 24 saattir telsizimizi çalıştırmıyorsunuz' dedi. 'Atmosferdeki elektrik voltajı çok yüksek cihazı yakar Paşam' dedim. 'Çare yok bekleyeceğiz' dedi ve şu emri verdi: Telgrafla Fahrettin Paşaya şu emri yazın

Orada şiddetli yağmur yağıyor mu?
Erlerin ve Subayların yemekleri moralleri nasıldır?
En ilerdeki birlik nerededir?

Uzunca bir süre şöyle cevap geldi; "Bütün gece ve gündüz çok şiddetli yağmur altında savaşıyoruz. Erlerin ve Subayların yemekleri moralim mükemmeldir. Afyon şehrine 5 km mesafedeyiz. Fahrettin"

Bu cevap Paşa'yı sevindirdi. Gözleri parladı. 'Sağ olun sağ olsunlar' dedi.

"Harekatı daha yakından takip etmek isteyen İsmet Paşa karargahı ile birlikte Alagöz'den Polatlı'ya geldi. O günlerin küçücük Polatlı'sında tren istasyonunun yakınında telsiz cihazını kurmak için 150 metre çapında yuvarlak boş bir alan bulamadım. Böyle bir alan sağlayıp hemen telsiz cihazımı kurabilmek için yunan ölülerini toplattım ve üstlerine bir branda bezi örttürdüm. Bütün yunan ölülerini kaldırmaları için bir birlik görevlendirdim. Kaldırılacak o kadar yunan ölüsü vardı ki bu iş iki gün sürdü. Telsiz istasyonun yakınlarında olan yunan ölülerini oldukları yerde üzerlerini toprakla örttürdüm. Köpekler yemesin diye de gezici nöbetçi tayin ettim."

"İNÖNÜ BENİ İSTEMİYORLAR BENİ"

"27 Haziran 1971'de hanımefendi ile küçük misafir odasındayız, Paşa 'Mebrure İstanbul ilinin kongresinde bulundun mu?' diye sordu.

-Bulundum paşam.

-Kongre nasıl geçti?

-43 yıl birçok kongrelerde ve kurultaylarda bulundum. Bundan berbatını görmedim hiç. Bir ara başımızın üzerinden iskemleler uçtu, İstanbul'a Ankara'dan getirilenler vadeden parayı alamadan buradan bir yere ayrılmayız demeye başladı. Kesin olarak söyleyeceğim şey 43 yıldan beri aralıksız CHP ile çalışan ben size gönülden bağlı olanları ve ikili oynamayanları bir kısım CHP'liler istemiyor artık. Bize, boş çuvallar diyorlar. Paşa 'Beni istemiyorlar beni' dedi.

İHSAN AKSOLEY KİMDİR?

1899'da Üsküdar'da dünyaya gelmiştir. Kuleli Askeri Lisesi'nde eğitimini gören İhsan Aksoley, henüz 18 yaşındayken Enver Paşa tarafından Trablusgarp yani Libya'ya Fizana telsiz, telgraf istasyonu kurmak için gönderilir. Telsiz Telgraf Teğmeni olarak, 1917'de denizaltı gemisiyle Kuzey Afrika'ya gitmiştir.

Mondros Mütarekesi'nin ilânından sonra 26 Mart 1919?da önce Tunus'ta, sonra İtalya'da enterne edilmiş, Eylül 1919'da memlekete dönmüştür. Milli Mücadele döneminde İstanbul'dan Anadolu'ya silah, malzeme ve insan kaçırmış, daha sonra Anadolu'ya geçmiştir. Cumhuriyet döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri'nde çeşitli rütbelerde görev yapmış, Tuğgeneral rütbesiyle emekli olmuştur. Aksoley, 1975 yılında vefat etmiştir.

sicakgundem.com

***

Atatürk’ün Kendi Cebinden Parasını Vererek Elmalılı M. Hamdi Yazır’a Kuran’ı Tercüme Ettirdiği İddiası YANLIŞ.

Ertuğrul Özkök’ün  geçenlerde yazdığı, “Kim sünnetli, kim sünnetsiz” başlıklı yazısı internette bir sünnet tartışması başlattı.
SÜNNETLİ SÜNNETSİZ MUHABBETİ.

****

Sünnet, Haç, tartışmalarım...

 27 Mayıs Darbedir, Kemalist değil, hiç de olmamıştır şeklinde ifade ederek bu sayfadaki yazımı paylaştığımda bir yorumcu çok kızmış olsa gerek ki büyük harflerle yazmış, bir nevi bağırmış ama ne yazmış bakalım.

---

BEN BURADA ÜLKEMİZİN UÇURUMUN KENARINDA OLDUĞUNU KAVRAYANLAR VE KAVRAMIYANLARI BİR ARADA YAYINLIYORUM.

BURADA İDOLOJİ ÜLKEMİN GİRDİĞİ ÇIKMAZDAN NASIL KURTULUR VE İNSANLARIMI ATGÖZLÜKLERİNİ NE ZAMAN ÇIKARACAK VE ÜLKESİNE SAHİP ÇIKACAK.

ÜLKEMDE CUMHURİYETİN TÜM DEĞERLERİ YOK OLURKEN, SATILMADIK YER ÜSTÜ YER ALTI DEĞERLERİMİZ YABACILARA BEDAVAYA SATILIRKEN, DİNMİZİ SOKMA BAŞ ÖRTÜNMENİN İÇİNE HAPSEDEN BİR ZİHİYETİN VE HUKUKUN YOK OLDUĞU, TÜM ŞİRKETLERİMİZ, KÖRÜLERİMİZ YABANCININ ELİNE GEÇERKEN, DÖNME BASININ, SATILMIŞ ÖĞRETİM GÖREVLİLERİMİZ ÇİRİT ATTIĞI BİR ORTAMDA ORDUMUZ YOK EDİLMENİN EŞİĞİNDE, GENARALLERİMİZ HİÇ SEBEBLERLE HAPİSNAYE ATILKEN.

SİZ SÖYLEMLERİNİZİ GÖZDEN GEÇİRSENİZ İYİ OLUR. VATANSEVER, ÜLKESİ İÇİN CANINI VEREN İNSANLARIMIZI GÖRMEZDEN GELİP, BİLİM DİYEBİLİYORSANIZ; OSMANIN 1918-1919 DÜŞTÜĞÜ ACZ İÇİNDEKİ DURUMUNU BİLİMSEL BİLGELERİNİZ İNSANLARIMIZI UYARABİLİRSİNİZ.1878 YILLARINDA BU YANA TÜRK İNSANINA ÖZELLİKLE DİN VE EĞİTİM KONUSUNDA HAZIRLANAN TUZAKLAR, İSYANLAR, İNSANLARIMIZ AÇ VE EĞİTİMSİZ BIRAKILDIKLARI BUGÜNE ADIM ADIM BİZİ DİZE GETİRDİKLERİNİ, YÜZYILIN DEHASI GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞAMIZIN TÜM DEVRİMLERİNİN NASIL YOK EDİLDİĞİ, DİL VE TARİH KONUSUNDA YAPTIĞI ARAŞTIRMALA VE TEZLER KONUSUNDA TÜM GAYRETLERİN ÇOĞUNU BİLİM ADAMLARIMIZCA YOK EDİLDİĞİNİ GÖRME OKADAR ZOR DEĞİL.

ÜLKEMDE BİLİMİN YOK EDİLDİĞİ ANCAK ASALAK, PARAGÖZLERİN ELİNDE KALDIĞIMIZIN ÇOK ÖRNEKLERİNİ BULABİLSİNİZ.

SAYGILARIMLA

F.Y

*****
Söylediklerinizi eksiği var fazlası yok.

Özetle çok doğru söylüyorsunuz, her sözünüze harfiyen katılıyor daha ileri giderek az bile söylediniz diyorum.

İlk mektepten itibaren NUTUK okutulmuş olsaydı, Nutuk’tan başarısız olan sınıf geçemez kuralı olsaydı belki bu günleri görmezdik.

CHP ve başındakiler, ANA-P, MHP vs… tüm parti ve liderler AKP’nin gelişine sanki özel bir uğraş verdiler.

Din, siyaset, eğitim vs… yabancıların ellerine geçerken istisnalar hariç büyük çoğunluğu izleyici daha ilerisi destekleyici oldu.

Din ise alenen örtü, Araplaştırılmış ezan tuzu, biberi oldu.

Tüm söylediklerinize çok ilave edilecek şey var, hepsini yıllardır yazıyorum.

Ama gerçekleri söylemek, eleştirme hakkımızı asla elimizden alamaz, almamalı.

Tüm bu olayların tuzu, biberinin acı kısmı ise 1960 darbesidir.

1960’a Kemalist demek açık bir yanlıştır.

İspatları ortadadır.

1974’de TBMM’den Almanya’ya gönderilecek imam kadrolarının oluşumunda kimleri neden seçtiklerini bir bilseniz, kara seslerin nasıl beslendiklerini bilseniz…

Neyse uzatmayacağım, haklısınız, uyuduk, uyutulduk.

Bir kısmımız dinle, bir kısmımız sahte Atatürkçü kimliklerle.

1960’da zemin hazırlığını yapan emperyalizm 1980’de bir gecede milleti neden can ciğer kuzu sarması yaptı?

Çünkü BOP projesi gecikmişti, beklemeye tahammülü yoktu.

1954 - 57 arasında sunulan 3’lü dini merkez, isim değiştirerek Dinler arası diyalog, o da isim değiştirerek medeniyetler ittifakı olduktan sonra ve Rus salatasının adı Amerikan salatasına döndükten sonra artık söyleyecek bir şey kalmamıştı.

Şimdi; 1960 Kemalist olsaydı bu günleri yaşar mıydık sorgulamak gerek.

Kurmay ne demek bunu sanırım beden iyi biliyorsunuzdur.

O halde TSK’nin kurmay yetiştirdiğini söylemek biraz iyi niyetli olmaz mı?

Bu kurmaylar general olmak için nerede eğitim aldılar, hangi lisan zorunluydu, kimin zamanında bu şart getirildi bakmak gerek.

Uzun oldu özür dilerim.

Bu sayfayı başından itibaren titizlikle incelerseniz her şeyin alenen ortada olduğunu göreceksiniz.

Birbirimizi kandırma lüksümüz yok.

Sağlıkla kalın.

31 Mayıs 2012

Ahmet Dursun

***

Genelkurmay, ordu içinde Kemalist subayları tasfiye ile mi görevli?

Kemalizm Ordudan böyle tasfiye edildi.

Yeni Anayasa yapılmazsa Türkiye İşgal edilebilir.

Ronald Dworkin orijinalist stratejiyi şöyle açıklamaktadır.

AK YOLSUZLUK DOSYASI

“Ordu Göreve“den “Erdoğan Göreve!“ Kim bu “Genç Türk”

DEMOKRAT PARTİ:1950-1960 DÖNEMİ.

27 Mayıs'ın öteki yüzü: SİVAS KAMPI

555K, 27 MAYIS

29 NİSAN VE 555K

Menderes, 27 Mayıs 1960 Devrimi

"İslam'ın ve beyinsizliğin, ülkeyi getirdiği nokta"

DEMOKRAT PARTİ:1950-1960 DÖNEMİ.

DARBE, BİNBAŞI FETHİ GÜRCAN, 27 MAYIS 1960

TÜRKİYE'DE GİZLİ SAVAŞ

KEMALİZM KURU BİR İDEOLOJİDİR Mİ?

1961 ANAYASASI'NA GİZLENEN İTİRAF

VAHDETTİN HAİNMİYDİ?

Mahir Kaynak'tan şok iddia

 

Yıllar öncesi, Cemil Çiçek'ten Genelkurmay başkanına darbe teşekkürü...

  Darbe, OTPOR, Melih Gökçek, Cemil Çiçek ve Arkadaşları

“Yeniden Milli Mücadele” Dergisinin logosu “yumruk”. Hem de OTPOR yumruğuna benzeyen bir yumruk? Gökçek’in televizyonda defalarca OTPOR’un alemet-i farikası olarak gösterdiği yumruk var ya o…

.../...




 Cemil Çiçek'ten Genelkurmay başkanına teşekkür


Aynı sayıdan bir ibret vesikası daha:

Muhterem Memduh Tağmaç

Genel Kurmay Başkanı


Ankara

Aylardan beri anarşist ve komünist militanların silahlı tecavüzleri yüzünden derslere devam edemeyen, hayatları ve okuma hakları tehdit altında bulunan Türkiye’mizin istikbalinden endişe duyan milliyetçi ve vatansever talebeler olarak bayram mesajınızı ümit ve takdirle karşıladık.

Milliyet, devlet ve milli ordu düşmanları karşısında kahraman ordumuzun mert sesini duymaktan büyük sevinç ve kıvanç duyduk. Bağlılıklarımızı bildirir; saygılar sunarız.

Mücadele Birliği

İstanbul Sancağı İdare Heyeti Adına
Cemil Çiçek

(Evet… “Mücadele Birliği İstanbul Sancağı İdare Heyeti Adına” darbe çağrısı yapan ve muhtıracı Genel Kurmay Başkanı’na “bağlılıklarını” sunan bu zat Cemil Çiçek… O günlerin “Sancak Beyi” şimdilerin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı… Demokrasi nutukları ve de “Demokratik Anayasa” turları atarken “Bizim seneler evvel yaşadığımızı şimdi Mısır yaşıyor.” vb. siyasi analizler de yapabiliyor..)

Tamamı ektedir...

Darbe, OTPOR, Melih Gökçek, Cemil Çiçek ve Arkadaşları.pdf



27 MAYIS: DEVRİM mi DARBE mi?

27 Mayıs’ın üzerinden 50 yıl geçti.
12 Eylül dönemine kadar 27 mayıs “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlanılır ve bir devrim olarak kabul edilirdi. Bu dönemden sonra darbe kategorisine alındı. İlginç olan hürriyet bayramı olarak kutlanan bu günü, bayram olmaktan çıkaranın darbeciler olmasıydı.

27 Mayıs, askeri müdahalelerin ilkiydi ve en başta gelen eleştiri, daha sonraki müdahalelere zemin hazırlaması, askeri darbeleri meşru kılar olmasıydı.
Peki darbeyse eğer nasıl bir darbeydi? Nitelik olarak 12 Mart ve 12 Eylül’le aynı antidemokratik ve faşist özelliklere mi sahipti? Yoksa ilerici-devrimci bir niteliğe mi sahipti?

Can Dündar’dan ihtilal sonrasını okuyalım:

27 Mayıs’ın üzerinden 3 gün geçtiği halde “ihtilal coşkusu” hâlâ sokaklardaydı. Ortalık bayram yeri gibiydi.
Burke, tankların, kamyonların üzerinde elde bayraklar, çiçekler ve Atatürk fotoğraflarıyla sevinç gösterisi yapanları görüntüledi. Nerede bir üniformalı subay görseler omza alıp tezahürata başlıyorlardı. Sevinç pozu verenlerin ellerinde 30 Mayıs 1960 tarihinde çıkan Akis dergisi vardı.
Kapakta “Sabık Başbakan” Menderes, üzerine bir çarpı atılmış halde görünüyordu. Coşku o kadar büyüktü ki, radyolardan “Artık tezahürat durmalı” diye anons yapılıyordu.

Sokaklara taşan coşkuyu anlamak için önce Menderes yönetiminin 1950’lerin sonuna doğru nasıl despotlaştığını hatırlamak gerekiyordu.
O günkü coşkunun neden daha sonra söndüğünü anlamak için de 27 Mayıs yönetiminin nasıl kontrolü elden kaçırıp Menderes ve 2 bakanının idamına onay vererek tarihsel bir faciaya imza attıklarını bilmek gerekiyordu. gazetevatan.com

27 Mayıs’ı o dönemin tüm ilericileri, devrimcileri desteklemişti. “O gün rahatlamıştık. Artık rahatça konuşabiliyorduk. Daha önce başımız derde girmesin diye fısıltıyla konuşurduk.” diyorlardı. Deniz Gezmiş savunmasında 27 Mayıs’ı karşı devrimci ve gerici ittifaka yapılmış bir ihtilal olarak nitelendirir.

Deniz Kavukçuoğlu diyor ki:

27 Mayıs 1960 müdahalesi kâğıt üzerinde de olsa parlamenter demokrasinin ortadan kalktığı/kaldırıldığı koşullarda gerçekleşmiştir ve 12 Mart darbesi ile de, 12 Eylül darbesi ile de bir benzerliği yoktur. Ama ille de bir benzerlik aranıyorsa, bu benzerlik 25 Nisan 1974 günü Portekiz’de, genç subaylar tarafından gerçekleştirilen ve ülkede demokrasinin yollarını açan ‘Karanfil Devrimi’ ile kurulabilir. erdem43.blogcu.com

Bence darbe, devrim ya da ihtilal; ismi ne olursa olsun, yapılan ülke yönetimine müdahaledir.
Müdahale askeri olabilir, sivil olabilir ya da sivil-asker birlikte olabilir.
Önemli olan müdahalenin ne tür bir yönetime ve ne amaçla yapıldığıdır. Yani, bir darbe vurulmuştur ama neye ve ne amaçla vurulmuştur?
Darbeyi yiyen iyi midir, kötü müdür?
Darbe diktatörlüğe mi vurulmuştur, demokrasiye mi? Önemli olan budur.

Örneğin bir diktatöre karşı da müdahale yapılabilir. Müdahaleyi yapanlar diktatörlüğü yıkıp demokrasiyi getirebilirler. Veya eski diktatörün yerine yeni bir diktatör gelebilir.
Müdahale, demokrasiye karşı da yapılabilir. Demokrasi yerine dikta rejimi getirilebilir. Ya da eskisinden daha farklı bir demokratik aşamaya geçilebilir.

Bu tür müdahalelerde gerekli ve olumlu olan, sonucunda kötünün yerine daha iyi bir sistemin ya da köklü değişimlerin getirildiği haller genelde devrim olarak adlandırılır.
Devrim sözcüğü ile ihtilal sözcüğü aynı anlamı içerse de, genelde olumsuz nitelendirilenler ihtilal diye adlandırılır.
Sonuçta ister devrim ya da ihtilal olsun, ister askeri ya da sivil müdahale olsun, bunların tümü yönetimlere yapılmış bir darbedir. Tekrar vurgularsak iktidara karşı yapılan sivil ya da askeri bir müdahalenin devrim olarak nitelendirilebilmesi için düzen-sistem değişikliğinin yapılmış olması gerekir.

İstenmeyen müdahaleler, demokrasi yerine diktatörlüğü getiren ya da demokrasi içinde bir kesime yapılıp diğer kesimi iktidara getirenlerdir.
Ülkemizdeki yaşananların tümü, demokrasiden kısa süreli bir cunta aşaması geçirildikten sonra tekrar göstermelik de olsa demokrasiye geçilen müdahalelerdir.
Bunlar içinde 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’le kıyaslandığında olumlu yanlarının çok daha fazla olduğu ve faşizan uygulamalara sahip olmadığı görülür. 12 Mart ve 12 Eylül’deki gibi işkencehaneler kurulmadığı gibi anayasası bir devrim niteliğindedir. Sonuçta 27 Mayıs’ın daha demokratik bir anayasa yapması açısından bir devrim, ama siyasi açıdan bir darbe olduğunu söylenebilir.  DP iktidarını alaşağı etmesiyle darbeci, mükemmel  anayasası ile devrimcidir. Ancak darbeci yanı gözardı edilip direk bir devrim olarak nitelendirilmesi kesinlikle yanlıştır. Çünkü devrimler sadece yöneticileri değil, sistemi de değiştirir. Halbuki sistem aynen sürdürülmüştür.
27 Mayıs’ın en olumsuz yanı ise Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idam edilmesidir.

27 Mayıs’ın az da olsa varolan devrimci yanını idamlar gölgede bırakmıştır. Bugün DP iktidarının tüm kötülükleri, olumsuzlukları unutulur, hatta hep olumlu işlerinden bahsedilerek göklere çıkarılır, yapılan anayasa takdir edilmez ama idamlar nedeniyle 27 Mayıs’a lanet edilir. Savunmak isteyenler de bu idamlar nedeniyle savunamaz.

Tüm olumlu yanlarına rağmen günümüz değerleriyle düşünüldüğünde darbe yapılması yerine seçim beklenseydi, çok daha uygun olurdu.
Çünkü Menderes hükümeti son dönemlerinde demokrasi rayından iyice çıkmış, orduya, yargıya, muhalif siyasilere ve üniversitelere tavır almış, gazete ve dergileri kapatmış, meclisteki konuşmalara sansür koymuş, tahkikat komisyonları kurmuş ve tahammül edilemez hale gelmişti ama;
1957 seçimlerinde oyları iyice düşmüştü. DP %47, CHP ise %41 oy alabilmişti. Aralarındaki oy farkı sadece 600.000 idi. Seçimden sonraki 3 yıl içinde hükümet çok daha kötü bir icraat içindeydi. Halkın tepkileri gitgide artmıştı. Müdahale yerine seçim olsa kesinlikle kaybedecekti.
Buna rağmen neden müdahale edilmişti?
Sebebi ABD’den ümidi kesip Sovyetler Birliğine yanaşması olabilir miydi?
ABD, Menderes hükümetini gözden çıkarmış mıydı?

İsrail büyükelçimize yapılan diplomatik nezaketsizliği hatırlarsınız.
Alçakta oturtulması olay olmuştu. Bir konu daha vardı. Görüşme öncesi kapı önünde birkaç dakika bekletilmesi. Bu bekletme dahi kasıtlı görülmüştü ve kabalık olarak karşılanmıştı. Sadece 3-4 dakika.

Ben de tahammül edemem böyle bekletilmelere. Devlette, kamuda çeşitli görüşmelerim oldu. Randevu aldığım vali yardımcısı, belediye başkanı ve iş görüşmelerinde birkaç dakika ötesinde hiç bekletilmedim. 1-2 iş başvurusu görüşmesindeki bekletilmem 15-20 dakikayı bulduğu için terkettim.

Peki bir devlet başkanı, bir başbakan, bir bakan başka bir ülke ziyaretinde kapı önünde bekletilir mi?
Hele bu bekletilme birkaç dakika değil, 50 dakikayı bulmuşsa bu ne demektir?

Dönemin gazetecilerden Orhan Karaveli anlatıyor:

Menderes’le Amerika’ya gittiğimizde başkan Eisonhaver Menderes’i karşılamadı. 20-25 dakikalık kısa bir görüşme ile başından savdı. Dışişleri Bakanlığı’nda ise yaklaşık 40-50 dakika özel kalem odasında bekletildik. Menderes sürekli olarak ipek bir mendille alnını siliyordu. Son derece rahatsız olduğu da belliydi. Ben yanımda oturan o zamanın Dışişleri Bakanı Suat Hayri Ürgüplü’ye “Abi, böyle bir şey olur mu? Koskoca Türkiye Başbakanı bekliyor”dedim. O da kulağıma eğilerek ’Orhan Bey, bunu yazılmamak üzere ben size söyleyeyim. Amerika Menderes’i sildi’ dedi..

Menderes’in o gezideki amacı 500-600 milyon dolar kredi almaktı. Beklediği krediyi Eisenhover’den alamadı. Hover, “size bir uçak hazırladım. Yarından itibaren bu uçakla Amerika’da istediğiniz kadar dolaşabilirsiniz”dedi. Ürgüplü ” Amerika buraya gelip aradığını bulamayanlara hep bunu yapar. Git ne yaparsan yap der gibi.” Diye yorumladı.
cevizkabugu.com.tr

http://www.youtube.com/playlist?list=PLr7S-Z02-LPk44puuwdrSb-Qvac96q9_k

tumgazeteler.com


Medya Tanrıdan güçlü çıktı.

Göç dalgası ile Türkiye'de nesebi gayri sahih (PİÇ) çocuklar yetiştiriliyor.

İblisin Kıblesi

1980 darbesi bir NATO operasyonudur.

SİZ KALEMİ FAHİŞELER.



1957 seçimlerine bir göz atalım:

9 milyon seçmen var.  610 milletvekili seçiliyor.
4.372.000 oyla DP 424 milletvekili çıkarıyor.
3.753.000 oyla CHP 178 milletvekili çıkarabiliyor.
Aradaki yaklaşık 600.000 oyun karşılığı 40 milletvekili olmasına rağmen 246 milletvekili fazlasıyla mecliste anormal bir üstünlük kuruyor. Çünkü seçim çoğunluk sistemine göre. Bu küçük farkla mecliste sağladığı haksız üstünlüğü kötüye kullanıyor. Halk Menderes’in oylarını düşürmüş, oy oranı ile desteğini çektiği yönünde mesajını vermiş ama DP bunu anlamıyor ve kötü yönetim devam ediyor.
Ekonomik bunalım büyüyor. Halkın rahatsızlığı gitgide belirginleşiyor. Düşüşü hızla sürüyor.
ABD bunun farkında. Bir sonraki seçimde kesinlikle kaybedeceğini biliyor ve kaybedenin yanında olmak ABD’yi tedirgin ediyor. Neden?

Çünkü yıl 1959′dur ve burnunun dibindeki Küba’da devrim olmuştur.
ABD’nin psikolojisi bozulmuştur. Nitekim daha sonra Domuzlar Körfezi çıkartmasına kalkışacak ve hezimete uğrayıp geri püskürtülecektir. Bir Sovyet ve komünizm tehlikesi ABD’nin 1. derecede sorunu haline gelmiştir. Ve gladio projelerini uygulamaya koymak zorunlu görülmeye başlamıştır.

Darbe ile direk ABD’nin bağlantısını iddia etmek belki mümkün değildir. Ama darbenin içindeki bazı isimlerin ve en başta radyodan müdahaleyi duyuran Alpaslan Türkeş’in ABD’de 2,5 yıl eğitim aldığı biliniyor. Darbe öncesi yüksek rütbeli subaylardan destek bulunamıyor. Hiçbir kuvvet komutanı katılmıyor sadece Amerika’ya 12 günlük bir gezi yapan Kara Kuvvetleri komutanı Cemal Gürsel son anda desteğe razı oluyor. Bu dikkate değer bir bilgi. Acaba ABD’den bir onay alıp almadığını düşünmeden edemiyor insan.
ABD’nin darbeden habersiz olması düşünülemez. İran’ın bile haberi var.
Üstelik daha önce DP hükümetine karşı bir harekat durumunda, hükümete destek olacak şekilde müdahale etmesi yönünde Menderes’le anlaşmışken, hiçbir girişimde ve eleştiride bulunmuyor.

ABD’nin darbe ile direk ilgisinin olup olmadığı önümüzdeki yıllarda açıklığa kavuşabilir. Çünkü üzerinden 50 yıl geçince gizli belgelerin çoğunu açıklıyorlar.
Örneğin darbe gecesi ABD büyükelçiliği Washington’a 32 mesaj gönderiyor. Bunlardan sadece ikisi açıklanıyor.
Biri Ankara’da 50 kişinin öldüğünün sanıldığı, diğeri ise cuntanın para talebi.
Diğer 30 mesaj gizli tutuluyor. Bu gizlilik ilginç.
50 kişinin öldüğü yolundaki haberin sebebi ise anlaşılır gibi değil. Çünkü Türkiye’de böyle bir haber hiç yok. Acaba önemsenmesi için mi 50 ölü olasılığından bahsediliyor?

Darbecilerin maaşları ve emekliye ayıracakları istenmeyen askeri personelin emekli ikramiyelerini ödemek için 15 milyon dolara ihtiyaçları var ve bunu ABD’den sağlıyorlar. Üstelik bağış olarak. Ayrıca ilave olarak ordunun modernizasyonu için 50 milyon dolar daha alıyorlar. Bunu Alpaslan Türkeş anılarında açıklıyor.

Şimdi düşünelim. Bir ülke darbeyle işbaşına gelen cuntaya para yardımında bulunuyorsa, bu cuntayı destekliyor demektir. Karşı olduğu bir cuntayı tanımaz ve eleştirir. Halbuki ABD, daha ilk gün para talebine olumlu yanıt vermiştir.

Bir başka bilgi de o sıra İran büyükelçiliği görevi yapan Mahmut Dikerdem, İran istihbaratının ve şahın 27 Mayıs’ı bildiğini ama Menderes’e haber vermediğini söylemesidir. Mahmut dikerdem, İran’ın bu bilgiyi CİA’den almış olacağını, dolayısıyla CİA’nin darbeyi önceden bildiğini belirtiyor.

Peki neden astılar?

Menderes’ler 27 Mayıs’tan 16 ay sonra idam edildiler.
Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İran, Pakistan vb. ülkelerden, İnönü’den idamların yapılmaması yönündeki isteklere aldırış edilmemesinin sebebi neydi?
İdamları hapse çevrilmiş olsa, bu cuntacılara + puan yazacaktı. Üstelik artık Menderes cephesinden bir tehlike gelemeyeceği belliydi. DP iktidarına olan öfke de 16 ayda geçmiş olmalıydı. Ama buna rağmen idamlar uygulandı.
Darbeyi yapan Milli Birlik Komitesi kademe subaylardan oluşuyordu. Yani, binbaşı-albay düzeyinde ve daha astlardan müteşekkildi. İdamları da isteyenler onlardı. Bunun bir ders olmasını ve bir daha böyle bir vatan hainliğine (!) yeltenecek bir kadronun ortaya çıkmamasını istiyorlar, o yüzden de en ağır cezada diretiyorlardı. Cemal Gürsel bile idamlara karşıydı ama söz geçiremiyordu. MBK ve genç subaylar artık büyüklerini dinlemiyor, hainlere taviz verilemeyeceğini söylüyorlardı. Faşistlikle nitelendirilmesi anormal olmayacak olan bu zihniyetin etkisi sonucunda idamlar gelmiş, “Sizi ben bile kurtaramam” diyen İnönü’nün sözü doğru çıkmış, onu bile dinlememişlerdir.

Darbe dönemlerinin artık bittiğini düşünebiliriz. Ancak orduda yapılan tasfiyelerle ve Genelkurmay’ın iktidara bağlanmasıyla bunun önlenmiş olduğunu sananlar yanılırlar. Bu konuda baz olarak 12 Eylül değil, 27 Mayıs alınmalıdır. O dönemde de orduda  tasfiyeler yapılmış ve Genelkurmay iktidara bağlı kılınmıştı. Ama darbeyi Genelkurmay dışında ve TSK’yı temsil ettiği söylenemeyecek 37 subay gerçekleştirmişti. Bu subayların geneli albay-binbaşı rütbesindeydi. Or rütbesinde olan hiç bir paşa yoktu. Cemal Gürsel müdahaleden sonra Milli Birlik Komitesinin başına geçmişti. Dolayısıyla artık bir darbenin olmamasını, hükümetin TSK’yı hizaya getirmiş olmasına bağlamak yanlış olur. Doğrusu, darbelere bakışın hem orduda hem de toplumda değişmiş olmasıdır. Özellikle de ABD’nin darbeye ihtiyaç duyduğu zeminlerin ortadan kalkmış olması, kendisi için bir komünizm ya da başka bir tehlikenin kalmamış olmasıdır. ABD’den biat alamayacağını düşünenlerin darbeye yeltenmesi olanaksız gibidir. Artık ABD’nin “Bizim çocuklar” dediği darbeyi düşünmeyen, iktidarla uyumlu olan uslu çocuklardır. Ama yarınların ne getireceği belli olmaz. ABD, kendisine yanlış yapan, rayından çıkan iktidarın biletini keser. Ama partiyi bölerek, ama bir tertiple gözden düşürerek, ama orduyu kullanarak. Sonuç olarak ne tek başına tam demokrasi  ne de tek başına tam bağımsız olmak yetmez. Biri eksikse diğeri de eksilecektir. Tam demokrasi için tam bağımsız olmak şarttır. İşte bundan dolayıdır ki  biz ikisine de tam olarak sahip değiliz… 
Serdar Kaangil

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder