18 Mart 2016 Cuma

ÇANAKKALE'NİN BİLİNMEYEN TARİHİ

KOŞ HANIM KOŞ... ÇANAKKALE'NİN BİLİNMEYEN TARİHİ GELDİ !

 
Çanakkale Savaşı tarihinin hava-civa tarihçisi, 18 Mart Üniversitesi'nin davetiyle Çanakkale'ye gelmiş ve eski Rektörlük binasında malûm hava-civa sergisini açmış... 

(Sergi salonunun adı da İbrahim Bodur Girişimcilik Araştırma Merkezi'ymiş. Neyin girişimciliği, bilen yok. Sakın 'asparagas fotoğraf sergisi girişimciliği' olmasın?)


 Çanakkale'de ilahi makamlardan uzanan yardım eli.
Şu malûm zibidiler... Bunlara asker diyenler kör olmalı...

Bu sergiyi açan zat-ı muhteremi tanıyorsunuz... 

Hani şu üstü-başı paramparça, mezar hırsızı kılıklı iki zibidiyi 'Çanakkale'nin Hava Kahramanları' diye hiç utanmadan tüm Türkiye'ye pazarlayan ODTÜ okutmanı vatandaş...


Hani, Ceviz Kabuğu programında, resmin arkasını çeviren Hulki Cevizoğlu'nun, orada yazılı 1918 tarihini okuyunca "Siz bu resmin arkasına bakmadınız mı?" diye sorduğunda yüzü hiç kızarmadan "Hayır, bakmamıştım" diyen derûn ve dehşetlû araştırmacımız...


İşte bu zat-ı muhterem, geçtiğimiz cumartesi günü serginin açılışında bir de konuşma yapmış ve benim gibi, "o iki zibidinin asker olmadığını" ve hele hele havacı kahraman hiç olamayacağını söyleyenlere esmiş gürlemiş...


O orada konuşma yaparken, Ankara'da Mönch Yayıncılık isimli firmanın (ki, bu firma, bu sergi, kitap ve poster satış ve dağıtımını yürüten firmadır) müdür koltuğunda oturan baş yardakçısı da e-mail trafiğiyle söz konusu resme itirazı olanları 'vatan haini' ilan etmekle meşguldü... 

Çanakkale'de yatan sırlar 

Bu e-posta virtüözü baş yardakçıya ben de bir mail yollayıp "bedava avukatlığı bırakmasını, çünkü ayakçılığın sonunun kıyakçılık olduğunu" hatırlattım. Türkçe fukarası olduğundan ne demek istediğimi anladığını pek sanmıyorum ama, bir bilene sormuştur muhakkak...


Bugün de gidip malûm sergiyi gezdim. Daha kapıdan girişte bildiğiniz iki zibidinin resimleri... 

Onun yanına da Çanakkale'ye ait olmayan kimi resimlerle, çekim tarihleri 1915 veya 16 olmayan başka birtakım fotoğraflar yerleştirilmiş... 

Resimlerdeki şahsiyetlerin tamamı Alman pilotlar... 

Alman uçaklarına binen ve çoğu keşif uçuşu yapan Alman pilotları... 

Birinin sadece rasıdı Türk... 

Resmin altındaki ifadeye bakılırsa, o da "....rasıd yerindeki tek makineli  tüfeği kullanan rasıd"mış... 

Sanki rasıd yerinde birçok makineli de olabiliyormuş gibi...
                                     Emil Meinecke.

Serginin tanıtımından ve ortalığa konmuş broşürlerden pek belli olmuyor ama, söz konusu fotoğraflar "Çanakkale Savaşlarının Bilinmeyen Cephesi: Hava Savaşları" değil aslında... Bu fotoğraflar, Emil Meinecke isimli bir Alman pilotun özel arşivine ait fotoğraflar... 

Hangi resmi kimin çektiği de belli değil; çünkü resimlerin bazılarının açıklamalarından, fotoğrafları da başka bir Alman fotoğrafçının çektiği anlaşılıyor. (Derûn araştırmacımız, ölmeden önce Kanada'ya yerleşen Meinecke'nin bu fotoğraflarını, internette bir mezatta bulup almıştı. 

Adamın oğlu bu resimleri Alman hükümetine satmak istemiş, ama kimse ilgilenmemişti. İnternette de  uzun zaman bekleyen bu fotolar, meğer bizim hava-civa tarihçimize kısmetmiş)


Emil Meinecke ise, 1915'in son günlerinde Türkiye'ye gelen ve eldeki ilkel ve bakımsız uçaklarla keşif görevi yapmaya çalışan bir Alman pilotu... Siz kimseye çaktırmayın ama, bu adam, 6 hava zaferi kazanarak "Çanakkale cephesinin en başarılı pilotu" olmuş... 


Şimdi diyeceksiniz ki; "Çanakkale cephesindeki savaş 1916'nın Ocak ayında son bulmamış mıydı? 

Düşman bu tarihten itibaren çekilerek askerini diğer cephelere kaydırmamış mıydı? Buna mukabil Türk kuvvetleri de aynı cephelere takviye olarak dağıtılmamış mıydı? 

Mesela ünlü 19. Tümen ve 57. Alay Galiçya'ya gitmemiş miydi? 

1916'dan 1918'in sonuna kadar Gelibolu yarımadasında sadece bir alay bırakılmamış mıydı? 

1919'un Şubat ayına kadar kimsenin uğramadığı yerlerde havacılar niye çarpışmışlardı ki? 

1915'te topu topu üç tane uçağımız yok muydu? Bunun iki tanesinden biri Çanakkale'ye gelirken arızalanıp Marmara'ya inmemiş miydi? 

18 Mart sırasında Müstahkem Mevki'nin elinde tek bir uçak yok muydu? 

Bu iki zibidi hava kahramanının(!) resminin arkasında niye 1918 yazıyor? 

Neden bütün resimlerde uçakların yanında hep Almanlar var? 

Madem 1915'te Çanakkale'de hava savaşları yaşandı, bu savaşları kimler yaptı? 

Ezeli düşmanlar Alman ve İngilizler mi, yoksa Türkler mi?


Şimdi, konunun bunca tarih karmaşasına bulanmasının nedeni aslında çok açık:
Araştırmacı ve hava-civa tarihçisinin Anıtkabir dergisinde yayınlattığı hezeyanlar.

TV ekranlarında o iki zibidinin resminin arkasında 1918 yazılı olduğu anlaşıldı ya... 

Bu beylerin "Çanakkale'nin Havacı Kahramanları" balonu da patlayıverdi... 

Ama onlar yılmadılar; ısrarla ve inatla, şimdi tüm Çanakkale Savaşı tarihini bu iki zibidiye uyarlamaya çalışıyorlar. Bu nedenle, gerek sergi salonuna astıkları Türkçesi bozuk açıklamada, gerekse bastırdıkları broşürde bir de buna kılıf uydurmuşlar. Aynen şöyle diyorlar:



"Değiştirilmesi gereken bir ezber: Çanakkale Savaşı'nın süreci...

....Çanakkale Savaşı, Ocak 1916'da düşman kara ordusunun Gelibolu Yarımadası'nı boşaltması ile sona ermemiştir. 1916 ve 1917 yılı boyunca düşman donanması Çanakkale bölgesinde faaliyetlerine devam etmiş, deniz filosunun çeşitli bombardıman saldırılarında birçok askerimiz şehit düşmüştür. Düşman hava gücü ise Çanakkale Cephesi'ndeki faaliyetlerine Birinci Dünya Savaşı'nın neredeyse son gününe kadar devam etmiştir. Boğaz açıklarındaki adalarda üslenen düşman hava birliklerinin 1916, 1917 ve 1918 yılında Çanakkale ve civarındaki hedeflere karşı sürdürdükleri saldırılarda askerler ve siviller arasında can ve mal kaybı meydana gelmiştir. Bilinen yanlış kanının aksine, Çanakkale Savaşı demek, sadece 1915 demek değildir......."


Görüyor musunuz; "çevir kazı yanmasın" makamından bir diskur... 

Birinci Dünya Savaşı'nın bir cephesi olan Çanakkale'de çarpışmaların 1916 başında bittiği; bu tarihten sonra bölgede muharip askeri birlik tutulmadığı; düşmanın Ege adalarında kara birliği bulundurmadığı gibi, buralara konuşlanmış deniz ve hava birimlerinin sadece keşif maksadıyla uçuşlar yaptıkları ve Meinecke gibi Alman pilotlarının da keşif için uçan bu düşman uçaklarını kovalamakla eğleştikleri gibi tarihi ve belgeli gerçekleri bir kenara bırakacaksınız, bu beylerin dediğine inanacaksınız. 


Neden?

 Schrauderbach'ın kitabından yürütülen amele resimleri...Türk halkına 'asker' diye yutturuluyor.


Babası subay olmasına rağmen hiç asker arasında gezmemiş olduğunu düşündüğüm B. Yılmazer'in 'kanıt'ı: Ayağını rahatlatmak için çarığını ve dolağını çıkarmış bir asker... 

Diğer hepsinin ayağında ayakkabısı var.

Çünkü, milyonlarca basıp sattıkları iki zibidi resmi, artık her yerde çöp tenekesini boyluyor. Bu iki zibidinin "Çanakkale'nin Hava Kahramanı" olduğuna inanan kimse kalmadı artık. 

Bu tarihçi(!) beylerin, benzer örnek diye Lüdwig Schrauderbach'ın "Muharebe" isimli kitabından yürüttükleri amele taburu üyelerinin resimleri, siperde ayağını havalandırmak için çarığını çıkarıp dolağını çözmüş askerimizin fotoğrafı da kandırılan insanları tatmin etmedi... 

Şimdi, sözüm ona Atatürkçü ve ulusalcı geçinen kimi dernek ve kuruluşların parasıyla çeşitli yayınlara ve sergilere katılıyor; bu mesnetsiz iddialarını ve hava-civa tarihçimizin 1000 dolar ödeyerek internetten satın aldığı bu resimleri sergiliyorlar...


Bir bilim kurumu olan Çanakkale 18 Mart Üniversitesi de, Çanakkale'nin ortasında bu maskaralığa mekan açıyor...


Ne var ki, ben tarihin acımasız bir öğretmen olduğuna kalpten inanan bir insanım. Günün birinde, 'araştırmacı-tarihçi' ve hatta 'öğretim görevlisi' kisvesi altında yapılan bu sahtekarlığı geçmişin çöplüğünde yok olacakların arasında değerlendirecektir. Tarihi veri ve belgenin üç-beş kuruş uğruna nasıl çarpıtıldığını anlayacak ve bunu yapanları da çarpılmışa çevirecektir.


Ne var ki; bu kandırmacanın kısa vade içindeki etkisini hep birlikte yaşıyoruz. Aynı kaynaktan çıkan uydurma makaleler, internette "Çanakkale Hava Harekatı" başlığı altında beyinleri iğfal ediyor. 

Okuyan insanları gerçeklerden uzaklaştırıp, masal dünyasına sokuyor. İnsanlar, sanki Çanakkale semaları uçak kanatlarıyla kararmış, sanki Gelibolu'nun gökyüzünde uçak filoları çarpışmış sanıyor. Bunları okuyan kitleler de, "Vay beeee... Biz neymişiz be abi..." diye kel Fatmalar gibi kabarıyorlar...


Yetkin İŞCEN
gazeteci- 12.01.2010


***

Daha evvel farklı adreste yayınlanan bu yazıyı çok aramışyım.


Adres bir nedenle değişmiş ve bu sayfaya taşınmış.

Çok emek verilerek hazırlanmış bu sayfada daha onlarca yazı bulacaksınız.

Kesinlikle tavsiye ederim.

Sayın İşçen'e bu bilgileri süzerek verdiği için de özellikle teşekkürü borç bilirim.


Sayfadaki diğer bilgilere ulaşmak için adres...

 


***

Çanakkale Savaşı'nda yere inen bulut masalı

“YETİŞ YA MUHAMMED (SAV) KUR'AN’IN ELDEN GİDİYOR”



Resulullah Çanakkalede (Yetiş Ya Muhammed Kuran'ın Gidiyor)


Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.

 

Yetiş Ya Muhammed, Afrikalı çocuklar ölüyor.
 
 
Çanakkale Savaşı’nda İngiliz Norfolk Taburu’nun Bir Anda Yok Olduğu İddiası gerçek mi?



ÇANAKKALE 1915-YERE İNEN BULUTTA KAYBOLAN NORFOLK TABURU

 

Tanrı Müslümanları sevmiyor, Çanakkale'de kurtarıcı olan Muhammed burada seyirci mi oldu?

"Canakkale ruhunu" hedef alan bu tasfiye hareketinin milletle orduyu karşı karşıya getirmeyi amaçladığını dile getirerek, bu grubun yeni hedefinin
cumhurbaskanlığı seçimi öncesi ülkeyi kana bulamak oldugunu iddia ediyor.

Bu sözlerin sahibi bir Profesör. Hakkında daha evvel yorumlarımı yapmıştım.

Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.


HZ. MUHAMMET (Muhammed):ÇANAKKALE'DE
 

Resûlullah Çanakkale'deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti 


Tarihler 1928 yılını göstermektedir. 


Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hoca efendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Cemal Öğüt Hoca efendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider. 


Medine'de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür. Cemal Öğüt Hoca efendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. 


Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hoca efendiye yakınlıkduyar ve güzel bir dostluk kurulmuş olur. Cemal Öğüt Hoca efendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. 


Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hoca efendinin merakımı celp eder, bir gün sorar: "Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi: "Allah ve Resûl'ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hoca efendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. 


Anlamadığı da zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir, ancak Cemal Öğüt Hoca efendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. 


Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder: "Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile." 1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır. 1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu.

Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu.
 

Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum: "Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı.

Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki: "Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. 


Ben Kâinatın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım.

Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? 


Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… 


Ağlamamın sebebi budur." Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. 


Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi


Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı? Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti. Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. 


Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir: "O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…"
 

Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve Allah'ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.


Yetiş ya Muhammed Kur-an'ın elden gidiyor!

Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. 


Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim. Alman Subay Sanders anlatıyor:

Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.


Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.
Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. 


Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:


 –Şu koşan asker ne diyor?

 –Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.
 

Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu.
 

Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu..
 

SLASH DOSTLUK Grubundaki bir paylaşımdan alınmıştır.


******
 

Benim Yorumum:
 

Sayın Muhsin kardeşim, Bu bir RİVAYETtir ve bunun bir Rirvayet olduğu belirtisini de koymanız gerekirdi diye düşünüyorum. Sizden gelen bilgilerin çok değerli olduğuna inanıyorum.
   
 

Bu nedenle de yazıları büyük bir dikkatle okuyorum. Bu RİVAYET'in bazı açıklamalar ile burada yayınlanması gerekirdi diye düşünüyorum. Aksi halde akla hayale gelmeyen sorularla karşılaşacağız ve Çanakkale de şehit düşen vatan evlatlarının neden Rasullulah tarafından kurtarılmadığı, korunmadığı, neden daha evvel girişimde bulunmadığı gibi saçma sorularla karşı karşıya kalacağımız kesindir.
 

Bu da "İslam inancında bir zayıflık mı var? Neden Muhammed bu kadar insanın şehit olmasına göz yumdu da daha evvel müdahale etmedi? Öyle ise bu güç vardı da neden savaştık ki? Savaşmasaydık dahi Yeşil sarıklılar bizi kurtarırdı" gibi hurafe dolu söylemler ve saçmalıklarla dolu sorularla karşılaşacağımız kesindir.
 

Sizin yazılarınızda İslam inancından kesitler görmekte iken bu tür RİVAYET lerin de lütfen (rivayettir ya da rivayetlere göre) olduğu notunu düşerek yollamanızı rica ediyorum.
 

Umarım ki yanlış anlamalara sebep olmuyorum.Zira İslam inancına göre hurafeleri gerçek gibi yansıtmak ta caiz değildir.


Aksi halde her önüne gelen Hz. Muhammed'i rüyasında görecek olursa işin içinden kimse çıkamaz. Zira bazı efendilerin bu işte gönüllü olduğunu hepimiz biliyoruz. Şahsen de defalarca şahit olmuşumdur.
 

İnananları,Kur'an-ı Kerim,Zümer/3'ü okumaya ve ona göre davranmaya davet ederim. Veli edinmeye kadar gidecek bu RİVAYET leri, gerçeklerden ayırmak bir Müslüman'ın baş görevidir. Hiç bir şekilde Kurşunları leblebi misali toplayan asker yoktur. Öyle olsa idi bu kadar şehit verilir miydi? 


Ne amaçla RİVAYET leri hurafelerle karıştırıyoruz ki? 


Buna kimin ne hakkı var? 


ABD'nin kurşun askerleri ile Mehmetçiği bir birine karıştırmayalım. İnananlar açısından, sokaktaki islam kazanmadan Kur'an da ki İslam'ın kazanmasını diliyorum. 

Her ne kadar gönülden istemesem dahi.
 

Saygı ile...
 

Ahmet Dursun


 *****


Hz. Muhammed'in ibret veren mektupları.

Peygamber Efendimizin (sav), Gassanlı kral Haris b. Ebi Şemir'e gönderdiği tebliğ mektubunda şu cümlelere rastlamaktayız . 


 ÇANAKKALE SAVAŞI-İNGİLİZ BAŞKUMANDANI HAMILTON'UN RÜYASI

 

Allah'ın Resulü Muhammed'den, Haris b. Ebi Şemir'e; 

Allah'ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah'a inanan ve bunu ikrar edenin üzerine olsun. Buna göre senin mülkünün (yani ülken ve krallığının) senin elinde kalması için, hiçbir şeriki ve ortağı olmayan, bir ve teklik sıfatında olan Allah'a inanmaya sizi davet ederim"


 (el-Vesaiku's-Siyasiyye, no: 37).
Resulullah'ın Arap Yarımadası'nda hüküm süren meliklere gönderdiği elçiler ve onları İslam adına kazanma gayesi, Onun hayatını adadığı tebliğ ve irşad davasının bir tezahürüdür. O, hayatının her devresinde İslam'ı yaymayı ve yaşatmayı kendine dava edinmişti. Her zaman, her devirde ve her şart altında Peygamberimizin davası bu olmuştur. 


Biz Müslümanlar da bu peygamberi metodu kendimize örnek alarak; şartlar ne olursa olsun, en büyük vazifemizin İslam'ı tebliğ etmek olduğunu unutmamalıyız...  

Gönderilen mektuplarda, önce iman konusunun işlendiğini ve muhatabın, ilk olarak Allah'ın birliğine inanmaya davet edildiğini görüyoruz. Kişi, Allah'a iman etmeye davet edildikten sonradır ki, ona namaz, oruç gibi mükellefiyetlerden ve diğer şer'î hükümlerden bahsedilebilir. Böyle olması tabiîdir. Zira, henüz iman konusunda tereddüt noktasında bulunan bir insana, İslam'ın kendisine yüklediği hat ve görevlerden bahsedilmesi mantığa aykırıdır. 


Demek ki, tebliğde ilk adım, kişiyi Allah'a inanmaya ve itaate davet etmektir. Bu temel inancın oturmasından sonra diğer mevzulara geçilir.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder