Ya aklını kullanacaksın ya dinini, hem akıllı hem dindar olunmaz. Ahmet Dursun
Use either your rational mind, or your faith; because faith and common sense contradict each other.
Çanakkale Savaşı tarihinin hava-civa tarihçisi, 18 Mart
Üniversitesi'nin davetiyle Çanakkale'ye gelmiş ve eski Rektörlük binasında
malûm hava-civa sergisini açmış...
(Sergi salonunun adı da İbrahim Bodur
Girişimcilik Araştırma Merkezi'ymiş. Neyin girişimciliği, bilen yok. Sakın
'asparagas fotoğraf sergisi girişimciliği' olmasın?)
Çanakkale'de ilahi makamlardan uzanan yardım eli.
Şu malûm zibidiler... Bunlara asker
diyenler kör olmalı...
Bu sergiyi açan zat-ı muhteremi tanıyorsunuz...
Hani şu
üstü-başı paramparça, mezar hırsızı kılıklı iki zibidiyi 'Çanakkale'nin Hava
Kahramanları' diye hiç utanmadan tüm Türkiye'ye pazarlayan ODTÜ okutmanı
vatandaş...
Hani, Ceviz Kabuğu programında, resmin arkasını çeviren Hulki
Cevizoğlu'nun, orada yazılı 1918 tarihini okuyunca "Siz bu resmin arkasına
bakmadınız mı?" diye sorduğunda yüzü hiç kızarmadan "Hayır,
bakmamıştım" diyen derûn ve dehşetlû araştırmacımız...
İşte bu zat-ı muhterem, geçtiğimiz cumartesi günü serginin
açılışında bir de konuşma yapmış ve benim gibi, "o iki zibidinin asker
olmadığını" ve hele hele havacı kahraman hiç olamayacağını söyleyenlere
esmiş gürlemiş...
O orada konuşma yaparken, Ankara'da Mönch Yayıncılık isimli
firmanın (ki, bu firma, bu sergi, kitap ve poster satış ve dağıtımını yürüten
firmadır) müdür koltuğunda oturan baş yardakçısı da e-mail trafiğiyle söz konusu
resme itirazı olanları 'vatan haini' ilan etmekle meşguldü...
Çanakkale'de yatan sırlar
Bu e-posta
virtüözü baş yardakçıya ben de bir mail yollayıp "bedava avukatlığı
bırakmasını, çünkü ayakçılığın sonunun kıyakçılık olduğunu" hatırlattım.
Türkçe fukarası olduğundan ne demek istediğimi anladığını pek sanmıyorum ama,
bir bilene sormuştur muhakkak...
Bugün de gidip malûm sergiyi gezdim. Daha kapıdan girişte
bildiğiniz iki zibidinin resimleri...
Onun yanına da Çanakkale'ye ait olmayan
kimi resimlerle, çekim tarihleri 1915 veya 16 olmayan başka birtakım
fotoğraflar yerleştirilmiş...
Resimlerdeki şahsiyetlerin tamamı Alman
pilotlar...
Alman uçaklarına binen ve çoğu keşif uçuşu yapan Alman pilotları...
Birinin sadece rasıdı Türk...
Resmin altındaki ifadeye bakılırsa, o da
"....rasıd yerindeki tek makineli tüfeği kullanan rasıd"mış...
Sanki rasıd yerinde birçok makineli de olabiliyormuş gibi...
Emil
Meinecke.
Serginin tanıtımından ve ortalığa konmuş broşürlerden pek belli olmuyor ama, söz
konusu fotoğraflar "Çanakkale Savaşlarının Bilinmeyen Cephesi: Hava
Savaşları" değil aslında... Bu fotoğraflar, Emil Meinecke isimli bir Alman
pilotun özel arşivine ait fotoğraflar...
Hangi resmi kimin çektiği de belli
değil; çünkü resimlerin bazılarının açıklamalarından, fotoğrafları da başka bir
Alman fotoğrafçının çektiği anlaşılıyor. (Derûn araştırmacımız, ölmeden önce
Kanada'ya yerleşen Meinecke'nin bu fotoğraflarını, internette bir mezatta bulup
almıştı.
Adamın oğlu bu resimleri Alman hükümetine satmak istemiş, ama kimse
ilgilenmemişti. İnternette de uzun zaman bekleyen bu fotolar, meğer bizim
hava-civa tarihçimize kısmetmiş)
Emil Meinecke ise, 1915'in son günlerinde Türkiye'ye gelen ve
eldeki ilkel ve bakımsız uçaklarla keşif görevi yapmaya çalışan bir Alman
pilotu... Siz kimseye çaktırmayın ama, bu adam, 6 hava zaferi kazanarak
"Çanakkale cephesinin en başarılı pilotu" olmuş...
Şimdi diyeceksiniz ki; "Çanakkale cephesindeki savaş
1916'nın Ocak ayında son bulmamış mıydı?
Düşman bu tarihten itibaren çekilerek
askerini diğer cephelere kaydırmamış mıydı? Buna mukabil Türk kuvvetleri de
aynı cephelere takviye olarak dağıtılmamış mıydı?
Mesela ünlü 19. Tümen ve 57.
Alay Galiçya'ya gitmemiş miydi?
1916'dan 1918'in sonuna kadar Gelibolu
yarımadasında sadece bir alay bırakılmamış mıydı?
1919'un Şubat ayına kadar
kimsenin uğramadığı yerlerde havacılar niye çarpışmışlardı ki?
1915'te topu
topu üç tane uçağımız yok muydu? Bunun iki tanesinden biri Çanakkale'ye
gelirken arızalanıp Marmara'ya inmemiş miydi?
18 Mart sırasında Müstahkem
Mevki'nin elinde tek bir uçak yok muydu?
Bu iki zibidi hava kahramanının(!)
resminin arkasında niye 1918 yazıyor?
Neden bütün resimlerde uçakların yanında
hep Almanlar var?
Madem 1915'te Çanakkale'de hava savaşları yaşandı, bu
savaşları kimler yaptı?
Ezeli düşmanlar Alman ve İngilizler mi, yoksa Türkler
mi?
Şimdi, konunun bunca tarih karmaşasına bulanmasının nedeni
aslında çok açık:
Araştırmacı
ve hava-civa tarihçisinin Anıtkabir dergisinde yayınlattığı hezeyanlar.
TV ekranlarında o iki zibidinin resminin arkasında 1918 yazılı olduğu anlaşıldı
ya...
Bu beylerin "Çanakkale'nin Havacı Kahramanları" balonu da
patlayıverdi...
Ama onlar yılmadılar; ısrarla ve inatla, şimdi tüm Çanakkale
Savaşı tarihini bu iki zibidiye uyarlamaya çalışıyorlar. Bu nedenle, gerek
sergi salonuna astıkları Türkçesi bozuk açıklamada, gerekse bastırdıkları
broşürde bir de buna kılıf uydurmuşlar. Aynen şöyle diyorlar:
"Değiştirilmesi gereken bir ezber: Çanakkale Savaşı'nın
süreci...
....Çanakkale Savaşı, Ocak 1916'da düşman kara ordusunun Gelibolu
Yarımadası'nı boşaltması ile sona ermemiştir. 1916 ve 1917 yılı boyunca düşman
donanması Çanakkale bölgesinde faaliyetlerine devam etmiş, deniz filosunun
çeşitli bombardıman saldırılarında birçok askerimiz şehit düşmüştür. Düşman
hava gücü ise Çanakkale Cephesi'ndeki faaliyetlerine Birinci Dünya Savaşı'nın
neredeyse son gününe kadar devam etmiştir. Boğaz açıklarındaki adalarda üslenen
düşman hava birliklerinin 1916, 1917 ve 1918 yılında Çanakkale ve civarındaki
hedeflere karşı sürdürdükleri saldırılarda askerler ve siviller arasında can ve
mal kaybı meydana gelmiştir. Bilinen yanlış kanının aksine, Çanakkale Savaşı
demek, sadece 1915 demek değildir......."
Görüyor musunuz; "çevir kazı yanmasın" makamından bir
diskur...
Birinci Dünya Savaşı'nın bir cephesi olan Çanakkale'de çarpışmaların
1916 başında bittiği; bu tarihten sonra bölgede muharip askeri birlik
tutulmadığı; düşmanın Ege adalarında kara birliği bulundurmadığı gibi, buralara
konuşlanmış deniz ve hava birimlerinin sadece keşif maksadıyla uçuşlar
yaptıkları ve Meinecke gibi Alman pilotlarının da keşif için uçan bu düşman
uçaklarını kovalamakla eğleştikleri gibi tarihi ve belgeli gerçekleri bir
kenara bırakacaksınız, bu beylerin dediğine inanacaksınız.
Neden?
Schrauderbach'ın
kitabından yürütülen amele resimleri...Türk halkına 'asker' diye yutturuluyor.
Babası
subay olmasına rağmen hiç asker arasında gezmemiş olduğunu düşündüğüm B.
Yılmazer'in 'kanıt'ı: Ayağını rahatlatmak için çarığını ve dolağını çıkarmış
bir asker...
Diğer hepsinin ayağında ayakkabısı var.
Çünkü, milyonlarca basıp sattıkları iki zibidi resmi, artık her yerde çöp
tenekesini boyluyor. Bu iki zibidinin "Çanakkale'nin Hava Kahramanı"
olduğuna inanan kimse kalmadı artık.
Bu tarihçi(!) beylerin, benzer örnek diye
Lüdwig Schrauderbach'ın "Muharebe" isimli kitabından yürüttükleri
amele taburu üyelerinin resimleri, siperde ayağını havalandırmak için çarığını
çıkarıp dolağını çözmüş askerimizin fotoğrafı da kandırılan insanları tatmin
etmedi...
Şimdi, sözüm ona Atatürkçü ve ulusalcı geçinen kimi dernek ve
kuruluşların parasıyla çeşitli yayınlara ve sergilere katılıyor; bu mesnetsiz
iddialarını ve hava-civa tarihçimizin 1000 dolar ödeyerek internetten satın
aldığı bu resimleri sergiliyorlar...
Bir bilim kurumu olan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi de,
Çanakkale'nin ortasında bu maskaralığa mekan açıyor...
Ne var ki, ben tarihin acımasız bir öğretmen olduğuna kalpten
inanan bir insanım. Günün birinde, 'araştırmacı-tarihçi' ve hatta 'öğretim
görevlisi' kisvesi altında yapılan bu sahtekarlığı geçmişin çöplüğünde yok
olacakların arasında değerlendirecektir. Tarihi veri ve belgenin üç-beş kuruş
uğruna nasıl çarpıtıldığını anlayacak ve bunu yapanları da çarpılmışa çevirecektir.
Ne var ki; bu kandırmacanın kısa vade içindeki etkisini hep
birlikte yaşıyoruz. Aynı kaynaktan çıkan uydurma makaleler, internette
"Çanakkale Hava Harekatı" başlığı altında beyinleri iğfal ediyor.
Okuyan insanları gerçeklerden uzaklaştırıp, masal dünyasına sokuyor. İnsanlar,
sanki Çanakkale semaları uçak kanatlarıyla kararmış, sanki Gelibolu'nun
gökyüzünde uçak filoları çarpışmış sanıyor. Bunları okuyan kitleler de,
"Vay beeee... Biz neymişiz be abi..." diye kel Fatmalar gibi kabarıyorlar...
Yetkin İŞCEN
gazeteci- 12.01.2010
***
Daha evvel farklı adreste yayınlanan bu yazıyı çok aramışyım.
Adres bir nedenle değişmiş ve bu sayfaya taşınmış.
Çok emek verilerek hazırlanmış bu sayfada daha onlarca yazı
bulacaksınız.
Kesinlikle tavsiye ederim.
Sayın İşçen'e bu bilgileri süzerek verdiği için de özellikle
teşekkürü borç bilirim.
ÇANAKKALE 1915-YERE İNEN
BULUTTA KAYBOLAN NORFOLK TABURU
Tanrı Müslümanları sevmiyor, Çanakkale'de kurtarıcı olan Muhammed burada seyirci mi oldu?
"Canakkale
ruhunu" hedef alan bu tasfiye hareketinin milletle orduyu karşı karşıya
getirmeyi amaçladığını dile getirerek, bu grubun yeni hedefinin cumhurbaskanlığı seçimi öncesi ülkeyi kana bulamak oldugunu iddia
ediyor.
Bu sözlerin sahibi bir Profesör. Hakkında daha evvel yorumlarımı yapmıştım.
Resûlullah Çanakkale'deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti
Tarihler 1928
yılını göstermektedir.
Osmanlının son
devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hoca efendi hacca
gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale
savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir.Cemal Öğüt Hoca efendi Mekke'deki
vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider.
Medine'de her
zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden
gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan
geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge
durumuna düşmüştür.Cemal Öğüt
Hoca efendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir.
Bu arada
Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık
beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet
eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hoca efendiye yakınlıkduyar ve güzel bir
dostluk kurulmuş olur.Cemal
Öğüt Hoca efendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker.
Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı
geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu.
Bu nuranî
ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hoca
efendinin merakımı celp eder, bir gün sorar:"Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet
görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir
düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti,
Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hoca efendi bu açıklamadan pek
bir şey anlamaz.
Anlamadığı da
zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde
değildir, ancak Cemal Öğüt Hoca efendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar
eder.
Nur yüzlü
ihtiyar anlatmaya devam eder:"Osmanlı'yı
sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."1915 senesinde Medine'de başından geçen bir
hâdiseyi şöyle anlatır.1915
yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan
mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit,
keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu.
Bu Allah dostu
ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel
sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O
zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş,
Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu.
Hindistanlı
âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor,
yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile
devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini
sordum:"Efendi! Bu
mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın
zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yayına
oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı.
Sonra yaşlarını
sildikten sonra bana dedi ki:"Ben
uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim.
Ben Kâinatın
Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara
geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama
Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım.
Bu ne hâldir
diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim
üzerimden himmetini çekti mi?
Ya da Efendim,
burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu
hâl beni perişan etti…
Ağlamamın
sebebi budur."Türbedar
bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi,
ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı.
Bu
Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu
değildi. Son derece samimî bir
hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac
mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar
kurduklarını bilirdi.
Bu Hindli âlim
de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin
söyledikleri nasıl açıklanacaktı?Yaşlı
türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da
kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.Sabah
namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür.
Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden
Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez.
Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir:"O kardeşimin hissettiği doğrudur.
Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor
durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım
ediyorum…"
Hindistanlı
âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru
gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde
bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve Allah'ın veli
kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da
herkese duyururlar mahiyetindedir.
Yetiş ya Muhammed Kur-an'ın elden gidiyor!
Çanakkale en
zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya
ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O
zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da
cephede bulunmaktadır.
Şimdi bu
subaylardan birine kulak verelim.Alman
Subay Sanders anlatıyor:
Çok dehşetli
bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top
atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil
hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o
hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu.
Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey
yapamıyorduk.Bu şekilde ne
kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre
uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden
kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola
sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu.
Yanımda bulunan
tercümanıma dedim ki:
–Şu koşan asker ne diyor?
–Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.
Böyle bir
manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar
gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu.
Onu gören diğer
askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı.
Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker
cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu..
SLASH DOSTLUK
Grubundaki bir paylaşımdan alınmıştır.
******
Benim Yorumum:
Sayın Muhsin
kardeşim,Bu bir RİVAYETtir ve bunun bir Rirvayet olduğu
belirtisini de koymanız gerekirdi diye düşünüyorum.Sizden gelen bilgilerin çok değerli
olduğuna inanıyorum.
Bu nedenle de
yazıları büyük bir dikkatle okuyorum.Bu
RİVAYET'in bazı açıklamalar ile burada
yayınlanması gerekirdi diye düşünüyorum.Aksi
halde akla hayale gelmeyen sorularla karşılaşacağız ve Çanakkale de şehit düşen vatan evlatlarının neden Rasullulah tarafından
kurtarılmadığı, korunmadığı, neden daha
evvel girişimde bulunmadığı gibi saçma sorularla karşı karşıya
kalacağımız kesindir.
Bu da "İslam inancında bir zayıflık mı var? Neden Muhammed bu
kadar insanın şehit olmasına göz yumdu da daha evvel müdahale etmedi? Öyle ise
bu güç vardı da neden savaştık ki? Savaşmasaydık dahi Yeşil sarıklılar bizi
kurtarırdı" gibi hurafe dolu söylemler ve saçmalıklarla
dolu sorularla karşılaşacağımız kesindir.
Sizin
yazılarınızda İslam inancından kesitler görmekte iken bu tür RİVAYET lerin de lütfen (rivayettir ya da rivayetlere göre) olduğu notunu düşerek yollamanızı
rica ediyorum.
Umarım ki
yanlış anlamalara sebep olmuyorum.Zira İslam inancına göre hurafeleri gerçek gibi yansıtmak ta caiz değildir.
Aksi halde her
önüne gelen Hz. Muhammed'i rüyasında görecek olursa işin içinden kimse
çıkamaz. Zira bazı efendilerin bu işte gönüllü olduğunu hepimiz biliyoruz. Şahsen
de defalarca şahit olmuşumdur.
İnananları,Kur'an-ı Kerim,Zümer/3'ü okumaya ve ona göre
davranmaya davet ederim. Veli edinmeye kadar gidecek
bu RİVAYET leri, gerçeklerden ayırmak
bir Müslüman'ın baş görevidir. Hiç bir şekilde Kurşunları
leblebi misali toplayan asker yoktur. Öyle olsa idi bu kadar şehit
verilir miydi?
Ne amaçla
RİVAYET leri hurafelerle karıştırıyoruz ki?
Buna kimin ne
hakkı var?
ABD'nin
kurşun askerleri ile Mehmetçiği
bir birine karıştırmayalım.İnananlar
açısından, sokaktaki islam kazanmadan Kur'an da ki
İslam'ın kazanmasını diliyorum.
Her ne kadar gönülden istemesem dahi.
Saygı ile...
Ahmet Dursun
*****
Hz. Muhammed'in ibret veren
mektupları.
Peygamber Efendimizin (sav), Gassanlı kral Haris b. Ebi Şemir'e gönderdiği
tebliğ mektubunda şu cümlelere rastlamaktayız .
ÇANAKKALE SAVAŞI-İNGİLİZ BAŞKUMANDANI HAMILTON'UN RÜYASI
Allah'ın Resulü Muhammed'den, Haris b. Ebi Şemir'e;
Allah'ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah'a inanan ve bunu ikrar
edenin üzerine olsun. Buna göre senin mülkünün (yani ülken ve krallığının)
senin elinde kalması için, hiçbir şeriki ve ortağı olmayan, bir ve teklik
sıfatında olan Allah'a inanmaya sizi davet ederim"
(el-Vesaiku's-Siyasiyye, no: 37).Resulullah'ın
Arap Yarımadası'nda hüküm süren meliklere gönderdiği elçiler ve onları İslam
adına kazanma gayesi, Onun hayatını adadığı tebliğ ve irşad davasının bir
tezahürüdür. O, hayatının her devresinde İslam'ı yaymayı ve yaşatmayı kendine
dava edinmişti. Her zaman, her devirde ve her şart altında Peygamberimizin
davası bu olmuştur.
Biz Müslümanlar
da bu peygamberi metodu kendimize örnek alarak; şartlar ne olursa olsun, en
büyük vazifemizin İslam'ı tebliğ etmek olduğunu unutmamalıyız...
Gönderilen mektuplarda, önce iman konusunun
işlendiğini ve muhatabın, ilk olarak Allah'ın birliğine inanmaya davet
edildiğini görüyoruz. Kişi, Allah'a iman etmeye davet edildikten sonradır ki,
ona namaz, oruç gibi mükellefiyetlerden ve diğer şer'î hükümlerden
bahsedilebilir. Böyle olması tabiîdir. Zira, henüz iman konusunda tereddüt
noktasında bulunan bir insana, İslam'ın kendisine yüklediği hat ve görevlerden
bahsedilmesi mantığa aykırıdır.
Demek ki, tebliğde ilk adım, kişiyi Allah'a inanmaya ve itaate davet etmektir.
Bu temel inancın oturmasından sonra diğer mevzulara geçilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder