Dün, Dokunulmazlık oyunu, erken seçim tuzağı başlığında yazmıştım ancak konuyu biraz daha detaylandırma, örneklendirme ihtiyacı duydum.
O nedenle bir nevi yazının devamı diyebilirim.
Asıl dokunulmazlığı kaldırılması gerekenler ortada dururken, salt günübirlik politikalar sayesinde, Taş devrinden, kaya devrine geldik?
Nedir bu kaya devri, nasıl geldik, neler yaşadık, neden yaşadık, beyinlerimiz kimler tarafından, nasıl tecavüze uğradı, nasıl başardılar, hatamız, eksiğimiz neydi?
Bu sorunun yanıtlarını ararken, arada bazı kısa videolar ve görüntüler de sunacağım.
Örnekte görüldüğü gibi.
Kirli bilgi toplumda hızla yaygınlaşıyor, ben bunu, geleceğe
bırakılacak türden bilgi olarak görmüyoruz.
Bir örnekle yazıya başlayım.
Hilal Kaplan denen şahıs, bir çok ucube yazısı var lakin
Mithat Sancar adı kullanan kişiye atıfla,"Genelevler kapatılsın..."
dediği gündeme taşınmış.
Üstelik bununla ilgili, kendi sayfasından bir nota şahsen ulaşamadım.
O da tahminen bunlara meydan okurcasına sayfasında bir not
paylaşmış.
Lakin, etme-bulma dünyası derler ye, öyle bir şey olsa gerek.
Önce buna bakarak başlayalım.
Türk bayrağı demeyi de artık tartışmamız lazım
Bir kadın gazeteci Hilal Kaplan da “Genelevler ya kapatılsın ya da İslami usullere uygun hale getirilsin” demiş. “Her geneleve bir imam atanması ve muta nikâhıyla insanımızı zina yapmaktan kurtarmalıyız” diyerek de çözümü söylemiş.
Yandı gülüm keten helva! Kadının ya genelevlere giden insan sayısından
haberi yok ya da orayı kutsal bir yer sanıyor. Birileri bir akıl verse
iyi olacak. Işıl Özgentürk, 13 Mart 2016-Cumhuriyetarsivi
Taş devrinden, kaya devrine nasıl geldik?
Diyeceksiniz ki, "Taş devrini biliyorduk da, bu kaya
devri de ne ola ki?"
Haklısınız, açmaya çalışacağım.
Öyle ilginç, anlaşılması zor kavramlar, teknik terimler
kullanmadan, her seviyedeki insanın anlayacağı dilden yazmaya gayret edeceğim,
umarım sıkıntılı yazı olmaz.
Düşünmek insan olmaya yeteri mi, her düşünen insan mıdır?
İnsan...
Güzel bir söz gibi geliyor kulaklara.
İyi de, her iki ayak üzerinde duran insan mı?
İnsan demek, belirli gelişim evrelerini tamamlamış demektir.
Diğer iki ayak zerinde duran canlıları doğrudan geçiyorum.
Kendi neslimizden söze girelim.
Doğuyor ve emekliyoruz.
Henüz iki ayak üzerinde duramıyoruz.
Bir süreçten sonra başarıyoruz, lakin sadece iki ayak
üzerinde durmayı başarmaktan ibaret, gelişimini tamamlamamış veya bedensel gelişimiyle
zihinsel gelişimi orantısız (Neotenik) olan
da bizim türümüz.
Öyleyse nedir bu insan?
İnsan, öğrenmek ve anımsamak üzere iki süreçten ibarettir.
Eski söylemiyle, "Düşünen" değildir ya da "düşünen
hayvan" değildir.
Diğer canlıların düşünmediğini kim söylüyor?
Siz hiç diğer canlı yaşamında bir hayat sürdünüz mü?
Demek ki bunlar tamamen zan ve sanılarımız.
Bize öyle geldiği için, öyle sandığımız için öyle olduğuna inandığımız
veya inanmaya zorlandığımız kavramlar.
Eski masallardaki gibi, düşünen hayvan değilsek neyiz?
Öncelikle bizi diğer canlılardan farklı kılan, öğrenme
yetimizdir.
Daha ötesi, bu yetinin, öğrendiklerimizin üzerine sürekli
yeni bilgiler ilave edebilmemizdir.
İyi de, diğer canlılarda öyle.
Örneğin fare, kediden korkmasını öğrendikten sonra ölürse,
kendisinden sonraki doğan nesil sadece kediden korkmasını bilecek.
Fakat o nesillerden biri, günün birinde yılandan korkmasını
da öğrenirse, ondan devam edecek nesiller hem kediden hem yılandan korkmasını
öğrenmiş olarak doğacak, eski bilgileri yeniden öğrenmek zorunda kalmayacak.
Bu özellik bizlerde de var.
Bunu 5 bin yıllık kadın erkek çatışması başlığında
detaylandırmıştım, o nedenle kısa tutuyorum.
Öyleyse öğrendiklerini gelecek nesillere aktarabilmek sadece
bize ait değilmiş.
Daha ötesi insan hariç diğer canlılar bunu daha güzel
uyguluyor.
Çünkü kendisinden doğan nesiller zahmetsizce bu bilgilerle
donatılmış olarak doğuyor.
Ama insan, bu bilgiler kendisinde olduğu halde bunu
kullanamıyor.
Bazen kullandığı oluyor ancak, olağan üstü durumlarda ortaya
çıkabilmekte.
Deja-vu denilen olay da bunun bir nedenidir.
Demek ki salt öğrenmek insan olmamız için yeterli değil.
Nasıl ki kedi, fare gibi canlılarda davranış kalıpları
aynıysa, insanın davranış kalıpları da var ve bunun en büyük özelliği,
öğrendiklerini, kendi yaşamı boyunca unutmamaktır.
Unutmak, insanı yaşamdan başka ifadeyle, insan olarak
yaşamaktan uzaklaştırır.
Demek ki insan olmanın bir gereği de, sürekli öğrenek ve
bunlar yaşamı boyunca asla unutmamaktır.
Örneğin Alzaymırlı (Alzheimer) bir hasta, her şeyi
karıştırmaktadır.
Bunun nedeni, hafıza merkezinin bozulması, nöronlarda eksilme
başlamasıdır.
Demek ki insan olmanın yegane özelliklerinden biri de
unutmamakmış.
Nitekim Alzaymırlı biri de insandır ancak çekilmez, tahammül
edilemez olmuştur.
Mağara devrinden beri insanlık bir şeyler öğrenmiştir, fakat
hiç birini anımsamayız, gizli kodlar şeklinde beyinlerimizde olsa dahi, yaşamımız
boyunca ön loplarımızı kullandığımız için bunları anımsamayız.
Bizim, hayvanlar gibi bilgi mirası devretmemiz mümkün olsa
dahi, onu kullanmamız mümkün değildir.
Demek ki biziz insan yapan değerlerden birisi de, hafızlarımızı
yani bilgilerimizi gelecek nesillere devretme şeklimizidir.
Bu devir genellikle masallara dayandırılmıştır.
Ta ki yazı icat olana kadar.
Daha öncesindeki devir sistemimiz, mağara duvarları vs... olmuştur.
Öğrendiklerinizi unutursanız ne olur?
Neler yaşayacağımızı detaylı olarak "5 bin yıllık kadın erkek
çatışması" başlığında anlatmaya çalışmıştım, yeniden tekrarlamayacağım.
Hayvanlar genleri vasıtasıyla öğrendiklerini, bilgilerini,
gelecek nesillere aktardığı için, bizden daha şanslılardı, ta ki bilim devreye
girene kadar.
İnsanlar öğrendiklerini unutursa düşünmek diye bir kavram
olmaz, ne düşüneceksiniz, boş boş bakışlar düşünmek anlamı kazanamaz, düşünmek
için kırıntı düzeyinde olsa dahi bilginiz olması şarttır.
O nedenle entelektüel bilgi ve bu bilgiyi hafızada tutmak çok
önemlidir.
O nedenle, toplumda karşılaştığınız insanlardan, bilgilerini
unutmayan veya sürekli yenileyerek güncel tutan insanlar konuşmaya
başladıklarında, hayranlık ve şaşkınlık içinde izlediğimiz olmuştur.
Az sayıda bu tip insan olmakla birlikte, herkesin yakından
tanıdığı için örnek vermek istediğim isim, Prof. Celâl Şengör (Ali Mehmet Celâl
Şengör) olabilir.
Bilgiyi anımsamak neden önemlidir?
Örneğin, bir hayvana yardım edip kurtarmayı öğrendiğinizde, bu
bilgiyi anımsayamıyorsanız, başka bir hayvana yardım diye öldürürsünüz, çünkü o
da kurtuluşu olur.
Öyleyse düşünmek, unutmamak, hafıza, öğrendiklerinizden ders
çıkartmak, iyiye doğru geliştirmek, kötüyü de bilmek için, iyiliği hatırlamanız
zorunludur.
Herkesin anlayacağı düzeyde örneği açalım.
Yolda gidiyorsunuz, aç bir köpek gördünüz doyurdunuz veya
yaralı bir köpek gördünüz velev ki tedavi yöntemini bilmiyorsunuz ancak bir
şekilde, deneyerek tedavi ettiniz, özetle kurtardınız.
Başka bir köpeği başka zaman gördünüz, ama geçmişteki tedavi
ettiğinizi, yani tedavi edilebileceğini unuttunuz.
İyi birisi olduğunuz için bunu da kurtarmak istediniz ama
geçmişte yaptığınız kurtarma hareketinin, iyileştirme şeklinde olduğunu anımsayamıyorsunuz.
Ancak yine kurtarma azmindesiniz, öldürürsem acı çekmekten
kurtulur diye de düşünebilirsiniz.
Eğer ki geçmişteki tecrübenizi anımsamıyorsanız, şimdi
kurtarmak sözcüğü sizde acı çekmekten kurtarmak şekilde, belki de öldürerek
kurtarmaya dönüşecektir.
Yani, bizi biz yapan, öğrendiklerimizi unutmamaktır.
Öyleyse yorumlamak, düşünmek, üretmek için kısaca buna "insan
vasfı-özelliği" sahibi olmak dersek, insan olmak için unutmamak
zorundayız.
Aksi durumda öğrendiklerimizin üzerine, daha güzel olan
öğretiler ekleyemez ve gelecek nesillere aktaramayız.
Çünkü insan, öğrendiklerini genleri vasıtası ile toplayıp
depolasa bile, gelecek nesillere aktaramıyor.
Öyleyse bir şekilde aktarım yolu bulmalıyız ki, en güzel yöntemi
kaydetmek olarak görülmektedir.
Neden kandırılıyoruz?
Özellikle, öğrendiklerimizi anımsamamak, doğru ile yanlışı
kıyaslayamama sorunu yaratır.
Hem ferdi, hem toplumsal hafızalarımıza sürekli saldırılar
bu nedenledir.
İşin özeti şudur.
Ne kadar hafıza, o kadar insan.
İnsan ölmeden evvel, hayalleri ölür, sonra kendisi derlerdi
eskiler.
Hayallerimizi kurduran da, öğrendiklerimiz yani hafızalarımızda
var olanlardır.
Bilmeyen ne hayal kurar ne de düşünebilir.
Demek ki kandırılmamızdaki yegane unsur, hafızalarımızdaki
kayıplardır.
Örneğin bir siyasetçi meydanlarda konuşuyor, "Köprüden para almayacağız yeter ki bitsin"
diyor.
Halk alkışlar eşliğinde, arkasında...
Aradan bir kaç yıl geçiyor, köprü bitiyor ve astronomik
ücretler ortaya çıkıyor.
Tıpkı, "Başkanlık sitemi, Emperyalizmin bize dayatmasıdır"
diyenin, ısrarla başkanlık istemesi gibi.
Geçmişte söylenenleri anımsayan bir kaç kişinin sözleri
cılız kaldığı için, siyasetçinin en güzel günleri yeniden başlıyor.
Bu kez masallar değişiyor.
"Bu paralar size yol, köprü, su olarak geri dönecektir"
demeye başlıyor.
Hafızasını yitirmiş yığınlar, buna da alkış tutmaya
başlıyor.
Aradan zaman geçiyor, yolsuzluk, susuzluk, işsizlik,
enflasyon, terörist beslemek, yandaş beslemek, kayırmacılık gibi akla zarar
olaylar yaşanıyor, ama kimse "geçmişte yol, su, köprü olarak bize dönecek olanlar nerede"
demeyi anımsamıyor.
İyi de bütün bunlar neden oluyor?
Bütün bunların nedeni, yukarıda size aktarmaya çalıştığım,
atalarımızdan bize geçen ancak olağan üstü durumlar olmadan ortaya çıkmayan alt
beyinlerimizdeki belleğin uyarılıyor olmasıdır.
Ne var o alt beyinde?
İnsanlığın ortaya çıktığından beri, bizlere dayatılan,
hafızalarımızı işgalle görevli bilgiler var.
Örneğin korkular, umutlar, üzüntüler, sevinçler ve hepsinden
önemlisi, her insanın alt beyinde gizli duran, "öldükten sonra ne olacağı"
sorusu.
Gerçekten öldükten sonra yaşam var mı, varsa burada çektiğim
işkenceyi bari orada çekmeyeyim beklentisi.
İşte dostlar, binlerce, on binlerce yıldır, iki ayağı
üzerinde durmayı başarıp, hafızasını teslim etmişlerin oluşturduğu
kalabalıklar, sizleri de teslim aldığı için, bu gün toplum huzurunda yaşanan
soytarılıkları izlediğimizin farkında mıyız?
Bizi yönetenler, o nedenle hafızalarımıza tecavüz
etmektedirler.
Çocuklarına tecavüz edenlere sessiz kalan bir toplumun
yaşadıkları, hafızalarına yapılan tecavüzlerle doğru orantılıdır.
Ne kadar hafıza, o kadar tecavüz.
İşin belki de en net ifadesi budur.
Soru önemli, "Neden yaşıyoruz, veya yaratıldık?"
Yanıt basit ve nettir.
"Bilgiyi gelecek nesillere aktarmak için yaşıyoruz."
Yoksa, öldükten sonra ne olacağız sorgusunda kısılıp
kalırsak, korkularımız üzerinden beyinlerimize yapılan operasyonlara, asla DUR
diyemeyiz.
Ötesi berisi yok, bilgiyi gelecek nesillere aktarmak için
varız ve genlerimizin görevi de budur.
O nedenle çoğalmak, üremek güdüsü taşırız.
Böylece bilgiler çoğaldıkça ve sürekli geliştikçe en üst
bilgi noktasına doğru gidiş başlayacaktır.
Dediğim gibi bunun en temel şartı, bilgi depolanabilir ve her
an kullanabilinir olmalıdır.
Şahsi yaşamımızda bunun en iyi yolu, arşiv tutmamız veya en
basit haliyle, notlar almamız gereğidir.
Bilim söz konusu olunca da, evrensel arşivler oluşturulmalı,
erişilebilir olmalıdır.
Bu erişime, telif adıyla yasak konulmamalı, bilimsel
gelişmelerde telif söz konusu olmamalı ancak mesleki ahlaktan (etik) özün de
verilmemelidir.
Örneğin intihal ağır suç olurken, bunun dışında yani atıfla
yapılan her veri kullanılabilinir olmalıdır.
Beyinlerimiz, yeni öğrendiği bilgiyi, eski bilgiyle karşılaştırabilecek,
bir birbirini doğrulayıp veya yanlışlaşabilecek, en doğrusunu veya güncel olanı
seçecek düzeydedir, yeter ki ona bu fırsatı verelim, engellere, karşı duruş
sergileyelim.
Böylece aldatılamayan insan modeline doğru bir süreç
başlayacaktır.
Beki de alt beyindeki tüm bilgiler birleşerek süper bir
bilgi ormanına dönüşecektir.
Bu durum, insanın insan olmasını gerektiren beyin
kapasitesinde, büyük artışlara neden olmaya başlayabilir.
Böyle bir durum söz konusu olabilirse, beyin bunu
taşıyabilmek, kullanabilmek, sürekliliğini sağlayabilmek için kapasitesini
genişletmeye başlayacaktır.
Belki de beyin kullanım yüzdemiz, bu sayede yükselmeye
başlayacaktır.
İyi de, beyin kullanım kapasitemiz yükselirse ne olur ya da
ne olması beklenebilir?
1973 yılında, henüz 15'li yaşlarıma geldiğimde bir yazı
okumuştum.
O dönemler, gençler arasında moda olan, dişimle gazoz açma
uğraşısına girdiğim için kırmış, çektirmeye gitmiş, bekleme salonunda bir dergi
bulmuş, kurcalamaya başlamıştım.
Ankara Anafartalar çarşısında bir diş doktoruydu, üstelik
tek başıma gitmiştim.
O dönemlerde, her işimizi kendi başımıza halletmemiz öğretildiğinden,
kendi göbeğimizi de kendimiz kesiyorduk.
Dergide ilginç iddialar vardı.
Yazıyı kim yazmıştı anımsamıyorum, ne de derginin adını.
Zira dişçi koltuğu beklentisi içindeyken ancak bir kısmını
okuyabilmiş, diş çekiminden sonra salonda sıra olduğu için, derginin devamına
bakmamıştım.
Okuduğumdan aklımda kalanlarda, şöyle ifadeler anımsıyorum.
Çok gizli askeri çalışmalar, orduların çok küçük boyutlarda
sevk edilebilmesi üzerine, düşüncelerden bahsediyordu.
Çok ilgimi çekmişti ve bu çalışma profesyonel ordu anlamında
değil, açık ve net olarak küçük bir çantaya sığdırılabilecek bir teknolojiden bahisle
söylendiği anlaşılıyordu.
İşin özünde, atom ve moleküler düzeyde müdahaleden
bahsediyordu ve uğraşılan madde ne kadar küçülürse, yer çekimi ve sürtünmenin o
kadar önemsizleşeceğinden bahsediyordu.
1960'lı yıllarda ABD'de bu tür çalışmaların başladığı,
gelecekte maddelerin atom ve molekül yapılarına müdahalelerle yeni
teknolojilerin olabileceği ve askeri amaçlarla kullanılırsa, yenilmez ordular
yaratılabileceği falan yazıyordu.
Bu bilginin devamına erişemedik ve hızına da yetişemedik, kesildi, biz din-lenmeye başladık.
Nitekim yıllar sonra biz bunu, Nanoteknoloji olarak tanıdık.
Her neyse, asıl söylemek istediğim bilgilerimizi, hafızamızda
tutmamız kadar, onu kullanmamızın, bizi asıl insan yaptığını anlatmaktır.
Yoksa konuşuyor, koklaşıyor, düşünebiliyor olmamız tek
başımıza bizi insan yapamaz diye düşünüyorum.
İşin özeti, bizi insan yapan değer bilgi edinme, depolama,
kullanabilme ve bilgileri gelecek nesillere aktarabilmemizdir.
Toplumlarda insancıl olmayan davranışların temelinde,
bunlardan yoksunluk yatmaktadır diye düşünmekteyim.
Zira kandırılmamıza en büyük neden, hafızamızda bilgilerin
yer etmiş olmasına rağmen onu kullanamıyor veya çıkarlarımız gereği kullanmıyor
oluşumuzdur.
İnsanlar gibi toplumlarda böyledir, bir toplumun hafızasıyla
ne kadar oynanır, uzak ve özellikle yakın geçmiş ne kadar tahrip edilirse insan
olmaktan o kadar uzaklaşırız.
Bu söylem, kesinlikle geçmişte yaşamak, geçmişe dönük yaşam
tesis etmek anlamına gelmez.
Tam aksine, geçmiş bilgileri kullanamadığımız için kişilik
bozuklukları baş göstermektedir, toplumsal hafızanın tahribatı da, toplumsal
çöküş ve geriye dönüşü getirecektir.
Tüm buraya kadar anlatmaya çabaladığım şey, özellikle Orta
Doğu ve bizim toplumumuzdaki bilgi ve hafızaların çökertiliyor olmasıdır.
Yani bizim gibi toplumlar, hafızalarındaki bilgileri
kullanamadıkları gibi, yeni, gelişmiş üst düzey bilgilere de kapatılmışlardır.
O nedenle çöküyor, o nedenle sömürülüyoruz.
Daha evvel, "gelişmiş toplumlarla
aramızdaki fark nedir" diye yazmaya çalışmış, orada belirttiğimiz
gibi (bazı tartışmalarda yazdıklarımızdan alıntılar da olduğu için biz eki
kullanıyorum) onlar, bizden daha üstün, liderleri daha akıllı, daha verimli
toprak sahibi oldukları için değil, daha dürüst ve daha çok bilgiyi toplumsal
olarak paylaştıkları ve gelecek nesillere daha çok aktarma imkanı kullandıkları
için gelişmişlerdir.
Malum bir deyiş ardır.
"Amerika'yı yeniden keşfetmenin ne anlamı var"
deriz.
Eğer toplumunuzdaki insanlara bilgiyi yaymıyor, hepsinden
önemlisi gelecek nesillerinize aktaramıyorsanız, toplumunuzdaki fertler teker
teker Amerika'yı keşfetmek zorunda kalacaklardır.
Bu da, gelişmenin en büyük engeli, alenen geriye gitmektir.
Düşünsenize elektrik, keşfinden sonra gelecek nesillere
devredilmemiş olsaydı, sadece keşfedilen bölgede kısıtlı bir grup tarafından
kullanılmış ve yok olmuş olacaktı, üstelik elektrik kullanımı açısından yeni
teknolojik gelişmeler yaşanamayacaktı.
Batı ile bizim aramızdaki en büyük farkın başında, bu durum yani
gelecek nesillere aktarmamak, toplumla paylaşmamak, ilerlemeyi engellemek gelmektedir.
Bunun nedeni de, okumuyor olmamız, hayatını tek kitaba bağlı
yaşıyor (Timeo Hominem Unius Libri) olmamızdan
kaynaklanıyor.
Bizde henüz telefondaki "alo" sesinin nasıl karşı tarafa
geçtiğini bilmeyen, televizyondaki görüntü prensiplerinden hiç haberi olmayan
milyonlarca insan varken, üstüne üstlük hala uzay yolculuğu örneğin, aya
yolculuk yapılmadığına, aya ayak basılmadığına inanan milyonlarca insan varken,
nasıl ileri ve medeni bir toplum olmamız beklenebilir ki?
Peki neden bu duru yaşanmaktadır?
Bunun en büyük nedenlerinden birini, yukarıda "çıkarlarımız gereği"
şeklinde ifade ettiğim satırlarda açıklamıştım.
Yani bilgilerimizi, hafızamızı kullanmamamız, bizi yönetenlerin
çıkarları gereği olduğu içindir.
Siz, Batı toplumlarında, dini sohbetleri TV'lerden
milyonlara dayatan kanallar görüyor musunuz?
Ya da orada yüzde kaç, bizlerde yüzde kaçtır?
77 yıldır Türk toplumunun
hafızasıyla oynanmıştır, sürekli olarak din telkinleri, üstelik devlet
eliyle ve bizim kazancımızdan alınan haraçlarla (ki vergi deniyor)
yapılmaktadır.
Diyeceksiniz ki, Cumhuriyet de Osmanlı'daki hafızalarımızı
yok etmiştir.
Kısmen haklısınız ancak, Osmanlı'nın çöküş nedenlerine
bakacak olursanız, bilime, az da olsa yapılmış bilimsel çalışmaların, gelecek
nesillere aktarılmasına nasıl engel olunduğunu görüp anlarsanız, neden
Osmanlı'nın çöktüğünü de anlayacaksınız.
O nedenle Osmanlı'nın o köhne zihniyetine düşüş, gelecek
nesillerin yok edilmesi projesidir, o nedenle Osmanlıcılık zihniyeti, iflasın,
toplumsal dejenerasyonun diğer adıdır.
Özellikle son 15 yıldır topluma dayatılan köhne zihniyet,
sürekli olarak geçmişi yaşatma, geçmişe inandırma çabaları, toplumun yenilenme,
öğrenme, gelecek nesillere bilgi aktarma zorunluluğunu baltalamıştır.
Yani, hafızalarımız iflasa sürüklenerek, yeni bilgi
edinmemizin önü kesilerek, eski bilgilerimizle, yeni bilgilerimizin tamamlayıcı
süreci kopartılmıştır.
Durum böyle olunca, artık o toplumu herkes dilediğince
savaştırır, dilediğince kandırabilir, dilediğince kullanabilir.
Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşanan kaosun, işgalin tanımını
yapmaya kalkarsak, hafıza kaybı, yeni bilgilerin kesintisi, engellenmesi, geleceğe
yapılacak her tür aktarımın bitirilmiş olmasıdır.
Buna bir örnek verelim.
Erdoğan'ın, "interneti yasaklıyor diye yaygara koparanlar var" demesinden sonra, bilginin paylaşılmasına, ulaşılmasına engel olacaklarının altını çiziyor ve "Twitır mivitır hepsinin kökünü kazıyacağız" diyor.
Ben buna özetle, "KAYA DEVRİ" diyorum.
Ne zaman "KAYA DEVRİ" desem, aklıma bir yazımda
bahsettiğim Zeki Yamani'nin sözü geliyor.
Yazımda o satırları şöyle vermiştim.
Dünyada Seven Sisters diye bilinen 7 dev firma vardır. (British
petroleum, Shell, Mobil, Exxon, Gulf, Texaco , Chevron).
Zeki Yamani'nin,"Taş Devri, taş bittiği için bitmemiştir; Petrol Çağı da dünyada petrolün bitmesinden çok daha önce bitecektir" sözüne vurgu yapan Doç. Dr.Volkan Ş.Ediger'in, "Osmanlı'da Neft ve Petrol" adlı eserinde geniş kapsamlı detaylar bulacaksınız.
Konuyu merak eden varsa, "Hamd olsun, şimdilik KÜRESEL ISINMA
da TEĞET geçti" başlıklı yazıma bakabilir.
Neredeyse taş devrini yaşar durumdayız ancak, dünyadaki
gelişmelere (Örneğin, yeni teknolojilerin pazarı olduğumuzdan dolayı) fazla uzak
kalamadığımız için, tam anlamıyla taş devri olmasa dahi, taşlaşmış beyin
taşıyan insanların sayısı arttığı için, "KAYA DEVRİNDEYİZ" diyorum.
Bundan kurtulmak için çözümler elbet ki vardır.
Sizlerin bilgiye ulaşım hakkını kısıtlayan, engelleyen veya
farklı mecralardan bilgisel düzeyde beslenmenizi sağlayanlara, tek kaynağa
bağlı kalmanızı sağlayanlara, yaşamı boyunca hiç bir ticari faaliyeti olmadığı
halde açıklanamaz servetler edinenlere, çocuklarınızı kendi kindar-dindar
davalarına yönlendirenlere "DUR" derseniz, hem bu gününüzü hem
çocuklarınızı hem de geleceğinizi kurtarmış olacaksınız.
Son olarak şunu söylemek isterim ki, yakında Halk Oylaması'na
(Referandum) sunulması planlanan yeni Anayasa'da, Başkanlık sistemi de halk
için istenmemektedir?
Onca yasa varken, onca yasak varken, teröristlerle oturup
pazarlık yapanlar, bu yasaklara rağmen bunu yapabilmişlerse, teröristler ülkeyi
cephaneliğe çevirirken oturup izlediklerini kendi ağızlarından itiraf
etmişlerse, ne yeni Anayasa ne yeni siyasal sistem bu millete çare
olmayacaktır.
Hacı Bektâş-ı Velî ne güzel söylemiş.
Hararet nârda’dır, sac’da değildir,
Kerâmet sendedir, tâc’da değildir.
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir.
Sakın, bir kimsenin gönlünü yıkma,
Gerçek erenlerin sözünden çıkma.
Eğer insan isen ölmezsin, korkma,
Âşığı kurt yemez, uc’da değildir.
Gönül kâ'besine girmesin hülya,
Nefsine hakim ol düşme bed hûya.
Kirleri arıtan baksana suya,
Hep yüzü yerlerde, buc’da değildir.
Kendinizin ve çocuklarınızın geleceğiyle oynanmasına İZİN vermeyin.
04.5.2016
A. Dursun




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder