AKP'DE KÜRESELCİ GÜLENCİLER KÜRTÇÜ HALİDİLER VE MİLLİCİ NAKŞÎLER TARİKAT SAVAŞLARI
AKP'de neler olup bittiğini anlayabilmek için öncelikle AKP içindeki birbiri ile vuruşan tarikatları iyi anlamak gerekir.
AKP içindeki milliyetçi, liberal ve solcu kökenli milletvekilleri
ve/veya parti yöneticilerinin süs biberi olmaktan öteye bir misyonu
yoktur. Onların görevi kamuoyuna ve "devlet"e karşı durumu kurtarmaktır.
Ramazan K. Kurt
AKP içinde Süleymancı gibi küçük tarikat-dini cemaat unsurları olsa da,
söz sahibi değillerdir. Onlar da oy tedarik etmeye yönelik operasyonel
düzenlemelerdir.
AKP tam anlamıyla hepsi Nakşibendî tarikatı kökenli "yeni tarikatların" koalisyonudur. Ancak hepsinin hedefi AKP'yi ele geçirmektedir.
Nakşibendîye-Nakşilik tarikatı, Bahaeddin Nakşibend olarak bilinen
Muhammed Bahaeddin bin Muhammed el-Buhari el Nakşibend (Buhara-Kasrı
Arifan 1318-2 Mart 1389) tarafından kurulmuştur.
Yaklaşık 1336'da Şeyh Semmasi'nin yanına giden Muhammed Bahaeddin, onun
ölümünden sonra Yesevi tarikatı şeyhlerinden üç Türk Mevlana Arif,
Kusam Şeyh ve Halit Ata ile birlikte bulundu.
Emir Külal'in müritlerine Muhammed Bahaeddin'e uymalarını vasiyet
ederek 1370'de ölmesi üzerine, o güne kadar "Hacegân" adıyla anılan
tarikatın başına geçti.
Tarikatın prensip ve kurallarını yeniden düzenlediği için tarikat ondan
sonra Nakşibendiye (nakış yapan) adıyla anılmaya başladı. Tarikat
Muhammed Bahaeddin'in halifeleri Alaattin Attar, Zahid Bedahşi ve
Muhammed Parsa gibi halifeleri vasıtasıyla Hint-Babür Türk
İmparatorluğu'nun etkisiyle Hindistan coğrafyasında ve Anadolu'da
yayıldı.
Muhammed Bahaeddin, kendisinin tasavvuf eğitiminde yüz yüze eğitiminden
geçtiği şeyhlerden değil 1200'de ölen Abdulhalık Gücdüvani'nin etkili
olduğunu söylemiştir. Gücdüvani'nin Büyük Selçuklular döneminde
Malatya'dan Buhara'ya yaklaşık 35 km. mesafedeki Gücdüvan köyüne
yerleşen bir Türk ailenin çocuğu olduğu zikrediliyor.
Tasavvufta bu türden manevi eğitim biçimi "uveysilik" olarak adlandırılıyor.
Nakşibendîlik farz ibadetler dışındaki nafile ibadetleri Allah'a yaklaşmanın başlıca aracı sayar.
Nakşibendîlikte bireysel zikirden başka, hatm-ı hacegân adı verilen
toplu zikirde büyük bir önem taşır. Hatm-ı hacegânın her gün ikindi
namazından sonra yapılması kuraldır; bu imkân dâhilinde değilse haftada
en az iki kez yapılır.
Nakşibendîliği öbür tarikatlardan ayıran en önemli özellik rabıta
yöntemidir. Süresi en az bir saattir. Rabıta yaşayan bir mürşitle de,
ölmüş bir şeyhle de yapılabilir. Rabıta müridin kendisini ölmüş,
kefenlenmiş ve mezara konmuş varsayıp hayalinde canlandırdığı mürşidinin
iki kaşı arasına bakarak ruhaniyetinden feyz almaya çalışmasıdır. Bu
ritüel tarzı ünlü Fransız araştırmacı Thierry Zarcone tarafından
masonluk ritüeline banzetilir.
Nakşibendîlik, Yesevilik tarikatının cehri (açık sesli-hareketli)
zikrinden hafi (gizli sessiz- hareketsiz) zikrine yönelmiştir.
Başlangıçta Şah-ı Nakşibendî Hazretlerinin bu tercihi büyük
memnuniyetsizliğe sebep oldu.
Şah-ı Nakşibend Hazretleri'nin en önemli ayırt edici özelliği, İslam
şeriatı karşısındaki yabancı tesir ve unsurlardan uzaklığı ile İslam
âlemini etkisi altına alan BÂTINİ (gizli anlam) ve FELSEFİ hareketlere
karşı adeta tam bir sed oluşturmasıdır.
Onun için araya bir şey sokmadan; dünyevi bir mükâfat, hatta bir insan
tarafından methedilmeyi beklemeden sırf Allah'a ibadet etmek asıldır.
Nakşibend Hazretleri, "Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret ve musibet vardır" der.
Bahaeddin Nakşibend "sufi muhaddis (sufiliğe göre hadis yorumlayan)
değil, muhaddis sufi (hadislere göre sufilik) esprisini yaymaya çalıştı.
Kendisinin tasavvufi görüşlerini ihtiva eden herhangi bir eseri bugüne
ulaşmamıştır. Sözleri başkalarının telif ettiği eserler yoluyla günümüze
ulaşmıştır.
Nakşibend Hazretlerine göre, Enbiya suresi (21/7) 7. Ayeti ilim adamlarına sormayı emretmektedir. "Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz."
Şah-ı Nakşibend Hazretleri'nin manevi gelişiminde yine bir Türk-İslam tarikatı olan Yeseviliğin derin etkisi göz ardı edilmemelidir. (TDV İslam Ansiklopedisi, C:4, s.459)
Nakşibendî tarikatının iki ana kolundan bahsetmek mümkündür. Birincisi
Şeyh Ahmet olarak da bilinen İmam Rabbani (Sirhindi 1564-1624)
tarafından kurulduğu varsayılan Müceddiye, diğeri Irak'ın kuzeyindeki en
büyük Kürt aşiretlerinden Caf'a mensup Pir Mikail'in oğlu Mevlana
Halidi Bağdadi'nin (1779-10 Haziran 1826) Süleymaniye'deki Halidiye
tekkesine dayanan Halidiye kolu.
Nakşibendîlik Fatih Sultan Mehmet zamanında Molla Abdullah İlahi (ölümü 1491) vasıtasıyla Osmanlı'ya girdi.
Osmanlı'nın son dönemlerinde özellikle Sabataycıların da etkisiyle bir
kısım Bektaşi tekkesinin maksatları dışında kullanılmaya başlamasıyla
birlikte adı geçen tekkelere Nakşibendî şeyhleri yerleştirildi. Öyle ki
İstanbul'da 65 Nakşibendî tarikat dergâhı vardı.
Şah-ı Nakşibend "Tarikat edepten ibarettir" der. Kendisinden bir
keramet istendiğinde şu cevabı oldukça manidardır: "Bunca günah yükünün
altında dimdik durabildiğimize göre kerametimiz ortada". Yine benzer bir
istek üzerine, üç adım ileri gitmiş ve "İşte size keramet" demiş.
İmam Rabbani "Mektubat" adıyla toplanan Farsça mektuplarında "vahdet-i
vücut" (varlığın birliği) sufi öğretisine karşı "vahdeti şuhud"
(görünüşün birliği) kavramını geliştirmiştir.
Vahtet-i şuhud anlayışına göre, evrendeki birlik görünüşü yalnızca
öznel bir tecrübedir ve bunun gerçek dünyada nesnel bir karşılığı
yoktur. Dolayısıyla gözlenen varlıkların Allah'la bir gözükmesi bir
yanılgıdır. Allah varlıkların ötesinde insanın görme ve bilme gücünün
üstündedir. Allah varlığı karşısında evrenin varlığına gölge varlık
(zılli vücud) denebilir.
Vahdet-i vücut ise evrende gördüğümüz her şeyin Tanrı'nın bir parçası
olduğunu iddia eder ve bu iddiası ile Yahudi mistisizmi Kabala ile
benzeşir. Kabala'ya göre, "Bruheem kol demuyay eloha/ Tanrı'nın bütün
suretleri kutsaldır". İmam Rabbani'ye ölümünden sonra, Hicri takvimdeki
ikinci bin yılın başlangıcında yaşadığını vurgulayan Müceddid-i Elf-i
Sani (İkinci Binyılın Yenileyicisi) unvanı verilmiştir.
Erdal Sarızeybek, AKP nin 150 yıllık tarihi.
Sonuçta Bahaeddin Nakşibend, Sünni İslam'ın Hanefi ameli-Maturidi
(Semerkand 852-944) itikadı temeline dayanan İslam inancının
savunucusudur. Doğuşu ve yayıldığı coğrafya itibariyle Müslüman Türk
tarikatıdır.
Said Nursi'nin (Kürdi) kurucusu olduğu Nurculuk hareketi
Nakşibendîliğin Halidi koluna dayanır. Yani Said Nursi nasıl Kürt ise
Halidiliğin kurucusu Mevlana Halidi Bağdadi de Kürt'tür. (Nevzat Çiçek,
Puşi ve Sarık)
F. Gülen hareketi ise şu anda 22 farklı fraksiyonu olan Nurculuğun en
güçlü koludur. Diğer bir güçlü Nurcu grup ise Yeni Asyacılar olarak
anılmaktadır.
Nurcu F. Gülen her ne kadar Erzurumlu olarak bilinse de Bitlisli bir aileye mensuptur.
AKP içindeki güç mücadelesinin taraflarını şöyle sıralayabiliriz.
1. Nakşibendî Gümüşhanevi Dergâhı'na mensup olan Nakşîler. Bünyesinde
millici unsurlardan çeşitli görüşlere, milli görüşe kadar Nakşibendîler
yer almaktadır. Türk, Kürt, Sabatay ve devşirme kökenliler…
Gümüşhanevi dergâhının kurucusu Şeyh Ahmet Ziyaüddin Efendi (1813-1893)
Kafkas kökenli Gümüşhaneli bir tüccar ailenin oğludur. İstanbul'da
Beyazıt ve Mahmutpaşa Medreselerinde okudu.
1844'de müderrislik icazeti aldığı "Kürt Hoca" lakabıyla anılan
Nakşibendî-Halidi Şeyhi Abdurrahman el Harputi'nin uzun yıllar öğrencisi
oldu. 1848'de, Irak'ın kuzeyinde Kürtçe eğitimin ve siyasi Kürtçülüğün
mimarı olan Mevlana Halid-i Bağdadi'nin halifelerinden Üsküdar'daki
Alacaminare Tekkesi'nde Abdülfettah el-Ukari ile tanıştı.
Cağaloğlu'ndaki Fatma Sultan Camisi'nde 1859'da irşada başladı. Burası zamanla Gümüşhanevi dergâhı olarak anılmaya başlandı.
Dergâhın sonraki şeyhleri Abdülaziz Bekkine, Mehmet Zahid Kotku gibi Ahmet Ziyaüddin de Kafkas göçmenidir.
Hepsinin Kafkas göçmeni olması bir tesadüf mü?
Bir başka soru da, niçin Nakşibendîliğin orijinal formu değil de, Kürt Mevlana Halid-i Bağdadi'nin "Halidilik" kolu?
Şeyh Ahmet Ziyaüddin milliyetçi duruşu ile tanınan bir insan.
Osmanlı Türkiye'sinin, idam fermanı olan Sadrazam Reşid Paşa'nın yakın
"dostu" İngiltere elçisi Lord Stratford Canning'le imzaladığı 1838 Balta
Limanı Serbest Ticaret Antlaşması'na şiddetle karşı çıkan kişi Şeyh
Ahmet Ziyaüddin'dir.
1838 sonrasının Turgut Özal'la başlayan R.T.Erdoğan ile pik yapan bugünlerden farkı yoktu.
Ucuz ithal mallar, batan yerli sanayi, yabancı sermaye, yabancı bankalar, borsa ve yabancıya toprak satışı vs...
Şeyh Ahmet Ziyaüddin, "Türkler Müslümanlığı sadece oruç tutup namaz kılmak zannediyor" mantalitesini yıkarak milli sermaye oluşturmak için yardım sandıkları kurdu. Hocanın yaptığı "millieyetçi dindarlık" veya "Türk Müslümanlığı" idi.
Ancak ne acıdır ki böyle bir insanın kurduğu dergâha yani Gümüşhanevi dergâhı müridi olduğu iddiasındaki Turgut Özal'ın başlatarak Abdullah Gül ve R.T.Erdoğan'ın tamamladığı…
Türkiye'nin küresel finans oligarşisine teslimidir.
Anlaşılıyor ki dergâh daha sonraları veya günümüzde Şeyh Ahmet Ziyaüddin'in çizgisinden sapmış.
Gümüşhanevi dergâhının bir başka önemli özelliği daha vardır.
Şeyh Ahmet'in 63 yaşında evlendiği Havva Seher Hanımefendi eski başbakanlarımızdan Bülent Ecevit'in anneannesinin teyzesidir.
(Mahmut Çetin, Teyze ile Prenses, Biyografi Net Yayınları, İstanbul 2005 Telefon: 0542-235 xx xx)
Gümüşhanevi dergâhının müritleri arasında ünlü komünist-Polonya
Yahudisi bir aileye mensup Şair Nazım Hikmet'in büyükannesi Ayşe Sıdıka
Hanım ile "İslam Kalvenizmi"ni yani Müslümanlığın kapitalizm ile uyum
içinde olabileceğini savunan "İslamcı" Prof. Sabri Ülgener'in
(1911-1983) anneannesi Hatice Hanım da vardı. Ayşe Sıdıka Hanım ile
Hatice Hanım kardeştirler. Yani Nazım Hikmet ile Prof. Sabri Ülgener
kuzen.
Açıkçası Gümüşhanevi dergâhı, Sabatayistlerimiz ile Nakşîlerimizin ortak tekkesi durumunda.
Dahası var, "İslam sosyalizmi"nin savunucusu Nurettin Topçu'nun
(1909-1975) şeyhi de Gümüşhanevi dergâhı şeyhi, Kazanlı tüccar Haris
Efendi'nin oğlu Abdülaziz Bekkine'dir.
2. Nurcu-Fethullah Gülen cemaati mensupları ve cemaate yakın duran unsurlar. Türk, Kürt, Sabatay ve diğer unsurlardan oluşur.
Mesela Gülen Hoca ile 30 yıl kader birliği yaptıktan sonra yollarını ayıran Baş Muavini Nurettin Veren Sabataycı Kapaniler ile akrabadır. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
3. Nurcu-Halidi tarikatına mensup olanlar çoğunlukla Kürtçü, Kripto-Yahudi Kürt unsurlardan oluşur.
Bu gruptan pek çok milletvekilinin Barzani'ye yakın oldukları sır
değil. AKP içinde organize bir güç merkeziler ancak üçüncü sıradalar.
Her iki güç odağı ile de iyi ilişkiler kurmuş durumdalar.
Nakşibendîlik Osmanlı Türkiye'sine Fatih Sultan Mehmet zamanında Molla Abdullah İlahi (Ö. 1491) vasıtasıyla geldiğinde daha tarihi kayıtlar Anadolu'da Kürt unsurundan bahsetmiyordu.
Erdal Sarızeybek anlatıyor AKP ve Türkiye
Neyse bu husus bizim konumuz dışında. Ama merak edenler "Orhan Sakin-Osmanlı'da Etnik Yapı-1914 Nüfusu" adlı kitabı okuyabilirler.
Yukarıdaki üç paragrafı şunun için yazdım: Efendim "Nakşibendîlik Anadolu'ya Kürtler vasıtasıyla gelmiş (!)"
Kürtçü siyasi hareketin tarihinde medreselerin-tekkelerin her daim çok merkezi bir rolü var. Türk devletinin ilgili birimleri hadisenin bu yönünü iyi araştırmak mecburiyetinde.
Hizan'ın Zeyda köyünde Seyit Ali liderliğindeki medresenin hocası Mella Selim 1913-1914 yıllarında Osmanlı merkezi hükümetine karşı ayaklandı. Ayaklanmayı tertipleyen Halidi Şeyh Şehabettin ve kardeşi Seyit Ali ( eski milletvekili ve bakan Kamuran İnan'ın dedesi) ile Mella Selim Bitlis'te vatana ihanetten idam edildiler.
Nevzat Çiçek "Puşi ve sarık-İslam Kürt sorununu çözer mi?" adlı kitabında medreselerde Kur'an'ın Kürtçe yorumlandığını ve her Kürt beyinin bir medresesi olduğunu yazıyor. Bu yazara göre, 19. Yüzyılın başlarında bütün Anadolu'yu etkilemeye başlayan Nakşibendî Halidiye kolunun önderi Mevlana Halit'in Kürt olması da medreseleri ön plana çıkardı. (s.21)
Kürt isyanlarıyla isimleri paralel anılan Nehrili Şeyh Ubeydullah, Şeyh Said, Mella Selim, Molla Mustafa Barzani, Kadı Muhammed hem Halidi hem medrese kökenli "Kürt aydını demek Kürt mollası veya şeyhi demekti. Kürt milliyetçiliği öncelikle medreselerde başlamıştır. (N. Çiçek, a.g.e, s.21)
Hakan Özoğlu da "Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği" adlı eserinde benzer görüşleri ileri sürmektedir.
Barzanilerin ilk destekçileri arasında Şeyh Said isyanına katılıp, Suriye'ye kaçan Şeyh Muhammed İsa'nın oğlu Muhammed İsa'nın yer alması üzerinde durulması gereken bir örnektir.
1880'de "Şeyda" lakaplı Şeyh Abdurrahman'ın kurduğu Bitlis'e bağlı Güroymak (eski adı Norşin) medresesi hem Halidiye tekkesi hem de siyasal Kürtçülüğün eğitim merkezi rolünü uzun yıllar üstlenmiştir.
Norşin-Güroymak medresesinin yetiştirdiği Kürt İslam din adamlarının en ünlülerinden biri de Said Kürdi-Nursi'dir.
Bu medresenin sonraki şeyhlerinden Şeyh Ziyaeddin'i Rahmetli Atatürk bir mektupla 1919'da Sivas Kongresi'ne davet etti. Ama Halidi Şeyhi Ziyaeddin bu daveti reddetti. 1924'te öldü.
Nevzat Çiçek'e göre Güroymak medresesindeki eğitim dinle sınırlı değildir ve eğitim dili Kürtçedir.
İnternet sitesi halidiye.com adresine göre Mevlana Halid-i Bağdadi'nin Halidi tarikatına bağlı Türkiye'de dört büyük tekkesi var:
1. Gümüşhanevi tekkesi
Turgut Özal, Korkut Özal, Abdullah Gül, R.T.Erdoğan, Kemal Unakıtan, Hüsnü Doğan, Kahraman Emmioğlu, Prof. Cevat Akşit, Recai Kutan, Prof. Osman Çataklı, Lütfü Doğan, Ömer Dinçer tekkenin müritlerinden bazı isimler.
2. İsmet Efendi tekkesi
3. Kelami dergâhı
4. Kaçgari tekkesi
Bunlara Adıyaman Menzil'deki Mehmet Reşit Erol ve Erzincan'daki Abdurrahim Reyhanî Halidiye tekkelerini de ilave edebiliriz.
Barzani aşireti Halid-i Bağdadi'nin halifesi Barzanlı Şeyh Tacettin sayesinde Nakşibendî-Halidiye tarikatına mensup oldu.
AKP içindeki Kürt milletvekillerinin pek çoğu tarikat kardeşliğinden Mesud Barzani ile "akraba".
Osmanlı'dan cumhuriyete Türkiye'de Kürt isyanlarının elebaşlarının -PKK hariç- hepsinin Nakşibendî-Halidi tarikatına mensup olması tesadüf mü?
İngiliz parasıyla isyan edip, İngiliz sicimiyle Diyarbakır'da 46 vatan haini arkadaşıyla birlikte 28 Haziran 1925'te idam edilen Şeyh Said de Nakşibendî-Halidi şeyhi idi.
Şeyh Said'in kardeşi Şeyh Abdurrahim'in oğlu Zülküf Bilgin'in iki oğlu Abdurrahim Bilgin ile Behram Bilgin PKK hareketinin içinde yer aldılar.
Tiyatrocu-Vizonteleci Yılmaz Erdoğan'ın karısı Belçim, Abdurrahim Bilgin'in kızıdır.
Şeyh Said'in torunu Kasım Fırat, Murat Karayalçın'ın SHP'sinin kurucuları arasındadır.
Yine Şeyh Said'in torunu Felat Özsoy DTP'nin kurucusudur.
Erbakan'ın Kürt politikasını belirlemede Kürtçü İslamcı danışmanlarının rolü çok önemli olmuştu. Aynı şekilde, talebesi R.T.Erdoğan'ın Kürt politikasında da laikçi veya İslamcı ama Kürtçü danışmanlarının izleri görülür.
Siyasal İslamcı çevrelerde 1990'larda Mehmet Metiner ve Altan Tan tarafından hazırlanan "Kürt raporu" şöyle ifadeler taşımaktaydı: Bugün "Doğu" veya "Güneydoğu meselesi" olarak adlandırılan mesele aslında bir Kürt meselesidir. Mesele gerçekte milli bir meseledir, yani bir Kürt meselesidir."
Raporda yer alan bir başka cümle de şöyleydi:
"Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde "Kürdistan" olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgedir. Kürtlerin konuştuğu dil olan Kürtçe, Türkçeyle ilgisi olmayan bir dildir."
Rapor tam bir "serbest atış" yönetimiyle hazırlanmıştı. Ve maalesef siyasal İslamcıların bugün de hadiseye bakış tarzı bu minval üzeredir.
Rapor 12 maddelik bir tavsiye ile RP'nin bu husustaki görüş ve davranışlarının ne olması gerektiğini sıralayarak son buluyordu.
Hâlbuki Türkiye'de iki tanımlama ırki-etnisiye olmaktan ziyade FOLKLORİK bir anlam taşır.
Lazlar -ki Türkiye'de sayıları 200 bin dolayındadır- Doğu Karadeniz'de yaşayan çok küçük bir halk olmasına rağmen bütün Karadeniz bölgesinde yaşayanlara "Laz" denilmesi gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayan herkese çok yanlış olarak "Kürt" denilmesi Türkiye'de folklorik bir olgu halindedir.
Mesela, Zazalar dil ve kültür olarak Kurmançlardan ziyade Türkmenlere yakındır. Bu konuda çeşitli araştırmalar vardır. Bunlardan biri; "M. Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, İstanbul 1998", bir diğeri; "H.Musa Taşdelen, Göçerlerin Şehirleşmesi-Beritanlı Aşiret Örneği, İstanbul 1997. Bir başkası; Prof. Orhan Türkdoğan, Doğu ve Güneydoğu Kabile ve Aşiret Yapısı, İstanbul 2006.
Batı'da sözlü tarih kaynaklarına çok büyük ehemmiyet verilir. Bu bağlamda Van-Bitlis yöresinden bir Kürt aşiret reisi -ki torunu benim sülaleme gelin olmuş, daha sonra da PKK tacizinden aile Bitlis'ten Antalya'ya göç etmiştir- Türkiye'deki Kürtleri şu şekilde bir ayırıma tabi tutmaktadır.
Ona göre, Türkiye'deki Kürtlerin en az yüzde 60'ı Oğuz Türkmenlerinden oluşmaktadır, yine ona göre Çingene, Ermeni, Yahudi olan "Kürt" aşiretleri vardır. Geriye kalanlar da tarihi olarak Kürt olarak niteleyebileceğimiz aşiretlerden oluşmaktadır
Yaşlı "Kürt Beyine" göre pek çok Türkmen aşireti Doğu ve Güneydoğu'da "Kurmança" konuşmaktadır.
Kaynaklarda "Kürt" tarihinin gittiği en eski tarih 10. Yüzyıl Arap coğrafyacılarıdır.
Kaşgarlı Mahmud'un haritasında "Ekrad-Arapça Kürler" tabiri yer alır. (Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati't-Türk, Çeviren: Besim Atalay, C:I, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1983)
Kaşgarlı Mahmud, Türkçe'nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ispatlamak için hazırladığı Divanü Lugati't Türk adlı eserini Abbasi Halifesi Muktedi'ye (1075-1094) sunmuştur.
Büyük Selçuklu Sultanı Sencer (1117-1156) tarafından belirlenen Kürtlerin yaşadığı bölge anlamındaki "Kürdistan" sınırları ile Kaşgarlı Mahmut'un haritasında işaret ettiği yerler birbirine uygundur ve İran'ın orta güneyi ile Şam arasında kalan, İran'da Zagros dağlarının doğusunda Hamedan, batısında Şehrizor vilayetleri arasındaki dağlık ve mahalli yerleşim yerlerini kapsıyordu.
Söz konusu bölgede aralarında uzun mesafeler olan lokal yerleşim yerleri söz konusuydu.
Ahmet Taner Kışlalı'ya göre Kürtler, İran-Irak arasındaki bu bölgeye daha eski dönemlerde gelmişler ve konuştukları dil de Farsçanın bozulmuş bir şeklidir.
Zaten bugün Kürtçe diye tanımlanan ve birbirini hiç anlamayan "ağızlar" da Farsça, Türkçe, Arapça etki açıkça görülmektedir.
Kaldı ki Kürtçe denilen ağızların hiçbirinin grameri yoktur. Elbette Batılı misyonerlerin uydurdukları ilmi olmayan siyasi çalışmaları dikkate almak mümkün değildir.
Bu durumda coğrafya olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu "Kürdistan" olarak tanımlamak, çok çeşitli ağızlardan oluşan Kürtçeyi bir dil olarak sunmak cahilliğin ötesinde bir şeydir.
İstanbul-Norveç arasında mekik dokuyan Halidi-Kürt medreselerinde yetişmiş siyasal İslamcı Mele Yusuf aynen şunları söylüyor:
"Bana göre Kürt halkının haklı davası bu; ister PKK adı altında, ister başka adlar altında çıkmış olsun Müslümanların bu haklı davaya sahip çıkması Allah'ın emri ve İslam'ın gereğidir. Bundan dolayı adı PKK olsun veya İslam adı altında veya başka adlar altında olsun herkes bu mazlum halkın haklı davasına sahip çıkma açısından kendisini mecbur ve mesul hissetmek zorundadır… bu vesileyle her Müslüman ister Türk, ister Acem, ister Kürt olsun bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Bu İslam'a göre FARZdır." (Nevzat Çiçek, Puşi ve Sarık, s.158-159)
Yoruma gerek var mı? PKK ihanetine İslam kılıfı geçirilerek Türk milletine meydan okunuyor.
Mele Yusuf, Barzani ve Talabani'nin ABD-İsrail-İngiltere uşaklığına da mübarek Peygamberimizi kullanarak "İslami kılıf" bulmuş ve Türk milletini "tecavüzkar kavim" olarak niteliyor.
Benzer görüşler eski RP ve ANAP milletvekilliği yapan Haşim Haşimi'de de var. Ona göre Barzanilere karşı Türk devletinin aldığı tavır "hoş değil".
Örnekleri çoğaltmak mümkün ama hadiseler ve niyetlerin yeterince açığa çıktığı kanaatiyle bu bahsi burada kapatalım.
Gülencilerin ve Nakşibendîlerin AKP içindeki güçlerini tam olarak kestirmek mümkün değil. Gülencilerin en güçlü temsilcisi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül.
Nakşibendî Gümüşhanevi Dergâhı'nın en güçlü temsilcisi ise Başbakan R.T.Erdoğan.
AKP içindeki savaşın taraflarını Nakşîler (her rengi ve çeşidi ile) Gülenciler şeklinde tanımlamak mümkündür.
Aslında gruplar arasındaki mücadelenin tek sebebi siyasi değil. Ayrışma derinlerde yatıyor.
Şah-ı Nakşibend hazretlerinin en temel ayırt edici özelliği Bâtıni İslam yorumlarına ve felsefi hareketlere adeta bir sed oluşturmasıdır.
Keza takipçisi İmam Rabbani de "Rüya ile amel olunmaz" der ve Kabalizmle örtüşen adom kadmon/kâmil mümin yani vahdet-i vücut sufizmine şiddetle karşı çıkar.
Halidiye-Nurcu-Gülen İslam anlayışında ise "Bâtıni" tefsir-yorumlara ve "rüyalar"a büyük anlam yüklenir. Bu yönüyle Endülüslü Muhyiddin ibn Arabî çizgisine daha yakın olduklarını söylemek mümkündür. "Kabala'ya göre bal, manın altmışta biri kadar tatlıdır; bir rüya kehanet gücünün altmışta birine denktir." (Richard Zimler, The Last Kabbalist of Lizbon, 1996)
Orijinal Nakşibendîlik ile Halidi-Nurcu-Gülen arasındaki fark sadece bunlardan ibadet değildir. Şu iki husus oldukça enteresandır:
2002 yılında F.Gülen'i Pennsilvania'da kaldığı evde ziyaret eden bir arkadaşıma oradaki cemaat görevlileri: "Aman hocanın yanında aklından olumsuz bir şey geçirme. Hoca bilir ve mahcup olursun" derler. Elbette bu ikazdan F.Gülen'in haberi var mıdır yok mudur bilemeyiz.
Cemaate ciddi ölçekte finansal destek sağlayan bir işadamı dostum ısrarlar üzerine cemaat mensuplarıyla birlikte İstanbul'dan Erzurum'a doğru bir seyahate katılır. Üç gün boyunca cemaat mensupları Gülen Hoca'nın rüyalarından ve kerametlerinden bahseder.
İşadamı seyahati yarıda keserek Erzurum'dan uçakla İstanbul'a döner. Elbette bu durumdan Gülen Hoca'nın ne kadar bilgisi vardır bilinmez.
Orijinal Nakşibendîlik ile Nurcu-Gülenci hareket arasında başka temel farklılıklar da mevcut.
İşte onlardan bazıları ve yorum yapmadan
"Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümüne, yani 'Muhammed Allah'ın Resulüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet nazarıyla bakılmalıdır…" (Fethullah Gülen, Küresel Barışa Doğru, s.131)
"… Kur'an devamla, 'Allah'ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin' diyor. Dikkat edin, bu mesajda 'Muhammedün Resûlüllah yok." (F. Gülen, Hoşgörü ve Diyalog İklimi, s.241)
"Mühim olan kelime-i tevhid inancıdır. Hz. Muhammed'i kabul ve tasdik etmek ise şart olmayıp bir kemal mertebesidir." (Ahmet Şahin, Zaman gazetesi, 17 Nisan 2000)
"Müslümanlık-Hıristiyanlık ittifakını bozmaya çalışanlara karşı üç zümre; Nurcular, Hıristiyan ruhaniler ve misyonerler uyanık olmalıdır." (Said Nursi, Emirdağ Lahikası 1, s.1712; Tarihçe-i Hayat 434)
"Savaşta ve felaketlerde ölen mazlum ve masum Hıristiyanlar da şehit sayılır ve ahrette mükâfatları vardır. Hatta kâfir bile olsalar." (Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s.75)
Ayrıca bazı Nurcu cemaatler Said Nursi'nin risalelerini "vahiy" kategorisinde değerlendirmektedirler. En azından 2007'nin Ağustos ayında Fethiye'de benim sohbet ettiğim mühendis Şakird'in görüşleri bu yöndeydi.
Bir başka husus, Gülen cemaatinin Abant platformu çerçevesindeki çalışmalarına bağlı olarak verilen anahtar noktalardan biri bir hayli tartışma çıkaracağa benziyor. Buna göre, "Devlet kutsal değil, beşeri bir kurumdur." (The Abant Platform: Final Declarations İstanbul: Journalist and Writers Foundation, İstanbul 1999 and 2000, Zikreden Graham E. Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s.130, Timaş Yayınları, İstanbul Mart 2008)
Fuller burada ikili anlamdan söz etmektedir.
Peki, bir Türk Müslümanlığı var mıdır?
Elbette vardır. Türk Müslümanlığının dayandığı üç ana temelden söz edilebilir.
1- Kısmen Azeri Türkler hariç, Türk dünyasının tamamı Sünni Müslüman Hanefi mezhebine bağlı ameli, İmam Maturidi itikadına dayalı Müslümanlığa göre iman eylerler.
Maturidilik Kur'an ve hadislere dayalı nakil ile aklı birleştirir. Yüce Kur'an'da 60 ayette "Siz aklınıza danışmaz mısınız" mealinde aklın önemine vurgu yapılmaktadır. Sünni İslam'ın diğer itikadi mezhebi Eş'ari ve Selefilik sadece nakilcidir.
2- Türk İslam'ı, esas itibariyle hiçbir zaman Avrupa başta olmak üzere Hıristiyan emperyal gücünün kontrolü altına girmemiştir. Türk İslam'ı esas olarak Selçuklu-Osmanlı devletinin içinde gelişmiştir. Buna karşılık öteki Müslüman devletler çoğu zaman uzun yıllar emperyal bir gücün kontrolü altında kalmıştır.
3- Türk Müslümanlığı -mesela Vahabi hareketi gibi- belirli bir liderin, şeyhin etkisine girmemiş veyahut da emperyal güç odaklarınca kurgulanan belirli bir hareketin projesi olarak hayat bulmamış, çok geniş bir Türk kültür coğrafyasında organik bir şekilde evrilmiştir.
Din ve halifelik Osmanlı Türkiye'si yönetiminde her zaman devletin pragmatik bir parçası olmuştur.
Bugün Türkiye'deki kutuplaşmanın temelinde din anlayışındaki farklılık yer almaktadır.
Eski CIA Ankara istasyon şefi Graham E. Fuller'in yukarıda zikrettiğimiz kitabının 116. Sayfasındaki yoruma göre Gülen hareketi "neredeyse Calvinist bir harekete bürünür şekilde"dir.
Fuller'in adı geçen kitabının 119. Sayfasındaki yoruma göre de Gülen hareketi: "Hiç şüphesiz ki hareket, gayet açık bir şekilde bireyi dönüştürmek suretiyle toplumu dönüştürmeyi arzu etmektedir."
Utah Üniversitesi'nden M. Hakan Yavuz'un "Towards an Islamic Liberalism?: The Nurcu Movement and Fethullah Gülen" (Middle East Journal- Winter 1999) adlı makalesi ile yine Hakan Yavuz ile Georgetown Üniversitesi'nden John Esposito tarafından editörlüğü yapılan "Turkish Islam and the Secular State: The Gulen Movement" (Georgetown University Press, Washington D.C, 2002) adlı çalışmaya göre: Gülen hareketi gerçekte "apolitik" nitelemeyle tarif edilemeyecek kadar siyasi bir harekettir
"Esasen Gülen, İslam'ın farklı bir kolu olarak Türk İslam'ı diye bir şeyin varlığını reddedecektir." (G. E. Fuller, a.g.e, s.122)
Fuller'in adı geçen eserinden bir alıntı daha yapalım:
"Her ne kadar Türkiye'nin "laik" bir devlet olarak kalacağı neredeyse kesin olsa da, Türkiye için de laikliğin anlamı hâlihazırda evrilmektir ve ülke yavaş yavaş kendi Osmanlı geçmişi ile birlikte kültürel ve dini gelenekleriyle de yeni ve daha rahat bir ilişki geliştirmektedir. AKP ile Gülen hareketinin ortak yanları bu olgunun göstergesidir ve Türkiye'de yaratıcı ve canlı bir İslamcı camianın yükselişine işaret etmektedir." (G. E. Fuller, a.g.e, s.132)
Burada küçük bir bilgi ilave etmeden geçemeyeceğim. ABD'nin New York şehrinde bulunan ve Amerika'da Gülen'e yakınlığı ile tanınan Turkish Cultural Center-TCC/Türk Kültür Merkezi adlı dernek Nisan 2008'de "Zübeyde Hanım Sevgi Ödülü"ne ABD Temsilciler Meclis Üyesi Türk düşmanı, Ermeni "soykırım" destekçisi Bayan Carolyn Bosher Maloney'i layık gördü.
Anlayan varsa beri gelsin. "Soykırım" destekçisi Maloney'ye Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın kemiklerini sızlatırcasına ödül veriyorlar. Bu kadın 2007 yılında Türkiye'nin Kıbrıs'ta varlığını sona erdirmesini isteyen bir tasarı hazırlamıştı.
TCC bünyesinde faaliyet gösteren Turkish American Women Society-TAWS/Türk Amerikan Kadın Cemiyeti adına ödülü veren de Türkiye Cumhuriyeti devletinin New York Konsolosu Başar Şen… Yorum sizlere ait.
CIA ajanı Graham E. Fuller'in yukarıda adını verdiğimiz kitabına göre AKP bir sentez. Ve AKP iktidarında Türkiye "en bağımsız" dönemini yaşıyormuş. AKP döneminde "Kürt meselesi" çözüme doğru gidiyormuş. Fuller'in kitabındaki tespitlere baktığımızda; Türkiye'ye "Osmanlı'ya dönüş" ve "İslamcılık" tavsiye ediliyor. Kitapta yer alan bir başka "tespit" de, Atatürk döneminde İslam dünyasından koparılan Türkiye AKP iktidarı ile birlikte hem Ortadoğu'daki yerini alıyor. Hem de 2015'de AB'ye üye oluyor.
Fuller İslamcıları niye öpüyor takdiri sizlere bırakıyorum. Ammaaa… AKP'nin başdanışmanı Dr. Yalçın Akdoğan'ın "AK Parti ve Muhafazakâr Demokrasi" adlı kitabındaki "öngörüler" ile Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" kitabındaki "öngörüleri" arasında inanılmaz benzeşmeler mevcut.
Fuller mi, Akdoğan mı, kim kimden kopya çekti? Veya kim kime telkinde bulundu?
Sonuç olarak AKP içindeki "tarikatlar savaşı" sadece siyasi mücadeleden ibaret olmayıp kökenlerinde derin ve çok farklı İslam anlayışı ile milli-küresel-Kürtçü zihniyet farkına dayanıyor.
BÜYÜKELÇİ BAKİ İLKİN'İN AÇIKLAMASI
Gazetemizde 17 Nisan 2008 tarihinden itibaren yayınladığımız "Cumhurbaşkanı Gül'ün solcu danışmanı Zeynep Damla Gürel Ekşioğlu'nun ironisi Türkiye'nin trajedisi" başlıklı seri makalemizle ilgili olarak Washington Büyükelçisi Sayın Baki İlkin 24 Nisan günü telefonla arayarak şöyle dedi:
1- Georgetown Üniversitesi'nde Sabri Sayarı tarafından kurulan "Turkish Studies" merkezine, benden önceki iki büyükelçimizde olduğu gibi ben de görevim gereği yönetim kurulu üyesi oldum.
2- Sayın F.Gülen ile hiçbir araya gelmedim ama bu açıklamayı da Sayın Gülen'i tenkit etmek için yapmıyorum. Ben devletin memuruyum.
Sayın Baki İlkin'in açıklamalarını saygıdeğer okuyucularımın bilgisine sunarım.
Amerikan karşıtlığını önlemek görevimiz.
Kafa Tokuşturma ne anlama gelir?

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder