Yazıda bazı tarihlere dikkat çekerek başlayacağım.
Bu nedenle yazı konusu dışında çıkıyormuş gibi algılanmaya
neden olabilir ancak tarihler kafanızı fazla karıştırmadan, konuya
odaklanırsanız netleştiğini göreceksiniz.
Erdoğan 7 Mart 2016 tarihli konuşmasının 22:30 dakikasında, "Şu
anda 3 milyon insan ülkemde. 3 milyar Avro destek vereceğiz, dediler. 4 ay
geçti. Hala verecekler. Sayın Başbakan şu anda Brüksel'de. Temenni ederim ki bu
parayı alarak döner" demişti.
Bunu neden söylüyorum?
Davutoğlu, Erdoğan'ın talimatlarının kesinlikle dışına
çıkamaz, bu da Erdoğan'ın Kayserili pazarlığından haberi olması gerektiği anlamına
gelir.
Lakin Erdoğan'ın dünkü, bir önceki konuşmaları dahil, bundan
bahis yoktur.
Eğer Davutoğlu, Erdoğan'ı devre dışı bırakmayı becerdiyse,
bu da yakında Erdoğan'ın çıkışlarından belli olur.
Yeniden, "Devlette çift başlılık olmaz" anlamında
açıklamalar, halkı aşağılamalar, feveranlar görebiliriz.
Davutoğlu oraya gittikten sonra ilave 3 milyar Avro'dan
haberi oldu ve basına da, Türkiye 3 milyar daha istiyor diye yansıtıldı. 7 Mart
2016
Yani bu tarihe kadar, henüz ilave 3 milyar Avro'dan
hükümetin haberi yoktu.
Olsaydı, en azından Erdoğan ağzından kaçırır ya da onlara
meydan okuduk falan der, 4 ay geçti parayı vermediler şeklinde ezik
açıklamalarda bulunmazdı. 7 Mart 2016/10:49-reuters
Nitekim, "Rusya 1 milyar dolarlık mal
almazsa almasın" dediği günlerde bu hezeyanların nasıl açığa çıktığını hep
birlikte görmüş, Tayyip
Erdoğan, bir sus kardeşim, sus artık, sus bre sus yahu demiştim.
Hiç bir partili, yetkili organları da bundan haberdar
değildi.
Davutoğlu'nun stratejik derinliği burada devreye girip,
halkın beyninde aldatma, kandırma politikasının bir stratejisi olduğu ortaya
çıkmış oluyordu.
Burada tarihi biraz geri saracağız.
29 Kasım 2015'te AP Liberal Grup üyesi Marietje Schaake,
Dündar ve Gül'ün tutuklanmasın hakkında, "Türkiye'de
hukuk ve temel özgürlükler konusunda sistematik bir gerileme görüyoruz"
diyordu.
06 Aralık 2015 tarihinde ise, AB Parlamento Başkanı Martin
Schulz ve Avusturya Başbakanı Werner Faymann, devlet televizyonu ORF'de
konuşuyorlar.
Faymann, " 3 milyar Avro Türkiye ile bir pakt anlamına
gelmez, bu para hediye de edilmiş değildir, sadece mültecilerin okul, sağlık ve
barınma hizmetlerinde kullanılsın diye veriyoruz" derken,Martin Schulz
" Faymann'a katılıyorum, bu para yeni müzakere açmak anlamına gelmeyeceği
gibi, AB sınırlarının korunması için verilmiştir" diyerek, adeta
Türkiye'yi, AB sınırının bekçiliğine havale ediyordu, gerekirse bu bekçilik
görevi için para musluklarının açılacağına işaret ediyordu.
Nitekim Erdoğan
NATO'yu, Davutoğlu AB'yi işgale çağırıyor ve Bu
kez Davutoğlu, paydaşlarını işgale çağırdı başlıklı yazılarımda belirttiğim üzere Merkel ve Macar
Başbakan Viktor Orban bile, "Türklerle anlaşmak paraya mal olacak. Biz
bunun bedelini ödemeye hazırız" diyordu.
Bu tarihlere neden geri döndüm?
Erdoğan'ın, "4 ay geçti. Hala verecekler" dediği 3
milyar Avro'nun harcamasını kontrol edeceklerini, doğru yere harcandığı
belgelenemez ise -ki Erdoğan dün belgeli
harcamalar dediğinin anlamı buydu- o vakit kalan parayı vermeyeceklerini
söylüyorlardı.
Başka ifadeyle Erdoğan'ın verilecek parayı mültecilere
değil, yakında yapılması muhtemel başkanlık halk oylamasında harcayacaklarını biliyorlar.
Erdoğan'ın sıkıntısı kaynak.
Zira daha 3 gün evvel Erdoğan, merkez bankasını boşaltmışlar
mealine gelecek şekilde, "Rezervi tekrar 130 milyar doların üzerine
çıkarmak gerek. Burada bankacılık sektörünün kontrolüne girilmemeli. Lobinin
kontrolüne girilirse, Merkez Bankası bu işin altından kalkamaz" diyordu.
Oysa Taraf'ın Ekonomi Yazarı Süleyman Yaşar, 13 Ağustos 2015
tarihinde geçici AKP Hükümeti'nin hazneyi nasıl soyduğunu gözler önüne
seriyordu.
İşte AB, tüm bunları kendi vatandaşımızın takip etmesinden
çok daha sıkı takip ettiği için, 3 milyar Avro'yu vermiyorlar, yani güvensiz ir
ülke konumunda hızla batıyoruz.
Ne de olsa, "ülkemi pazarlamakla mükellefim" diyen
birine kim, nasıl güvenebilir, eğer Dârü'l-harb anlayışınız yoksa?
Tarihler 7 Mart 2016'yı gösterdiğinde AB ile Türkiye
arasında, Taslak metinde henüz anlaşma olmadı diye açıklanıyordu.
Neden anlaşma olmamıştı?
Çünkü taslakta açık şekilde Türkiye zorlanıyor, mülteci
kümesi şekline sokulmak isteniyordu.
Taslağı AB kendisi hazırlamış, Türkiye'ye dayatıyor, üyelik
tehdidiyle kabul ettirmek istiyordu.
Taslakta garabet olan şuydu.
Yunan adalarına kaçan mültecilerin hepsini Türkiye alacaktı.
Öyle uyanık düzenlenmiş bir operasyon ki, Türkiye'nin
Yunanistan'dan aldığı her mülteci için AB'de aynı sayıda mülteciyi Türkiye'den
alacaktı.
Türkiye bu tezgahı kabul ederse, Schengen Bölgesi'nde
vizeden muaf tutulmayacak ancak bu konudaki çalışmalar hızlandırılacaktı.
Geri kabulün tüm koşulları yerine gelirse, Türkler Schengen
Bölgesi'ne vizesiz seyahat edebileceklermiş.
Ancak dikkat edin, sadece seyahat hakkı veriyor, ikamet hakkı yok.
Çünkü Schengen Bölgesi dedikleri şey, 1985 yılında 25
ülkenin aralarında yaptığı, seyahat özgürlüğünü kapsıyor.
Taslakta bulunan, "Türkiye'nin tam üyelik müzakerelerinde
yeni fasılların açılması için gerekli hazırlıkların yapılması" ifadesi de,
2015 yılında Martin Schulz ve Werner Faymann'ın söylediği geçeği örtmeye
yetmiyordu.
Schengen Antlaşması ise, AB'li 5 ülkenin sınırında polis ve
gümrük kontrolünün kalkması anlamına geliyor.
1996'da Tansu Çiller'in "Ya gireceğiz ya
gireceğiz" diyerek, besmeleyle imzaladığı tek taraflı gümrük anlaşması
gibi, bu anlaşma da Türkiye açısından yıkıcı sonuçlar doğramaya başlamıştır.
Çiller'in marifetiyle biz, AB ortaklarının pazarı durumuna
düşmüş, nerde çöpe atılan mallar var, bize kakalamışlardı.
Neyse, AB'nin dayattığı taslak geri kabul içeriğine
aykırıdır ama bunu bile bile dayatmaktadırlar.
Çünkü Erdoğan para alabilmek için açıkça pazarlığa başladığı
daha geçenlerde ifşa edilmişti.
Erdoğan'a, "evet pazarlık yaptım ama neden yaptım, hele
bir sor" tarzında milletle alay etmişti.
O nedenle AB, ikinci 3 milyar Avro verirken, Erdoğan'ın
alışık olduğu ülke pazarlamasını yeniden devreye sokmak için bu taslağı
dayatıyordu lakin taslak onaylanan metne aykırıdır.
2014 yılında yayımlanan geri kabul anlaşma metnine göre,
Birincisi dışarıdan gelenlerin Türkiye'ye yasa dışı yollarla
girmiş olmaları lazım ki, bahsi geçen statüye girebilsinler.
Oysa, ülkenin Cumhurbaşkanı, "kardeşlerimize kapıyı
açtık" dedikten sonra burada ne yasa ne de yasa dışı bir şey kalmamıştır.
Aksi durumda, "Erdoğan yasa dışı iş mi yapmıştır"
sorgulamasının yapılması öncelikli olacaktır.
İkincisi Geri kabul anlaşması 2 Ağustos 2014 tarih, 29706
sayılı resmi gazetede yayımlandıktan sonra yürürlüğe girmiştir.
Anlaşmanın hangi tarihte yapılmış olmasının hiç bir önemi
yoktur, isterse 70 yıl evvel yapılmış olsun.
Çünkü yayımlanan andlaşma hükümlerinde, yürürlüğe girme
tarihi, kararın yayımlanmasından sonra 3 yıldır diyor.
Aksi takdirde 16 Aralık 2013'te imzalanıp onaylanmış ve yürürlüğe
girmiş olsaydı, şimdiye kadar uygulanmış olur ve AB'nin son taslağına bu madde
ilave edilmemiş olurdu.
Zaten yayımlanan metinden de anlaşılacağı üzere 3 yıllık
geçiş süreci öngörülmüştür.
Bu, aynı zamanda T.C'nin kendi çıkarttığı yasaya uymaması,
AB'nin de kendi imzaladığı yasalara uymaması anlamına gelmektedir.
Şimdi burada Davutoğlu'nun sözüne gelelim.
Ne diyor?
Davutoğlu, "Biz ilk 3 milyarı bir yıl için de demiştik.
Onlar da iki yıl için ısrar ediyordu. Yeni bir boyut getirdik, bütün masraflar
artacak, 3 milyar daha istiyoruz dedim. Geri kabulden kaynaklanan bütün
masrafları da siz vereceksiniz dedim. Kayserili pazarlığı iyi oldu. Artı 3
milyar Avro yani. 2018’e kadar 6 milyar olacak..."
Kayserili tüccar edasıyla, ülkemizi pazarladım mealinde...
Davutoğlu hem ülke pazarlamaktan suçludur, hem yalan
söylemekten.
Zira 6 Mart'ta AB'ye giden adam, hangi arada taslak
hazırlamıştır da, Kayserili tüccar edasıyla ülkesini pazarlamıştır?
Diyemiyor ki, "onlar bu emri zaten vermişlerdi, bizim
çaresizliğimizi de biliyorlar, bari bundan kendime kahramanlık payı çıkartayım
da, ilerdeki seçimlerde nasıl olsa Türk halkı sadece havuz medyadan beslendiği
için pirim yaparız dedim" diyemiyor.
Ama anlayan anlasın der gibi konuşmayı biliyor.
Anlayan %'de kaç olursa artık.
Davutoğlu da tıpkı Erdoğan gibi halka yalan söylemektedir,
bu nedenle yargılanmalıdır.
Nasıl ABD başkanı Bill Clinton, Monica Samille Lewinsky ile
cinsel ilişkisinden değil, halka yalan söylemekten yargılanma aşamasına
geldiyse, Türk halkı da en az ABD halkı kadar onurlu, şerefli ve vefakardır.
Öyleyse bizim daha aşağı olmadığımızın bilinmesi,
demokrasinin gerçekten işler olduğunun dünyaya ispatlanması için Erdoğan'la
birlikte Davutoğlu'da yalan beyandan yargılanmalıdır.
Maden 17/25 Aralık, hırsızlık değil, madem bundan aklandık
iddianız var, o denli dürüstseniz, halka yalan söylemekten de korkmadığınız
kadar, bu konuda yargılanmaktan da korkmayacaksınız.
Türk halkı, vizesiz Avrupa'nın masal olduğunu bilmelidir.
Çünkü metin, kısmi vize kolaylığından bahsediyor ama
vatandaşla kafa yapıldığı ve havuzcuk medya alkışladığı için, gerçeklerin vize muafiyeti ya da vizelerin tamamen
kaldırılması olmadığı halktan gizleniyor.
Tam vize muafiyeti için 70 küsur başlıkta anlaşma sağlanması şartı var, bu sağlanmış
olsa bile sonrasında, AB üye ülkenin,
tek tek buna evet demiş olması şartı var.
Önünüze Yunanistan varken böyle bir şey mümkün mü?
O kadar adayı işgale
göz yumduğunuz halde bu mümkün olmadığı ortadadır.
Zaten Yunanistan'dan Türkiye'ye giden her bir mülteci için,
AB aynı miktarda Türkiye'den geri alacakmış.
Palavranın orijinali de burada.
Yunanistan Türkiye'ye yollayacak, AB'de Türkiye'den alacak.
Bu nasıl bir salaklık olabilir?
Neden Türkiye aracı yapılmaktadır?
Yunanistan'a Türkiye üzerinden girdiğinin kayıtları var mı
ki, şunlar Türkiye'den girmişti diye yollanabilecek?
Açık konuşalım, bu bir savaştır ve bu savaş AKP'nin, AB'li
paydaşları ile, Türkiye'de Türk milletine karşı yaptığı bir savaştır.
Şimdi Kayserili pazarlığı (her neyse) yapan Davutoğlu
Efendiye soralım.
Yunanistan üzerinden Türkiye'ye girenleri AB alacaksa, neden
Yunanistan'dan AB'ye doğrudan doğruya mülteciler gitmiyor?
Buradaki sır nedir?
Organ mafyası bu işin neresindedir?
Türkiye'nin doğusu resmen bölünmüştür, Suriyeli mülteci
kızları, açık kadın pazarında satılır gibi satılıyor ama hükümet buna
evlendiriyoruz diyerek örtü yapmaktadır.
Neden açık pazardır?
Çünkü sağlıklı mıdır, neden gelmiştir, hangi yasal koruma altındalar,
reşit olmayan kızlar evlendirilmekte midir, eğitim hakları gasp ediliyor mu gibi
bir çok soru yanıtsız kalmakta olduğu için, adeta kadın kurban pazarları
kurulmuş durumdadır.
Bunun getireceği ilave tehlikeyse, PKK'yla savaşıyoruz
bahanesiyle, Doğu'da yeni bir devlet kurma çalışmaları neredeyse bitirilmiştir.
Zaten ABD tarafından, PKK'ya alternatif yeni bir örgüt
kurmuş yani IŞİD'in,
Kürdistan için devreye sokulmuş olduğu açıklanmıştı, böylece yeni nüfus hareketlerinin temelleri o
günden filizlenmeye başlanmıştı.
Bu işin başına da, Guantanamo Kampı'ndan serbest bırakılan
Bağdadi getirilmişti.
IŞİD'in kadın ticaretinin aynısının neden Türkiye'de de
yapıldığını daha net anlayacaksınız.
Daha çok detay görmek isteyenler için, Şimdi
anladınız mı? IŞİD Kürdistan için devreye sokuldu başlıklı yazıya da göz atmalarını öneririm.
Kadın pazarı kurulan bölgelere bakacak olursanız İsrail'in
vaat edilmiş toprakları üzerinde yapılıyor olduğunu göreceksiniz.
6-7 gün evvel 3 milyar Avro'nun 95 milyonluk kısmını serbest
bıraktıklarını açıklayanlar ve özelikle Genişlemeden Sorumlu Komiseri Johannes
Hahn'ın, sığınmacı krizi dahilinde yapabileceği yardımlara ilişkin oluşturulan
fonlardan 55 milyon avro eğitim alanına aktarılacağını söylerken, "eğitim
imkanı sağlamak herkesin sorumluluğu ve her şeyden önce bir insan hakkıdır"
demesini biliyor ama orada kadın pazarlandığıyla ilgili tek söz etmiyordu.
İşin özeti şudur.
AKP'nin, AB ve ABD'li paydaşlarınca Türkiye topraklarında,
etnisite ve din kullanımı faydalı olmuş, şimdi kendine bağlı yeni bir nüfus
oluşturma hareketiyle karşı karşıya kalınmıştır.
Yunanistan üzerinden Türkiye'de mülteci yollanmasının
altındaysa, AB ve ABD'nin kontrolünde yetiştirilmiş yeni nüfusun, Türkiye
toprakları üzerindeki işgalin son halkasını oluşturmak üzere yapılandırılma
faaliyetlerinden başka bir şey değildir.
Türk halkı bu oyuna gelmemelidir.
Aksi
halde 18 yıl sonra o bölgelerde Türk kökenli nüfus kalmayacağı için, gelecekte
yapılacak bir hak oylamasıyla o topraklar Türkiye'den ayrılmış olacaktır.
Tıpkı
Hatay'ın katılması gibi, Doğu bölgemiz de halk oylamasıyla Türkiye'den
ayrılacaktır.
Tüm
çaba budur, bu yapılanmayı göremeyen halk, sürekli halk oylamasına
(Referandum) alıştırıldığı için, vakti
geldiğinde yapılacak bu hareketi de normal karşılamaya bağışıklık sistemi
yıkılarak alıştırılmıştır.
2
Eylül 2012'de, AKP
Ülke Pazarlamasına Hatay'dan LİFO yöntemiyle başladı başlıklı yazımda,
bunun detay ve gerekçelerini yazmıştım.
Yani
AKP ve paydaşları, Atatürk'ün kazanımlarını tersten ve tıpkı onun yöntemlerini
kullanarak, nasıl ülkeyi parçaladığını açıklamıştım.
Bu
yaşadığımız olaylar, o yazımın ne kadar doğru tespitler içerdiğini bir kez daha
gözler önüne sermektedir.
Nitekim, Cumhurbaşkanını halkın seçmesi bu parçalanmanın ilk
fiili ayağını oluşturmuştur.
Parola yaklaşık 70 yıldır şudur.
Halk isterse, halka rağmen gibi söylemler temelinde
gelişmiştir.
Geçen ki yazımda sorduğum, İzmir'de "Mülteci Kabul ve
Barınma Merkezi" kurma çalışmasının anlamı nedir sorusunun yanıtı da
burada ortaya çıkmış oluyor.
Yeni oluşturulacak nüfus tüm ülkeye paylaştırılarak silahsız
Sevr, değişik şekilde yeniden hayat bulmuş olacaktır.
Türk milleti, -eğer ki kaldıysa- şunu iyi bilmelidir.
Davutoğlu'nun bahsettiği Kayserili pazarlığı, ülkenin
bölünme ilanıdır.
Bölünürken, sınırlarımızın içine yarleştirilen yeni nüfusun
dışarı çıkmamasını kontrol görevi de, egemenlik hakkı da, AKP'nin çıkartacağı yasalarla Frontex'e
verilmesi kararlaştırılmıştır.
Türk milletine hayırlı, uğurlu olsun.
10.3.2016
A. Dursun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder