Şu El-İlah'ın işine bakar mısınız?
Birleşmiş Milletler, neredeyse Türkiye'yi yok sayacak lakin bir anda tutup öpesi gelecek.
Ödül almaksa salt amaç, evet alınmış.
İyi de, bu BM adama durup dururken bir şey vermez, veriyorsa altında bir nane kokusu mutlaka vardır, zira dünyada öylesine kötüleniyoruz ki, neredeyse Türkiye'den değil, dilim varmıyor başka şeyden bahsediyorlar.
Haber şu.
Ozon tabakasının korunmasını amaçlayan Montreal Protokolü’nü en iyi şekilde uygulayan ülkeler arasında yer alan Türkiye’ye BM tarafından “onur madalyası” verilmiş.
Ne yapmışız ne yapmışız?
Ozon tabakasını en iyi şekilde korumuşuz.
Yahu, buna affedersiniz ama başka yerimle gülesim geldi.
Tüm dünya bu konuda yarışıyor olsa da, birinci gelsek eyvallah.
Sokağa çıkar neredeyse göbek atarım.
İyi de Ozon tabakasını korumak ne anlama geliyor?
BM, ödül verebilecek güç ve kararlılığa sahipse, Montreal Protokolü'nü imzalamayanlara da ceza verse ya.
Oraya geldi mi sıkar, ne BM bırakırlar ne de sekreterini, dağıtırlar.
İşin özeti şu.
Montreal Protokolü'nü uygulamak demek, sanayileşmemiş geri kalınmış demektir.
Deseler ki, "Türkiye hem sanayileşmede dünya liderleri arasına girmeyi başardı hem de Montreal Protokolü'nü en iyi uygulayan ülke oldu" o vakit şapka çıkartırım.
ABD, Rusya, Çin, Almanya, Fransa dünyanın jandarmalığında yarışırken, tutacaksın bir anda sanayileşmekte geciken, gittikçe gerileyen ülkeler arasına girmekte ödül alacaksın, bunu da göbek dansıyla kutlayacaksın.
Dünyada en çok ağaç, doğa katliamı yapılan ülke sıralamasında lideriz, eğitimi, üretimi en gerilerde olanlar sıralamasında lideriz ama nasıl oluyorsa Ozon Tabakasını korumada da lider oluyoruz.
Neden ABD lider olamıyor, Çin, Rusya bu konuda nerede?
Bildiğim kadarı ile ABD bu protokolü imzalamamıştı bile.
BM olarak versene cezayı?
Hımmmmm, demek ki biz sanayileşmede, bilimde, teknolojide son sırayı aldığımız için, üretemeyip sürekli tükettiğimiz için ödül almışız da haberimiz yok.
Örneğin Nestle, su savaşlarında oynadığı oyunları, Greenpeace'nin İngiliz egemenliği için çalıştığını artık biliyoruz.
Madem öyle, eski arşivleri ortaya dökmenin zamanı geldi.
Bakalım öyleyse.
14.6.2016
A. Dursun
KYOTO PROTOKOLÜ İMZALANSIN MI?
3 Haziran 2008 arşivimizden.Arkadaşlar,
Türkiye'de bu konuda çalışan üniversitelerden aradıkları desteği bulamayan AB ülkeleri şimdi sivil toplum örgütlerini kullanarak Türkiye'yi baskı altına almak istiyorlar.
Afrikalı bir lidere, bir basın mensubu "Neden Afrika bir sömürge kıtası haline geldi" diye soruyor.
Lider bu soruya şöyle cevap veriyor. "Beyazlar Afrika'ya geldiklerinde ellerinde İncil vardı, bizde toprak, şu an bizde İncil var onlarda toprak". Kenya Devlet Başkanı Jomo Kenyatta
Şimdi de Türkiye'de bir kısım insanların ellerine İncil verilmiş. Dikkaaaaaaaaat.
Ve Atatürk'ün 1932 yılında söylediği söz, "ilim tercüme ile değil tetkikle yapılır".
Zaten 1933 yılında da Üniversite reformuna gitmiş ama bizler hala Ata'mızı dahi anlayamamışız.
Eğer denizden sediman alıp iklimleri tetkik etmemişseniz, eğer buzullardan karot alıp iklimleri tetkik etmediyseniz lütfen dikkat.
Geçtiğimiz haftalarda katıldığım TRT1''deki "konuşuyorum" programında da bir radyo yönetmeninin, Cevre Bakanını, bir fen konusunda istifaya davet etmesine tanık oldum. Daha mini buzul dönemini bilmeyen bir insanin, resmi televizyon kanalından Cevre Bakanını istifaya davet etmesi inanılmaz trajikomik bir durumdu.
Ben master ve doktorasını iklim bilimleri üzerinde yapan birisi olarak, ve halen de bu konuda lisansüstü dersler veren biri olarak, KYOTO antlaşmasını Türkiye'nin neden imzalaması gerektiğini anlamıyorum. Dünyada 1-2 ülke dışında kimsenin indirmeyi kabul etmediği bir antlaşmaya neden imza atmamız gerektiğini lütfen bana açıklayın. Zaten dünyadaki karbon emisyonunun %70"ini de 7-8 ülke atıyorsa. Bu ülkelerden AB dışındakiler de zaten bu olaya gülüp geçiyorsa.
Bu işin bayraktarlığını yapan AB ülkelerinden Almanya ve İngiltere dışında kalan diğer ülkeler toplam emisyonlarını 2012'ye kadar arttıracaklarını deklare etmiş durumdalar. İndireceğini kabul eden Almanya ve İngiltere ise, indirdikten sonra bile bizim 3 katımızı atmaya devam edecekler. Lütfen bunları iyi okuyun. Atmosfer ortak değil mi? Neden benim halen 4 katımı atmaya devam ediyorlar, indirdikten sonra da 3 katımı atmaya devam edecekler?
Mademki bu gaz bu kadar ölümcül, niye benim seviyeme indirmiyorlar.
Bu isten uzak durmanızı öneririm. Çünkü sizlere anlatılanlar gerçek değil.
"Hard Science" bunların tam tersini söyler. Zaten AB ülkeleri ve diğer gelişmiş ülkelerinin de bu durum umurlarında değildir. Çünkü küresel ısınma arttıkça küresel yağış miktarı da artar. Bu konuda çalışanlar zaten dünyanın en basit olan bu kuralı bilir. Kyoto antlaşması basit bir ticaret antlaşmasıdır. Hedef teknoloji satmaktır.
Halen gelişmiş ülkeler 30 yıllık stratejilerini "sözde 2.500" bilim adamının (bunlar devlet görevlisidir)" yazdığı rapora değil bizlerin anlattığı bilgiler doğrultusunda yapmaları da bunun en büyük ispatıdır.
Bu konuda, önce Çerçeve ve sonra da Kyoto antlaşmalarını iyi okuyun. 1986 yılından sonra nükleer santral yapmayan AB ülkeleri 2003'den sonra 11 tane birden yapmaya başlamışlardır.
Acaba neden?
Doç. Dr. Doğan YAŞAR
DEU Deniz Bilimleri.
Lütfen çıktı almadan önce çevresel sorumlulugumuzu düşünerek kendinize sorun:
Gerçekten bir kopyaya gereksinimim var mı?
Please consider your environmental responsiblity and before printig, ask yourself : Do I really need a hard copy.
********
Merhabalar,
Ben de bir hata yaptım ve iyice araştırmadan, sadece Yeşiller'in kampanya sayfasındaki yazanları okuyarak, iyi bir şey olduğuna karar verip bu kampanyayı gruplarımdan birine gönderdim.
Sonra yukarıda kopyasını gönderdiğim üyelerimizden Doğan Hoca'nın mesajı ile tokat yemiş gibi oldum. Meğerse bu güzide kampanyanın ne çok yan etkisi varmış.
Öncelikle su yazıyı okumanızı tavsiye edeceğim: marksist.com
Bu protokolü Türkiye kabul ederse, protokol şartlarından biri filtreleme sisteminin Türkiye'ye maliyeti 20 milyar USD imiş. Yani bu protokol bir nevi ticari (teknolojik olarak) En az emisyon yapan ülkenin, fazla emisyon yapan ülkelere kendi hakkini devretmesine de olanak sağlıyor ki, işte zırvalık bu: Daha fazla kirlilik demek.
ABD boşuna kabul etmiyor! Protokol ancak ve ancak dünyadaki tüm ülkelerin,birbirinin hakkını almaya imkan sağlayan maddeyi çıkartarak, ve tüm ülkelerin hepsinin mevcut oranların altına inmesi kaydıyla, ve ekonomik yönden zorda olan ülkelere de imtiyaz/yardım sağlanması koşuluyla fena olmayabilir.
Ben hem Doğan Hoca'dan, hem de grubumdan özür diledim. Siz ne yaparsınız bilmem.
Saygılar, P. Bener
***
İMZALANSIN DİYENLER DE VAR:
Küresel ısınma dünyanın geleceğini tehdit ediyor.
Türkiye Kyoto'yu İmzala,imza kampanyası başlıyor!
Böyle giderse küresel ısınmadan kaynaklanan susuzluk, kuraklık, açlık, seller, kasırgalar, deniz seviyelerinin yükselmesi, iklim göçleri, hastalıkların yayılması ve daha birçok felaketle çocuklarımızın ve diğer canlıların üzerinde yaşayacağı bir gezegen kalmayacak. Bizler de önümüzdeki yılları, küresel ısınmanın bugünden görülen belirtilerini çok daha ağır yaşayarak zorluk içinde geçireceğiz.
Dünya bugün hemen sera gazı salımlarına dur demezse, 10 yıl sonra geri dönmek için çok geç olacağını önde gelen bilim insanları ısrarla vurguluyor.
Fosil yakıtların, yani petrol, kömür ve doğalgaz kullanımının bu hızda sürmesinin küresel ısınmanın en önemli sorumlusu olduğunu da herkes biliyor. Oysa dünya hükümetleri hala ciddi bir önlem almıyor.
Bizler, küresel ısınmayı durdurmak için herkesi; kendisinin, çocuklarının, dünyanın ve ülkesinin geleceğini düşünen herkesi elinden gelen herşeyi yapmak için duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Kyoto Protokolü 1997 yılında imzalandı ve bundan tam 2 yıl önce, 16 Şubat 2005'de yürürlüğe girdi. Kyoto Protokolü, yükümlülük altına giren ülkelerin sera gazı salımlarını azaltmasını öngören uluslararası bağlayıcı bir antlaşma.
Kyoto'nun öngördüğü hedefler çok kısıtlı ve yetersiz. Dünya ülkeleri küresel ısınmayı durdurmak için Kyoto Protokolü'nü kat kat aşan indirimler yapmak, önlemler almak zorunda.
Ancak Kyoto yine de küresel ısınmayı durdrumak için atılacak bir ilk adım. Ne var ki, bugün en fazla sera gazı üreten ülke olan ABD Kyoto Protokolünü imzalamaktan ve yükümlülük altına girmekten kaçıyor. Dünyanın geleceğini ipotek altına alıyor.
Türkiye, ileri derecede endüstrileşmiş ABD ve Batı Avrupa ülkeleri kadar çok sera gazı üretmiyor. Ancak Türkiye"de endüstrileşmekte olan ve petrol,kömür ve doğalgaza olan bağımlılığını hızla arttırmakta olan bir ülke.
Bu yüzden dünyada sera gazı salımlarını en hızlı arttıran ülke Türkiye. 1990-2004 yılları arasında sera gazı salımlarını 170 milyon tondan 357 milyon tona çıkaran, yani %110 artış gösteren Türkiye bir rekor kırdı.
Ancak bu övünülecek bir rekor değil. Türkiye'nin ne kadar yanlış enerji, sanayi, ulaşım ve tarım politikalarına sahip olduğunu gösteriyor. Türkiye bu rekorla dünyanın tüm sera gazı salımlarının %1,3'ünü yaparak, küresel ısınmaya en çok neden olan ülkeler sıralamasında 13. sıraya yükseldi.
Ne yazık ki Türkiye küresel ısınmadaki bu artan payına rağmen sera gazı salımlarına herhangi bir indirim hedefi koymayı ve Kyoto Protokolü'nü imzalamayı reddediyor. Türkiye Kyoto Protokolü'nü imzalaması gerekip de imzalamayan az sayıda ülke arasında ABD ve Avustralya ile birlikte durmaya devam ediyor.
Hükümet Kyoto ile ilgili çelişkili açıklamalar yaparken, Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe açıkça Türkiye'nin Kyoto'yu imzalamayacağını söylüyor.
Hükümet Kyoto'yu imzlamama gerekçesi olarak Türkiye'nin kalkınmasını ortaya sürüyor. Bu, Türkiye'nin kirletme ve dünyayı yoketme hakkını savunmaktır. Yokolan bir dünyada, geleceği olmayan bir kalkınma için mücadele verilemez.
Bizler Türkiye'nin bir an önce Kyoto Protokolü'nü imzalamasını istiyoruz.
Böylece Türkiye küresel ısınmayı inkar politikasını terketmiş olacaktır.
Böylece Türkiye küresel ısınmada Türkiye'nin payını inkar etme politikasını terketmiş olacaktır.
Böylece Türkiye önüne gerçekçi bir sera gazı salımı ündirim hedefi koymak zorunda kalacaktır.
Böylece Türkiye yanlış ve kirletici enerji, sanayi, ulaşım ve tarım politikalarını terk etmek, temiz enerjiye, toplu ulaşıma, ekolojik tarıma yönelmek zorunda kalacaktır.
Böylece Türkiye belki de ilk kez dünyanın geleceğinde kendisinin de sorumluluk sahibi olduğunu hatırlamış olacaktır.
Böylece Türkiye küresel ısınmayı çözme sorumluluğunun düdüklü tencere kullanmasını önerdiği Ayşe Teyze'de değil, politikaları uygulayan hükümette, yasaları yapan Meclis'te olduğunu kabul etmiş olacaktır.
Bu imza kampanyasıyla bir kez daha duyuruyoruz:
Türkiye en kısa zamanda Kyoto Protokolü'nü imzalamalıdır.
16.02.2007
Dr. Ümit Şahin
Yeşiller İklim Değişikliği Sözcüsü
***
Cemil Çiçek, 2012 sonrasında söz sahibi olmak için Kyoto'yu imzalıyoruz.
video.milliyet
Kimilerine göre Kyoto "insanlığın kurtuluş belgesi", kimilerine göre de "gelişmiş ülkelerin insanlığı oyalamak için bulduğu bir formül." Ben, değerli milletvekilleri, sizlerden şu sorunun cevabını aramanızı istiyorum: Türkiye bu protokolü imzalamakta acele mi davranmıştır? Hükûmet uzunca bir süre çelişkili açıklamalar yaptı. Çevre ve Orman eski Bakanı Sayın Osman Pepe, açıkça, Türkiye'nin bu protokolü ekonomik gerekçelerle imzalamayacağını beyan etti. Hükûmetin diğer Sayın Bakanı Cemil Çiçek ise, birkaç yıl sonra "2012'den sonraki dönemde söz sahibi olmak için Kyoto'yu imzalıyoruz." dedi. Anlaşılıyor ki Hükûmetin kafası karışık. Bu iki beyan arasında Türk ekonomisinde ne gibi yapısal değişiklikler olmuştur da karşı tarafa geçilmiştir? Bunun tek bir açıklaması olabilir, o da Türkiye'nin Avrupa Birliği müzakerelerinde önüne konulan dayatma. Çevre faslının müzakerelere açılabilmesi için Türkiye'ye Kyoto'yu imzalama baskısı var, yine dış baskılar ve bu baskılara açık, teslimiyetçi dış politika.
TBMM-23. Dönem 3. Yasama Yılı 54. Birleşim 05/Şubat /2009 Perşembe
-----------
KYOTO PROTOKOLÜ İMZALANSIN MI? /1
KYOTO PROTOKOLÜ İMZALANSIN MI? /2
KÜRESELLEŞME DÖNEMİNİN TEHDİTLERİYLE MÜCADELE
KÜRESEL ISINMA; İKLİM RAPORU İÇİN KIRAN KIRANA
Hamd olsun, şimdilik KÜRESEL ISINMA da TEĞET geçti.
LİBERALİZM;NEOLİBERAL SALDIRININ BABALARI.
GDO Tarihçesi - Sperm Öldürücü Tohumlar
Greenpeace, Türkiye'de dünyanın en büyük kömür yükleyicilerinden birini durdurdu!
AB ile "üyelik oyunu"
KYOTO PROTOKOLÜ NE DİR?
Kaynak:
A. Dursun arşivi/
George Carlin Save The Planet
Montreal Protokolü
Ozon tabakasının incelmesi konusu ilk kez 1976 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı(UNEP)’nın Yönetim Konseyi’nde tartışılmıştır. UNEP ve Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO)’nün ozon incelmesini periyodik olarak değerlendirmek için kurdukları Ozon Tabakası Koordinasyon Komitesi (CCOL) sonrası, ozon tabakası konusundaki uzmanlar 1977 yılında bir toplantıda bir araya gelmişlerdir. Ozon tabakasını incelten maddelerin (OTİM) azaltılmasına ilişkin olarak ilk hükümetler arası temaslar ise 1981 yılında başlamış ve bu girişim Mart 1985’de Ozon Tabakasının Korunması için Viyana Sözleşmesi’nin kabulü ile neticelenmiştir. Viyana Sözleşmesi, araştırma, ozon tabakasının sistematik gözlenmesi, CFC üretiminin izlenmesi ve bilgi paylaşımı hususlarında hükümetler arası işbirliğinin sağlanmasını teşvik etmiştir. Sözleşme tarafları, ozon tabakasının yapısını değiştiren insan kaynaklı faaliyetlere karşı ve çevre ve insan sağlığını korumaya yönelik olarak genel önlemler almakla görevlendirmektedir. Yasal bağlayıcılığı olan kontrolleri veya hedefleri içermeyen bir çerçeve sözleşmedir.Sözleşme üzerindeki anlaşmayı takiben, vakit kaybedilmeden ozon tabakasını incelten maddelerin kullanımının ve üretiminin kontrol altına alınmasını sağlayacak olan bir protokol üzerinde çalışmalar başlatılmıştır. Eylül 1987’de Ozon Tabakasını İncelten Maddeler İlişkin Montreal Protokolü kabul edilmiştir. 1985 yılında Antartika üzerindeki ozon deliğinin tespit edilmesi ile hükümetler, birçok CFC’nin ve bazı halonların üretimini ve tüketimini azaltacak katı önlemlere ihtiyaç olduğu yargısına varmışlardır. Montreal Protokolü, periyodik olarak yapılan bilimsel ve teknolojik değerlendirmeleri temel alarak azatlım takviminin revize edilebileceği şekilde oluşturulmuştur. Bu teknik ve bilimsel değerlendirmeleri takiben, söz konusu Protokole ait takvimdeki azatlımın hızlandırılması için 1990’da (Londra),1992’de (Kopenhag), 1995’de (Viyana), 1997’de (Montreal), 1999’da (Pekin) ve 2007’de (Montreal) tekrar düzenlenmiştir. Ayrıca bu düzenlemeler, yeni kontrol maddelerinin ve yeni önlemlerin de anlaşmaya dahil edilmesine neden olmuştur. 196 ülkenin taraf olduğu Montreal Protokolü, çevre konusunda oluşturulmuş en başarılı çok taraflı anlaşma olarak tanımlanmaktadır. Haziran 1990 yılında, Londra’da protokolün büyük bir başarısı olarak görülen ve gelişmiş ülkelerin katkıları ile oluşturulan bir "Çok Taraflı Fon (MLF)" kurulmuştur. Bu fon, gelişmekte olan ülkelerin endüstrisine; OTİM'lerin giderilmesine yönelik projelerde teknik uzmanlaşma, yeni teknolojiler ve ekipmanlar için kullandırılmaktadır.
Türkiye;
protokole 19 Aralık 1991 tarihinde taraf olmuştur ve tüm değişikliklerini kabul etmiştir. Protokole ilişkin ulusal ve uluslararası çalışmaların izlenmesi Ulusal Odak Noktası görevini yürüten Çevre ve Orman Bakanlığı’nın koordinasyonunda gerçekleştirilmektedir. Ülkemiz Montreal Protokolünün uygulanmasında en başarılı ülkeler arasında yer almaktadır.
12 Kasım 2008 tarih ve 27052 sayılı Resmi Gazete’de “Ozon Tabakasını İncelten Maddelerin Azaltılmasına İlişkin Yönetmelik” yayımlanmıştır.
Bahse konu Yönetmelik ile;
CFC Gazlar:
Ø Kloroflorokarbon (CFC) kullanımı 2006 itibarı ile sıfır tona indirilmiştir. 01/01/2008 tarihinden itibaren zorunlu kullanım alanları da dahil olmak üzere tüm ithalatı yasaklanmıştır.
Ø Tarım alanlarında yaygın olarak kullanılan geniş etkili bir pestisit olan metil bromür (CH3Br) kontrolü Tarım ve Köy işleri Bakanlığınca yapılmaktadır.
Halonlar:
Ø Halonların ithalatı 01/01/2008 tarihinden itibaren yasaktır. Ancak rehabilite edilmiş halon kullanılabilir. Türkiye Halon Bankası (TÜHAB) 31/12/2011 tarihine kadar iç piyasadaki talebin karşılanmasına ilişkin faaliyet gösterecektir.
Ø 01/01/2012 tarihinden itibaren 31/12/2015 tarihine kadar sadece zorunlu kullanımı serbesttir.
HCFC Gazlar:
Ülkemiz; Kloroflorokarbon (CFC) grubu gazların kullanımına son verilmesinde olduğu gibi, Hidrokloroflorokarbon (HCFC) grubu gazların da kullanımına son verecektir.
Ø HCFC grubu gazların ithalatı 2007 yılı ithalat miktarları baz alınarak 1/1/2009’dan itibaren kotaya tabidir.
Ø Bu maddeler bir takvim çerçevesinde azaltılarak 1/1/2015 tarihinde servis amaçlı kullanımları hariç ithalatına son verilir.
Ayrıca;
Ø Bahse konu Yönetmeliğin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren OTİM’lerden herhangi birini üretmek, bunları kullanarak üretim yapan yeni tesis kurmak ve kapasite arttırmak üzere tesis veya ünite kurmak yasaktır.
Ø CFC’ler, CCl4 ve Metil Kloroform maddelerini kullanarak Ek-4’te belirtilen kullanım alanları için üretim yapılması ayrıca, Ek-5'te yer alan ve bu maddeleri içeren ürünlerin ithalatı yasaktır.
Ø 1/1/2010 tarihinden itibaren Ek-5'de yer alan HCFC’leri (R22, R141,R142) içeren ürünlerin ithalatı yasaktır.
Ø Ozon tabakasını incelten maddelerin ithalatı için Çevre ve Orman Bakanlığınca Kontrol Belgesi düzenlenmektedir. Montreal Protokolü.pdf
Viyana'dan Kyoto'ya İklim Değişikliği Serüveni.pdf
KÜRESEL ISINMA HAKKINDA ULUSLARARASI DÜZENLEMELER.pdf
KÜRESEL İKLİM DENGESİNDE SON GELİŞMELER
Küresel Isınma BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve KYTO Protokolü
KÜRESEL ISINMA VE OZON İNCELMESİNİN SÜREÇLERİ
KYOTO PROTOKOLÜ ve 3E ÜÇGENİ
3E (ekonomi-ekoloji-etik) üçgeni: Şeytan bunun neresinde?
Yeryüzünün yüzde 40'ini oluşturan kurak alanlarda dünya
nüfusunun üçte biri, yaklaşık iki milyar kişi yaşamaktadır. Bu insanlar hem
ekonomik, hem de ekolojik olarak marjinal biçimde yaşamaktadırlar. Buralarda
insan etkileri, iklimsel ısınma nedenleriyle biyolojik çeşitlilik
kaybolmaktadır. Diğer yandan Türkiye'de de çölleşme riski vardır. NASA'nın
yaptığı bir araştırmada, erozyonun şiddetlenerek devam etmesi ve etkili
tedbirler alınmaması halinde Türkiye'nin büyük bir bölümünün önümüzdeki 35 yıl
içinde (2040 yılına doğru) çöle dönüşeceği vurgulanmıştı. Ayrıca çölleşmenin
tek başına bir felaket olmadığı, çölleşmeyle birlikte açlık, susuzluk, işsizlik
ve iç göçün de ülkeyi tehdit edeceği vurgulanmıştı.
Çölleşmeyle ilgili olarak, Birleşmiş Milletler Çölleşme İle
Mücadele(Savaşım) Sözleşmesi hazırlanmış ve yüzü aşkın ülke tarafından
onaylanmıştır. Sözleşmenin "Kuzey Akdeniz Bölgesel Uygulama Eki"
içerisinde yer alan ülkemiz, anılan sözleşmeyi 15.10.1994 tarihinde imzalamış;
TBMM, 1998 yılında 4340 sayılı Yasayla Sözleşmeyi kabul etmiştir.
Çevre kalitesi açısından 3e ilkesine ilişkin bilincin
yaygınlaşması ise kaplumbağa hızıyla olmaktadır. Hatta kimi zaman "ters
bilinç" hızlanmaktadır. Banker Bilo filmini izleyenler bilir, filmde
demirbaş bir soru vardır: "Tamam ama sor bi hele niye?" İşte bu
soruya yanıt aramalıyız. Acaba ekonomide mi bir çarpık anlayış vardır? Yoksa
etik değerlerde mi bir aşınma vardır? Yoksa ekolojik denge kendi kendine mi
bozulmaktadır?
Önermeyi şöyle koyabiliriz:
"Altyapıyı oluşturan ekonomik kalıbımızdaki yozlaşma,
üstyapıyı oluşturan etik değerlerimizde kirlenmeye yol açmaktadır. Elbette, üst
yapıdaki etik kirlenme de ekonomik yozlaşmayı hızlandırıcı bir karşı etki
yapabilmektedir. Bu sürecin sonunda ekolojik denge kaçınılmaz olarak ve çoğu
zaman onarılamaz, geriye döndürülemez biçimde bozulmaktadır.
Şimdi ÂsIk Veysel'in sorusuyla soralım: şeytan bu üçgenin
neresinde? Şeytan esas itibariyle ekonomi köşesinde doğuyor ama kimi zamanda
etik köşesine kaçıyor. Ekolojik köşe edilgen biçimde bozuluyor. Ama zamanı
gelince tabiat ana El Nino kasırgası örneğindeki gibi öyle bir hesap soruyor
ki, tüm insanlık bütün teknoloji gücünü kullansa bile korunamıyor."
Genel ekonominin bir alt bileşeni olarak çevre ekonomisi
Genel ekonomide birey ve toplumların gereksinimlerini ve
isteklerini karşılamak için üretim-tüketim-dağıtım zincirinde etkinlikler
yapıyoruz. Bu bağlamda, oyuncular da hane halkı dediğimiz tüketiciler,
şirketler, farklı rollerle (düzenleyici, mülkiyet sahibi vb.) ekonomi sahnesine
gelen merkezi ve yerel kamusal organlar olmaktadır. İnsanlar olarak oyunu
oynarken kullandığımız varlıklar ise doğal varlıklar ve insansal varlıklardır.
Bu oyunda üç sorunun yanıtını vermekteyiz:
1.Ne eş deyişle hangi mal ve hizmetleri tüketeceğiz ve
dolayısıyla üreteceğiz?
2.Nasıl üreteceğiz, dağıtacağız ve de tüketeceğiz?
3.Kim için üreteceğiz?
Bu soruların yanıtları verilirken, biraz da uygarlığın
gelişimine koşut olarak üç süreç ortaya çıkmıştır : tarım / sanayi / hizmet.
Ticaret ise bir yerde bu üç süreçte de bir türev olarak gözükmektedir.
Her üç süreçte de ekolojik dengede bozulmaya yol açan
kirlenmeler ortaya çıkmaktadır. Ekolojik denge belli bir ölçüde kirlenmeyi
onarabilmekte fakat ondan ötesine dayanamamaktadır. Buna taşıma kapasitesi adı
verilmektedir. Bu nedenle ekonomi alanında hem kuramsal olarak, hem de uygulama
boyutunda "çevre ekonomisi" kavramı hatta kimi görüşlere göre
disiplini ortaya çıkmıştır. Kimileri bu disipline "ekolojik ekonomi"
adını da verebilmektedirler. Aslında bu iki terim, biraz farklı iki anlayışa
dayanmaktadır. (Bu ayrımla ilgili olarak, Tahir Çalgüner'in "Çevre mi
Ekoloji mi?" adlı kitabına bakılabilir).
Çevre ekonomisi daha çok piyasa
ekonomisi denilen sistemle uyum içindeyken, ekolojik ekonomi daha çok sosyalist
ekonomi sistemiyle uyum içindedir. Hatta "eko-sosyalizm" olarak
anılan bir akım da mevcuttur (bkz. James O'Connor vd.). Bu disiplinde esas
olarak, yukarıdaki üç soruya, ekolojik dengeyi gözeten çözümler aranmakta,
ekolojik maliyetler ve ekolojik yararlar parasal veya parasal olmayan biçimde
ölçülmeye çalışılmaktadır. Kapitalizmde "sürdürülebilir kalkınma"
denilen bir kavram da ortaya atılmıştır. Bu kavramın parıltısı birçok kişi ve
toplumun gözünü kamaştırmış, almış ve bu kamaşmanın yarattığı körlük maalesef
hala sürmekte; kimi CUS'lar (çokuluslu şirketleler) kervanlarını yürütmekte,
kimi emperyalist ülkeler her zaman olduğu gibi işlerine (Amerikan'ca deyimle
"business as usual")
bakmaktadırlar.
Örneğin, ABD hükümeti küresel ısınmayla ilgili Kyoto
Sözleşmesi'ni sinaî ve malî CUS'ların baskısıyla imzalamamaktadır. Bu arada
ABD'de Hazine'nin başına Goldman Sachs'tan getirilen Hank Paulson'un az bilinen
bir başka şapkası daha var: ABD'de kurulu düzenle çatışmayan bir tatlı su
çevreciliği yapan kuruluş olan The Nature Conservancy adlı kuruluşun
başkanlığı (Financial Times, 31.5.2006). Bu kuruluş Kyoto Sözleşmesi konusunda
duyarlı! Bakalım Paulson, ABD'deki askeri-sınai kompleksi hiç olmazsa tatlı su
çevrecisi yapabilecek mi?
Ekolojik ekonomiyle ilgilenen iktisatçılar, "The International
Society for Ecological Economics" adlı bir tüzel oluşum şemsiyesi altında
toplanmaktadırlar (orütbağı ise www.ecologicaleconomics.org). Bu arada,
eko-anarşizm, eko-terörizm, eko-faşizm gibi türevsel kavramlarla anılan
yaklaşımları da anmalıyız.
Burada ekonomik anlamda bir alt soruya geçilmesi ve
"alt 3E ilkesi" ne bakılması gerekmektedir: Etkenlik / Etkililik /
Eşitlik.
Etkililik iki düzeyde ele alınmalıdır. Birincisi,
ürettiğimiz mal ve hizmetlerin gerçekten toplum için gerekli ve yararlı olup
olmadığı sorusuna verilecek yanıttır. Burada piyasa ekonomisi teklemekte, açık
vermekte ve giderek etik dışı olabilmektedir. Örneğin, gereksinimler sınırlıdır
ama istekler sınırsızdır. Bu noktada reklâm endüstrisiyle türetilen yapay
istekler nasıl ele alınmalıdır? Etik dışı mı? İkincisi, gerçekten planlanana
uygun nitelik ve nicelikte mi mal ve hizmet ürettik? Eğer etkililiğimiz kötüyse
israf söz konusudur.
Etkenlik, girdi unsuru olan hammadde veya enerji biçimindeki
doğal varlıkları (ekolojik olmayan bir yanlış adlandırmayla doğal kaynakları!)
, emeği, parasal ve teknolojik sermaye varlıklarını teknik standartlara uygun
nicelik ve nitelikte kullanıp kullanmadığımız sorusuna verilecek yanıttır. Eğer
etkenliğimiz kötüyse israf söz konusudur.
Eşitlik, gerek girdi paylaşımı ve kullanımı gerek çıktıların
tüketimi anlamında bireyler arasında, toplumlar arasında ve ülkeler arasında
dengesiz bir durumun olup olmadığına verilecek yanıttır. Örneğin Kuzey ülkeleri
ve Güney ülkeleri arasında bu anlamda bir eşitsizlik olduğu gibi, Türkiye'de en
üst gelir dilimi ile en alt gelir dilimi arasındaki uçurum, yoksulluk sınırının
hatta açlık sınırının altında yaşayan insanların oldukça yüksek olması gibi
gerçekler herkesçe bilinen bir durumdur.
Sürdürülebilir bir kapitalizm olanaklı mıdır?
Önce sürdürülebilme kavramının kökü olan sürdürülme ya da
sürdürme (İngilizcesiyle sustain), sözcüğünü irdelemeliyiz. Bu konuda James
O'Connor'ın "Is Sustainable Capitalism Possible" adlı kitabında
şunları söylüyor:
Birinci anlamı desteklemek: sermaye birikimini küresel
boyutta desteklemek,
İkinci anlamı sağlamak: insana yaşamsal gereksinimlerini
daha doğrusu isteklerini sağlamak,
Üçüncü anlamı boyun eğmeden katlanmak: vahşi kapitalizm
tarafından yaşamları altüst edilen insanlar için boyun eğmeden katlanmak.
Dördüncü anlamı da, ekolojik dengenin taşıma kapasitesinin
asıldığı ekolojik krizlerin hatta giderek ekolojik kıyametin oluşmamasını
sağlamak.
James O'Connor, bu anlamda bir sürdürülebilir kapitalizmin
kısa vadede olanaksız olduğunu vurgularken, "uzun vadede de galiba
olanaksız" diyor. Çünkü kapitalizmde, mutluluk "sahip olmak veya
olmak ikilemi" nde sahip olmaya kilitlenmiştir. (Daha çok toplumu!) Salt
kâr odaklı ve tüm yenilik politikasını daha çok istetme tükettirmeye dayandıran
bir şirket felsefesine dayalı şirketler imparatorluğunda galiba çıkış yok!
(Sahip olmak veya olmak ikilemiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Erich
Fromm'un "sahip olmak veya olmak" adli kitabı).
Ancak yine de kapitalizm, çevresel maliyetleri hesaplamak
için hem makroekonomik sistemler geliştirmekte, hem de çevre muhasebesi adıyla
şirket düzeyinde sistemleri devreye sokmaktadır.
Çevresel maliyetleri,
a)
kirlilik önleme maliyetleri,
b)kirliliği ölçme ve değerlendirme faaliyetleriyle
ilgili maliyetler,
c)kirliliğin ortadan kaldırılmasıyla ilgili maliyetler
olarak sınıflamak ve bunu şu, hava, toprak kirliliği gibi temel, gürültü
kirliliği gibi türevsel boyutlarda izlemek olanaklıdır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Çevre Muhasebesi
adlı kitap, İSMMMO yayını). Çevresel maliyetlerin yönetiminde, gerek olumlu
yönde özendirici, gerek olumsuz boyutta caydırıcı, cezalandırıcı malî
önlemlerin de kullanıldığını hepimiz yaşayarak biliyoruz: atık su vergisi,
çevre vergisi vb.
Ekolojik kirlenmeye önlem: yasa mı gönüllülük mü?
Gerek birey gerek şirketler gerekse de devletler düzeyinde
"ya şu ya o" demek yerine "hem şu hem de o" demek
gerekmektedir. Bu nedenle bir çevre hukuku doğmuştur.
Bu kapsamda ÇED eş deyişle çevresel etki değerlendirme
düzenlemelerinin altını çizmek gerekir. Bu işlem gerçekten ciddi biçimde
yapılırsa çok önemlidir. Çünkü, ekolojik bozulmadaki düzeltimin eş deyişle
onarımın maliyeti, bozulmanın önlenmesi için katlanılacak maliyetlere göre çok
daha fazladır; ayrıca her türlü ekolojik yitim, yarar-mal oluş çözümlemesinde
parasal olarak tanımlanamayabilir. Okunması bile zor bir örnek: Bir kumsalın
kireç ocağı haline getirilmesi projesi kapsamında, o kumsaldan daha önce hafta
sonu dinlenme-eğlenme amacıyla yararlanan ailelerin ana ya da baba konumunda
olan bireylerinin, "çocuklarının denize girerken duydukları
mutluluğu" görüp de aldıkları hazzın dakikası kaç YTL eder?
Önemli bir başkası çevre denetimi ile düzenlemelerdir. Bunu
ikiye ayırıp, çevre denetim mevzuatı ve çevre kalitesi ile ilgili belgelere
(İSO 14000, eko-tekst, yeşil nokta vb...) ilişkin düzenlemeler olarak sınıflamak
olanaklıdır.
Çevre yasası ve ilgili mevzuat sürekli güncellenmektedir.
Ancak bu düzenlemelerdeki değişiklikler, ekolojik dengeyi korumaktan ziyade
başta CUS'lar ve de yerli sermaye (acaba gerçekten yerli mi!) için yatırımın
önünü açmak, kolaylaştırmak gibi "ulvi" bir amaca yönelik olarak
değişmektedir. Çevre yasasının ve diğer ilgili mevzuatın özü olan POPAP ilkesi
("polluter pays principle: kirleten öder ilkesi"), PEPAP ilkesine
("people pays principle: halk öder ilkesi" ne) dönüşüyor. Bir başka
deyişle "kirleten öder ilkesi", kuramsal olarak "ödeyen kirletir
ilkesi" ne ve giderek uygulamada G.Orwell'in "Hayvanlar Çiftliği"ndeki
ya da Pink Floyd'un Animals adlı albümündeki domuzlar için "ödemese de
kirletir ilkesi" ne dönüşmektedir. Ama sonuç değişmez: PEPAP!
Ne yapılmalı?
Günümüz koşullarını yok saymadan ama başka bir paradigmanın
da (değerler dizisi) olanaklı olabileceğini unutmadan genel anlamdaki
önerilerimizi şöyle sıralayabiliriz:
1. Her şeyden önce sorunu 3E (ekonomi-ekoloji-etik)
üçgeninde dengelemek için niyet edilmelidir. Bilindiği üzere niyet olmayınca
kısmet olmaz.
2. Niyetin ardından 2M ilkesi gelir: Merak ve meram. 3E
dengesinin bozulmasına neden olan ekonomik, ekolojik ve etik kavram ve
uygulamalarla ilgili veriler toplanmalı, işlenerek enformasyona dönüştürülmeli,
bu enformasyondan neden sonuç çözümlemesiyle geçmiş dönemlere ilişkin bilgiye
ulaşılmalı, bu bilgiler ışığında geleceğe doğru model tasarımlarıyla akıl
yürütülmelidir.
3. Alt 3E ilkesine mutlaka ayrıntılı olarak inilmeli ve
çeşitli raporlama sistemleriyle etkenlik, etkililik, eşitlik ilkelerindeki
uygulamalar irdelenmeli, geri besleme hatta on besleme (erken uyarı)
sistemleriyle düzeltimler yapılmalıdır.
4. Bu işlerin yapılabilmesi için paradigma eş deyişle
değerler dizisinin değişimi için çocukluktan başlayarak ekolojik sistemdeki ortakyaşarlık
(simbiyosis) bilinci kazandırılmalıdır. Bunun için yaygın ve örgün tüm eğitim
biçimleri kullanılmalıdır. Bu noktada, salt ekonomik anlam taşıyan "yaşam
standardı" kavramı yerine çok boyutlu ve çok katmanlı bir "yaşam
kalitesi" ya da "yaşam yetkinliği" kavramı bilinci
yaygınlaştırılmalı, sürekli ölçülerek izlenmelidir. Dünyanın belli başlı 215
kentini çevre de dâhil yaşam kalitesi açısından değerlendiren Mercer Human
Resource Consulting şirketinin yaptığı çalışmada, İstanbul bu yıl geçen yıla
göre daha da kötüleşerek 108. sırada yer alabildi! (Financial Times, 10.4.2006)
5. Toplum olarak "gereksinim-istek" ikileminde
gereksinimden yana, "sahip olmak-olmak" ikileminde olmaktan yana bir
eğilimle düşünmeyi ve davranmayı öğrenmeliyiz. Yoksa tabiat ananın hesap soruşları
trajik olmaktadır.
Sonsöz
Yönetmek için ölçmeli; ölçmek için de tanımlamalısın! Ama
korun fili tanımladığı gibi değil! Ressam Abidin Dino'nun şair Nazım Hikmet'in
"sen mutluluğun resmini yapabilir misin?" sorusuna yanıt olarak
yaptığı resimdeki gibi!
Doç. Dr. Melih BAŞ
Bu yazıya yapılan iki yorumu
buraya aynen iliştiriyorum.
Bu protokolün ülkemizce imzalanmaması gerekmektedir.
Öncelikle Kyoto prensiplerini en çok ihlal eden ülkelerin imzalaması gerekiyor. Bu ülkelerin başında Amerika geliyor. Amerika imzalamadan ülkemizin imzalaması halinde üretimde dışa bağımlılığımız bir kaç katına çıkacaktır.
Unutmayalım ki AB'nin Kopenhag kriterlerine de şu anda uyan sadece bizim ülkemiz. Bu kriterleri yaratan ülkelerin hiç birisi bu kriterleri taşımıyor, ama bizden daha fazlası isteniyor. Daha fazla Deli Dumrul'luk yapmanın anlamı kayıtsız şartsız bağımlılığı kabul anlamı içerecektir.
Okuyan arkadaşlarımız her ikisi arasında ne bağ var diyebilirler. İçerik olarak benzerlik olmamak ile birlikte tek ortak nokta bu tip şeylere sadece ülkemizin duyarlı olmak zorunda bırakılmasıdır.
AB/D tarafından kurdurulan ve sarı dernek olarak tanımlayabileceğim bu sivil toplum kuruluşlarının karşısına ancak ülkemiz ihtiyaçları için kurulmuş dernekler ile çıkılabilir.
Elden geldiğince bizim tarafımızdan dernek kurulması, platformlar oluşturulması gerekmektedir. Aynı statüdeki iki derneğin karşı karşıya gelmesi doğrunun bulunmasını kolaylaştıracaktır.
Bir sivil toplum kuruluşu ile devletin karşı karşıya gelmesi halinde, devlet doğruları ispat etse dahi derneğin yaygarası ve ardındaki sömürgeci gücün parası ile devletin inandırıcılığı halka ulaşamamaktadır.
Bunun önüne geçmenin en kolay yolu, sarı derneğin karşısına gerçek dernek çıkarmaktır. Bu gerçek dernek ve platformları ancak ve ancak bizim gibi kendisini sorumlu hisseden insanlar kurabilirler.
Para hemen akla gelebilecek engellerden ilki olmak ile birlikte, birkaç derneğin aynı adresi paylaşması ile bu sorun kolayca çözülebilmektedir.
Aslında en büyük sorun insan kaynağı olmaktadır. Üye bulmak, aynı amaç etrafında farklılıkları o faaliyet dışında tutarak çalışacak, gerçek yurt sever bulmak ve üye olmasını, hele de kurucu üye olmasını sağlamak çok daha zor olmaktadır.
Yapılabilecek en önemli şey, gerçek yurt severlerin, yarınlarımız için bu sarı derneklerin karşısında ve geleceğin büyük Türkiye'si için bir çatı altında toplanmasını sağlamak olacaktır.
İktidarda olan önemlidir bunu ret mümkün değil, öte yandan iktidara sesini duyurabilenin sarı dernek değil, gerçek dernek olması ile geleceğimiz üzerinden kumar oynanmasını engellemek mümkün.
Kendisini ülkesinden ve ülkesinin geleceğinden sorumlu hisseden bizlerin hafta da bir saatini derneklere ayırması ile yapabileceği pek çok şey olduğunu bilgilerinize sunarım.
Dernek kurmak yada mevcut derneklerin çalışmalarına yardımcı olmak isteyen arkadaşlarımız ile her zaman görüşebilir fikir paylaşabilirim.
Bu protokolün ülkemizce imzalanmaması gerekmektedir.
Öncelikle Kyoto prensiplerini en çok ihlal eden ülkelerin imzalaması gerekiyor. Bu ülkelerin başında Amerika geliyor. Amerika imzalamadan ülkemizin imzalaması halinde üretimde dışa bağımlılığımız bir kaç katına çıkacaktır.
Unutmayalım ki AB'nin Kopenhag kriterlerine de şu anda uyan sadece bizim ülkemiz. Bu kriterleri yaratan ülkelerin hiç birisi bu kriterleri taşımıyor, ama bizden daha fazlası isteniyor. Daha fazla Deli Dumrul'luk yapmanın anlamı kayıtsız şartsız bağımlılığı kabul anlamı içerecektir.
Okuyan arkadaşlarımız her ikisi arasında ne bağ var diyebilirler. İçerik olarak benzerlik olmamak ile birlikte tek ortak nokta bu tip şeylere sadece ülkemizin duyarlı olmak zorunda bırakılmasıdır.
AB/D tarafından kurdurulan ve sarı dernek olarak tanımlayabileceğim bu sivil toplum kuruluşlarının karşısına ancak ülkemiz ihtiyaçları için kurulmuş dernekler ile çıkılabilir.
Elden geldiğince bizim tarafımızdan dernek kurulması, platformlar oluşturulması gerekmektedir. Aynı statüdeki iki derneğin karşı karşıya gelmesi doğrunun bulunmasını kolaylaştıracaktır.
Bir sivil toplum kuruluşu ile devletin karşı karşıya gelmesi halinde, devlet doğruları ispat etse dahi derneğin yaygarası ve ardındaki sömürgeci gücün parası ile devletin inandırıcılığı halka ulaşamamaktadır.
Bunun önüne geçmenin en kolay yolu, sarı derneğin karşısına gerçek dernek çıkarmaktır. Bu gerçek dernek ve platformları ancak ve ancak bizim gibi kendisini sorumlu hisseden insanlar kurabilirler.
Para hemen akla gelebilecek engellerden ilki olmak ile birlikte, birkaç derneğin aynı adresi paylaşması ile bu sorun kolayca çözülebilmektedir.
Aslında en büyük sorun insan kaynağı olmaktadır. Üye bulmak, aynı amaç etrafında farklılıkları o faaliyet dışında tutarak çalışacak, gerçek yurt sever bulmak ve üye olmasını, hele de kurucu üye olmasını sağlamak çok daha zor olmaktadır.
Yapılabilecek en önemli şey, gerçek yurt severlerin, yarınlarımız için bu sarı derneklerin karşısında ve geleceğin büyük Türkiye'si için bir çatı altında toplanmasını sağlamak olacaktır.
İktidarda olan önemlidir bunu ret mümkün değil, öte yandan iktidara sesini duyurabilenin sarı dernek değil, gerçek dernek olması ile geleceğimiz üzerinden kumar oynanmasını engellemek mümkün.
Kendisini ülkesinden ve ülkesinin geleceğinden sorumlu hisseden bizlerin hafta da bir saatini derneklere ayırması ile yapabileceği pek çok şey olduğunu bilgilerinize sunarım.
Dernek kurmak yada mevcut derneklerin çalışmalarına yardımcı olmak isteyen arkadaşlarımız ile her zaman görüşebilir fikir paylaşabilirim.
Saygı ile, Füsun Çağırgan
***
"Çünkü küresel ısınma arttıkça küresel yağış miktarı da artar."
Hayır pek doğru değil bu. Örneğin, Florida, 1976 dan beri aşina olduğum Florida, hele bizim etrafımızda, 4 yıldır kuraklık var.
Mayıs ayı her zaman sel gibi yağmur yağan sezondu, hiç yağmadı bu yıl Bahçe harap, hatta yüzme havuzu bomboş, dibi yosun tuttu.
Size resmini gönderdiğim ana geyiğin her sabah pencereme gelmesinin sebebi ona şu vermemiz.
Onun için hem kuşluğu hem de bir kovayı dolduruyoruz, çünkü yazık, iki bambisi var, suya ihtiyacı var.
Orman, kupkuru.
Amerika Avrupa fazla karbon emisyon yapıyor filana gelince.Bir bakın Çin'in emisyonu ne.Her gelişen ülke her araba alan ülke aynı günahı işler.Öte yandan bir soruna karşı gözleri açılınca, Amerikalılardan daha fazla tutumlu, dikkatli,vicdanlı insanda da pek yoktur....
Bu yazıyı sonra daha dikkatle okurum.
Be good, take çare.
Kristina

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder