TDK şöyle tanımlıyor.
Bir konutun, bir mülkün veya taşıt gibi herhangi bir şeyin
belli bir bedel karşılığında, bir süre için sahibi tarafından başkasına
verilmesi, icar.
Kira, kiracı, kiralama, kiraya verme gibi kavramlar Türk
Hukuk sisteminde, 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkında Kanun, genellemesiyle
6010 sayılı Türk Borçlar Kanununu, özelleşmesiyle
de 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkında Kanunlarda geçen kavramlar olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bizim hukuk sitemi, canı değil malı koruyan sistem olduğu
için belki emtia olmak çok daha yararlı olacaktır, o da ayrı.
Hepsinde de TDK'nın ifade ettiği gibi mülkiyetini elinde
tutanlardan, bir maldan bahsetmekle beraber, sahibi tarafından başkasına ücret
karşılığı verilmesi esasına dayanır.
Öyleyse kira kavramında iki ana unsurdan biri malın varlığı,
diğeri para karşılığı belirli süre karşılığı başkasına verilmesini içerir.
Özetle içeriğinde, sahibi olunan ve işe yaramaz durumda
bulunan (atıl) şeyi geçici olarak, ücret karşılığı sahiplendirmek kavramlarını
barındırıyor olmalıdır.
Başka ifadeyle bir sahip ve sahibin işe yaramaz malı (emtia)
olması gerek.
Peki sahip kimdir, mal kimdir?
İşçinin mal olarak görülmesi ayrı bir hukuki ve ahlaki sorun
teşkil ettiği kadar, dini sorun da teşkil etmektedir.
Çünkü işçi hakları içinde sayabileceğimiz grev , toplu
sözleşme, kıdem ve ihbar tazminatı, yıllık izin, sendikal hak gibi kavramlar
barındırmaz.
Durum böyle olunca da burada iş-işçi ilişkisinden söz
edilmesi sadece bir komedi ve Aldatma kandırma Partizanlığından başka anlam
ifade etmez olur.
Gerçi Sayın Davutoğlu için bu sorun teşkil edemez.
Çünkü Sayın Davutoğlu, Sayın Erdoğan'ın hemen her dediğini
onaylamakta, adeta Erdoğan'ın sanki Davutoğlu'nun en hafif tabiriyle ev sahibiymiş
gibi davranmasına aldırış etmemektedir.
Nitekim, Sayın Erdoğan nerede ne konuşmuşsa Davutoğlu aynen
onayladığını söylemiş, neredeyse Sayın Erdoğan'ın aklından bile geçirmeye
kalktığı düşüncelerini okurmuş gibi, meydanlarda Sayın Cumhurbaşkanımız da
böyle düşünmektedir diyerek, niyet okuyuculuğuna kadar gidebilmektedir.
Nitekim 21 Eylül 2015 akşamı Show TV'deki konuşmasında,
"... herkes de bilir ki bu anlamda Cumhurbaşkanımızın geçen sene görevi
devrederken ifade ettiği, Emanetçi bir başbakan istemiyorum, güçlü bir
cumhurbaşkanı, güçlü bir başbakan, onun da benim de o anlamda iddialar taşıyan
ve ortak vizyon içinde güçlü iddialar barındıran bir müktesebatımız var tabiri
caizse..." diyordu.
Psikolojik analizine girmeye kalkarsanız, tabiri caizse
demesinin altında yatan neden, "ağzımdan böyle bir laf çıkarttım ama
kusura bakma, demek zorunda bırakıldım" anlamı ifade eder.
Aksi halde neden tabiri caizse densin, doğrudan emanetçi
falan değilim, başka anlamı da yok bunun diyebilirdi.
Psikolojide bir kabul vardır, bir şeyi söylemek için illa ki
doğrudan söylemenize gerek yoktur, bir şey hakkında olumsuz düşünüyorsanız olumluyu
değillemeyle ifade edersiniz, ortaya doğrudan olumsuz anlamı çıkar.
Davutoğlu sonraki konuşmasında şöyle devam ediyordu.
"Cumhurbaşkanımız da benim yönlendirmeyle hareket eden
bir devlet adamı olmayacağımı en iyi kendisi bilir. Bunu da zaten talep etmedi,
etmez. Bizim ilişkimiz de buna izin vermez, müktesebatımız da, hedeflerimiz
var. Nefsimizi bunların önüne koymadan en doğru yolu bulmaya çalışırız. Son
derece gereksiz tartışmaları görüyorum, o olay öyle cereyan etmiyor, nasıl
böyle yansıyor diyorum. Nasıl bana şu özellikleri yakıştırabilir diyorum, bazen
de açıkçası sitem ediyorum. Çok ciddi bir psikolojik yük de oluşturuyor. Bizim,
böyle küçük hesaplaşmalar içinde olacağımızı kimse düşünmesin" diyordu.
Görüleceği üzere aslında böyle bir olay var ama yalanlama
ihtiyacı, aynı zamanda örtülü bir meydan okuma ihtiyacı da duyduğunu, "o
olay öyle cereyan etmiyor, nasıl böyle yansıyor diyorum" ifadelerinden
anlıyoruz.
Daha sonrasında, "böyle küçük hesaplaşmalar içinde
olacağımızı kimse düşünmesin" diyerek böyle bir olayın yok olmadığını ama
bunların kendisi için küçük sorunlar olduğunu adeta itiraf etmektedir.
Aslında bunu kendisi hiç saklamadı Altın vuruş, Davutoğlu'nun Erdoğan'ı bitirme hamlesi başlıklı yazımda bunun örneğini kendi ifadeleriyle
vermiştim.
Daha sonra, Davutoğlu
"Rus uçağını vurun" derken, aslında Erdoğan'ı mı vuruyordu başlığında da bunun örneğini sergilediği ortaya çıkıyordu.
Belki de, , "o olay öyle cereyan etmiyor, nasıl böyle
yansıyor diyorum" dediği ifadeler aslında bunlardı ve neden doğruyu kimse
göremiyor anlamında bir serzeniş içindeydi.
Her neyse, sonuçta Davutoğlu eğer kiralık (emanetçi) bir
başbakan değilse kiralık işçiliğe de karşı duruş sergilemeye mecburdur.
Nitekim geçici iş (ödünç işçi) ilişkisi yasal olarak
düzenlenmiş olması AKP'nin başta olmak üzere aynı zamanda TBMM'nin de bir
utancı, ayıbıdır.
Vekiller kendilerine geldiğinde saniyeler içinde yasal
düzenlemelerde ortaklık yapabilirken, nedense asıl olan millete geldiklerinde
kollarına bir ağrı girmekte, el-kol kaldıramaz olmaktadırlar.
Kiralık başbakan dememin nedeni, kiralık kavramını
kendilerinin yasaya koymalarından kaynaklıdır.
Eğer işçi, bir vekil, bir başbakan kadar saygın ise ve böyle
görülüyorsa, işçiye kiralık işçi denmesine rıza gösterenler, aynı saygın
ifadenin kendilerine karşı kullanılmasına da saygı göstereceklerdir.
Aksi halde milleti kinci sınıf kendilerini üstün zümre
görenlerin milleti horlamasını 77 yıldır hazmedemediğimiz gibi, bu günden sonra
da hazmedemeyeceğimiz açıktır.
Neden kiralık işçi yasasına bu kadar tepki gösteriyorum?
Sonuçta emekliyim, bana ne değil mi?
Ancak bu ülkede yaşayan çocuklar hepimizin evlatlarıysa,
bunu böyle kabul ediyorsak, onların başına gelebilecekleri görmezden gelemeyiz.
Bu yasa 27.03.2015 tarihinde, Abdullah Gül tarafından “işçi
emeğinin istismar edileceği, insan onuruna yakışmayan durumların doğacağı”
gerekçesiyle kısmen veto edilmişti.
Kendisine "adeta Çankaya Noteri gibi çalışıyor" diyenlere
sanki ibret olsun dercesine veto ettiği bu yasa tasarısı, özel istihdam
bürolarına (ÖİB) işçi kiralama yetkisi veriyor, işçiler uzun süreli izin kullandıklarında
yerlerine ÖİB'lerden kiralık geçici işçi çalıştırılabileceğini düzenliyordu.
Gül gitti, yerine gelen hükümet aynı yasayı bazı temcitlerle
(tâzim-tapınma) yeniden ısıttı ve 08
Şubat 2016 tarihinde, Hükümet, işçi kesiminin tepkileri nedeniyle geri çektiği
kiralık işçilikle ilgili düzenlemeyi dün yeniden TBMM’ye sevk etti.
Temcit etmesinden kasıtım, yeni düzenlemede anne yarı zamanlı çalışma fırsatı diye
sunulmaya çalışılan, güya anneyi koruduğunu anlatmaya kalkan ancak, annenin
yerine ÖİB'lerden kiralık işçi çalıştırmanın önünü açmalarındandır.
Bu aynı zamanda kadını iş dünyasından uzaklaştırmanın bir
tuzağı aynı zamanda da işverene diyet borcunu ödemenin sonucunu ortaya
çıkartmaktadır.
Düşünsenize, TBMM'ye kiralık vekil yasası çıkartıldığını,
mahkemelere kiralık yargıç yasası çıkartıldığını, bilimsel çalışmalara kiralık
bilim adamı çalıştırıldığını.
Komedi gibi mi geldi?
Gelmesin, dışarıdan doktor ve hemşire getirilmesi için
yasadan haberiniz var mı?
11.12.2015 tarihinde Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu,
"Yurtdışından doktor gelmesinin
yolunu açıyoruz. Şu anda 20 bin uzman, 10 bin pratisyen hekim açığımız var"
derken yalan söylemiyordu.
TBMM'deki soru önergesine verilen yanıtlara bakarsanız
durumu anlayacaksınız.
Bunları ekteki pdf dosyasından bulacaksınız.
2 Temmuz 2009 yılında Çalışma Bakanı Ömer Dinçer, NTV/CNBC-e
ortak yayınında, "Kiralama amelenin hakkını koruyacak "
diyordu.
Uygulanmaya koyulacak işçi kiralama modeline ilişkin
eleştirileri yanıtlarken şöyle diyordu.
"Biz özel istihdam bürolarına geçici iş ilişkisi kurma
yetkisi verdik. Bu ülkede amele pazarları var, bunu tasvip ediyor muyuz? Fındık
toplayan insanlar var, bunların çoğunun sosyal güvenlikle bağı kurulamıyor.
Özel istihdam büroları bunun düzen altına alınması için fırsat yaratacak.
İstihdam bürosu temizlik yapan kadınları düzenli maaşı olan birisi olarak
çalıştıracak. Özel istihdam bürosunda çalışanla her hangi bir çalışan arasında
fark olmayacak. Sadece geçici bir kiralama olacak. Temizlik işçisi
istiyorsanız, o firmadan satın alacaksınız. Bu, o kişinin haklarını koruyan bir
şeydir. Amele pazarı istismarını özel istihdam bürosu önleyecek. Eleştirileri
anlamlı bulmuyorum. Tüm dünyanın da uyguladığı modern uygulamalardan biri.
Yapılacak her düzenleme beklenmeyen sonuçlar doğurabilir. Bu piyasayı
düzenleyecek bir adım olarak değerlendirilmeli" diye konuştu. ntv.com.tr
26 Kasım 2014 Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Faik Öztrak'ın soru önergesini
yanıtlarken, "Temmuz 2014 itibarıyla kamu ve özel sektörde alt işverene
bağlı olarak çalışan 1 milyon 361 bin 373 taşeron işçisi var, 755 bin 81 işçinin kamuda, 606 bin 292 işçinin
özel sektörde alt işverene bağlı olarak çalışıyor" diyordu.
Çelik'in ifadelerinden, 2001’den Kasım 2014'e kadar geçen
sürede, iş kazalarında 15 yaş altında bir çocuk işçi öldü, 3 çocuk işçi ise iş
göremez hale geldiğini öğreniyorduk.
En çok ölüm 1.700 ile 2011’de yaşanırken, 2002’de 872, 2003’te 810, 2004’te 841, 2005’te
bin 72, 2006’da bin 592, 2007’de bin 43, 2008’de 865, 2009’da bin 171, 2010’da
bin 444, 2011’de bin 700, 2012’de ise 744 işçi iş kazalarında yaşamını yitirmesine
rağmen bunlara hiç bir önlem alınmamıştır.
Tarihler 20 Ağustos 2015 tarihini gösterdiğinde Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, NTV canlı yayınında açıklamalarda
bulunurken, "3 milyon kamu çalışanı, 2 milyona yakın emekli var toplam 5 milyon
kişiyi ilgilendiriyor. İmkanlar belli, istekler çok. Görüşmelerimizi
sürdürüyoruz. Bazı konular çözülemedi bugün geç saatlere kadar çalışacağız. Ya
anlaşacağız ya da uzlaşmadan hakem heyetine göndereceğiz" diyordu.
Demek ki bunların hiç biri işçi haklarını koruyamadığı gibi
kalıcı önlem almak gibi bir dertleri de yoktur.
Bununla ilgili bazı detayları, Çocuk
işçiler ölüyor, Hz. Tayyip yalan söylüyor, konuşan içeri tıkılıyor başlığından görebilirsiniz.
Herkes aklını başına alsın, başka Türkiye yok...
15.2.2016
A. Dursun

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder