Biz bütün Nurcular ve Kur’an hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz,
hem İslamiyet’e hizmette muvaffakiyetlerine dua ediyoruz.” Said Okur (Said Nursi), E. L. 2:177 – s. 104
'Türban Müslüman örtüsü değildir'
ANKA/25.09.2007
HYP Genel Başkanı ve eski İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, 22 Temmuz seçiminden sonra AKP döneminde Türkiye’nin adım adım “ılımlı İslam” devletine doğru kaydığı yorumları yapılırken, yine kamuoyunu şaşırtacak bir değerlendirme yaptı. Öztürk, Türkiye’nin “dinsizliğe” doğru gittiğini iddia etti.
Siyasi gelişmelerle ilgili sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Öztürk, “Kuran’ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor” dedi. Öztürk, “Türkiye’yi taşıdıkları yer şirktir, din değil. Biz yıllarca buna karşı mücadele verdik. Ama şimdi Türkiye doğrudan doğruya müşrik zihniyete, şirk zihniyetine doğru gidiyor. Yelken açmış gidiyor hem de. Zaten Kuran’dan ve Hz Muhammed’den onay almayacak sahte bir dini, morfin gibi kullanıp Türkiye üzerinde her istediklerini yapıyorlar, hurafe dinini anestezi gibi kullanıyorlar” diye konuştu.
Prof. Dr. Öztürk, son yıllarda “türban” adı verilen ve değişik tarzda bağlanan örtünün ise Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını söyledi.
Öztürk, bunun St Paul’ün İncil’e soktuğu rahibe kıyafeti olduğunu belirterek, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Türkiye’de iki büyük operasyon yapılıyor. Kuran dininin birinci vasfı anti emperyalizmdir. Atatürk de tarih önünde bu konuda en başarılı adamdır. Ama onun anti emperyalist yanını kınıyorlar. Türkiye kullanılarak İslam’ın, anti emperyalist ruhunu yok etmek istiyorlar. Her 50 metreye kurulan camilerde bu ruhu katlediyorlar. Bize, ‘İslam’ın diğer taraflarını bırakın, size bol cami yapmak, hanımların başını örtmek kafidir’ diyorlar. Hanımların başındaki örtü, rahibe kıyafetidir. Saint Paul’un İncil’e soktuğu kıyafettir. O bizim Müslüman insanın örtüsü değildir. ‘Cami ve bu örtü size din olarak yeter’ deniyor. Müslümanlara din diye başka bir şey bırakmadılar.”
“DARBELER İÇİN DUA EDİLECEK NOKTAYA GELİNEBİLİR”
Önümüzdeki döneme ilişkin karamsar bir tablo çizen Öztürk, Türkiye’nin “iyiye ve hayra” gittiğini düşünemediğini söyledi. Öztürk, türban, lokantada mescit, şehirlerarası otobüslerde namaz molası konuları tartışılırken, Türkiye’nin kaydettiği tek gelişmenin borçlarını artırmak olduğunu belirtti.
Öztürk, şunları söyledi:
“Türkiye örtülü bir şekilde sömürgeleştiriliyor. Hüzün duyarak söylüyorum ki, Türkiye’nin geleceğine ilişkin hiçbir irade Türkiye’yi yönetenlerin elinde değil. Türkiye büyük bir rüzgarın elinde, birilerinin istediği yöne doğru götürülüyor. Birileri en berbat şekilde yorumlayabilirler ama şunu söyleyebilirim: Benim en çok tedirgin olduğum şey, meselelerin siyasetle çözümlenemeyeceği bir noktaya sürüklenilmesi. Bu nokta ya felaket ya da kanlı kavgadır. Felaket nedir, Türkiye, dışardan istedikleri şekilde paramparça edilir. İkincisi, Türkiye iç kavgaya gider. Darbe olur deniyor, ama bana öyle geliyor ki, Türkiye darbeleri bile Allah tan niyaz edecek duruma gelebilir. Şimdi ‘darbe,darbe’ laflarıyla cambaza bak oyunu oynanıyor. Türkiye, darbelere bile el açıp dua edilecek bir noktaya sürükleniyor, Türkiye onu bile arayacak. Çok kaygılıyım bu noktada ben.”
“İKİ MİLLETLİ PARLAMENTO”
Öztürk, 22 Temmuz’da seçim yapılmadığını belirterek, “Bu, bir tsunami, nevi şahsına münhasır, bir nevi yarı işgal, bütün batılı güçlerin ortaklaşa belirledikleri hedefe 2-3 milyar dolar para harcayarak Türkiye’de halkın iradesinin bir yöne sevkedilmesidir. O sebeple biz bunu bir seçim saymıyoruz. Bunun ne menem bir şey olduğu, yıllar sonra anlaşılacak” dedi.
Seçim sonra tablo konusunda da kaygıları bulunduğunu ifade eden Öztürk, şöyle konuştu:
“Türkiye, tarihinde ilk defa adeta iki milletli parlamentoya mecbur ve mahkum bir hale getirildi. Böyle bir manzara var. Şu anda parlamentonun en aktif unsuru, en azından göründüğü kadarıyla, bölücü temayüller taşıyan unsur. Parlamentonun ilk gündem yaptığı konulardan biri, parlamentoya yeni giren bu unsurun, terör başının yaşam şartlarının iyileştirilmesidir. Buna dikkat etmek lazım. Onun arkasından Türk ordusunu bölücülükle itham demeçlerini dinledik. Arkasından ‘PKK’ya terör örgütü demeyiz’ demecini dinledik. Öbür tarafta henüz anayasayı değiştirme çalışmaları dışında bir şey görmüyoruz.”
“DOKUNULMAZ ZIRHI KİRLENDİ”
Öztürk, bu parlamentodan bir “hayır” gelecekse, bunun bir numaralı göstergesinin milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması olacağını söyledi.
Öztürk, “Eğer parlamento işe dokunulmazlıkları kaldırarak başlarsa, buradan bir hayır çıkacağını düşünebiliriz,aksi takdirde hiçbir hayır çıkmaz. Dokunulmazlık zırhının içi kirlendi, pislendi, bu zırhı kaldırıp atmak lazım” dedi. Hürriyet
Öztürk, bu parlamentodan bir “hayır” gelecekse, bunun bir numaralı göstergesinin milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması olacağını söyledi.
Öztürk, “Eğer parlamento işe dokunulmazlıkları kaldırarak başlarsa, buradan bir hayır çıkacağını düşünebiliriz,aksi takdirde hiçbir hayır çıkmaz. Dokunulmazlık zırhının içi kirlendi, pislendi, bu zırhı kaldırıp atmak lazım” dedi. Hürriyet
St. Paul (Aziz Paulus)
Paulus, Paul, Saint Paul -Sen Pol
“Ben Kilikya’dan Tarsuslu bir Yahudi, ehemmiyetsiz olmayan bir şehrin ahalisindenim”
St. Paul, Resullerin İşleri, ACTS 21: 39
Türkiye, Hıristiyanlığın en önemli ve kutsal sayılan yerleşimlerinden, kilise ve anıtlarından birçoğuna ev sahipliği yaptığı gibi, Hıristiyanlık tarihi açısından büyük önemi olan olaylara da sahne olmuştur. Bu olayların ilk sırada yer alanlarından birisi de kuşkusuz Aziz Paul’un yaptığı seyahatlerdir. Hem baskı merkezleri olan Kudüs ve Roma’dan uzak hem de dinlerin birbirlerine hoşgörüyle yaklaştıkları bir yer olan Türkiye, Aziz Paulus’un yaptığı bu seyahatler sayesinde Kudüs’te yapılan baskılarla yok olma tehlikesi geçiren Hıristiyanlığın ilk kilise toplulukları halinde ortaya çıktığı ve tüm dünyaya yayıldığı bir köprü haline gelmiştir.
DİNLERİN BULUŞMA NOKTASI TÜRKİYE’DE BİR AZİZ: AZİZ PAUL
Aziz Pierre ile birlikte erken Hıristiyan misyonerlerinin en ünlüsü ve hatta en etkilisi olarak kabul edilen Aziz Paul’un doğum yeri olan ve aynı zamanda yaptığı tüm yolculuklarda uğradığı, ilk Hıristiyanlık topluluklarını oluşturduğu yerleşimlerin büyük bölümü Türkiye sınırları içerisindedir. Hıristiyanlığın Kudüs’ten Anadolu’ya buradan da Avrupa’nın içlerine yayılmasında en büyük pay kuşkusuz Aziz Paul’undur. Günümüzün en modern ulaşım araçlarıyla bile aylar sürecek olan yolları, karşılaştığı birçok zorluğa rağmen takip etmekten vazgeçmemiş, Hz. İsa’nın öğretilerini gece gündüz demeden korkusuzca yaymış, Roma’nın aşırı tepkisine ve sonunda ölüme gidecek kaderini bilmesine rağmen yolunu terk etmemiştir. Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan’da da yolculuklar yapmışsa de kuşkusuz en çok vakit geçirdiği ve öğretilerini yaydığı, en güney ucundan en batısına kadar neredeyse tamamını dolaştığı yer Türkiye’dir. 2008’de iki bininci yaş gününü kutlayacak bu azizin anısını yaşatan kentler, yollar ve kiliseler Türkiye’nin birçok bölgesine yayılmış durumdadır. Türkiye’ye yapacağınız bir yolculukla bu azizin doğum yerini, dünyanın ilk kilisesinin de arasında olduğu vaaz verdiği çok sayıda kiliseyi, yolculuklarında uğradığı kentleri görebilir, ayak bastığı antik yolları siz de adımlayabilirsiniz.
Aziz Pierre ile birlikte erken Hıristiyan misyonerlerinin en ünlüsü ve hatta en etkilisi olarak kabul edilen Aziz Paul’un doğum yeri olan ve aynı zamanda yaptığı tüm yolculuklarda uğradığı, ilk Hıristiyanlık topluluklarını oluşturduğu yerleşimlerin büyük bölümü Türkiye sınırları içerisindedir. Hıristiyanlığın Kudüs’ten Anadolu’ya buradan da Avrupa’nın içlerine yayılmasında en büyük pay kuşkusuz Aziz Paul’undur. Günümüzün en modern ulaşım araçlarıyla bile aylar sürecek olan yolları, karşılaştığı birçok zorluğa rağmen takip etmekten vazgeçmemiş, Hz. İsa’nın öğretilerini gece gündüz demeden korkusuzca yaymış, Roma’nın aşırı tepkisine ve sonunda ölüme gidecek kaderini bilmesine rağmen yolunu terk etmemiştir. Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan’da da yolculuklar yapmışsa de kuşkusuz en çok vakit geçirdiği ve öğretilerini yaydığı, en güney ucundan en batısına kadar neredeyse tamamını dolaştığı yer Türkiye’dir. 2008’de iki bininci yaş gününü kutlayacak bu azizin anısını yaşatan kentler, yollar ve kiliseler Türkiye’nin birçok bölgesine yayılmış durumdadır. Türkiye’ye yapacağınız bir yolculukla bu azizin doğum yerini, dünyanın ilk kilisesinin de arasında olduğu vaaz verdiği çok sayıda kiliseyi, yolculuklarında uğradığı kentleri görebilir, ayak bastığı antik yolları siz de adımlayabilirsiniz.
Aziz Paul, önceleri Hıristiyan yanlısı olmayan hatta İncil’de ilk başlarda Hıristiyanlara korku salan, onları tehdit eden ve cezalandıran biri olarak tasvir edilir. Ancak Hz. İsa’nın kendisine görünmesinin ardından bir mucize gerçekleşerek gözleri kör olur. Hz. İsa’nın adını diğer uluslara duyurmak için seçildiği kendisine bildirildikten sonra gözleri açılmış, vaftiz olarak Hıristiyan olmuştur. Bu mucizeden sonra Hıristiyanlığın en büyük savunucularından olan ve zorluklarla dolu uzun yolculuklarla Hz. İsa’nın öğretilerini yaymayı başaran Aziz Paul başta Anadolu olmak üzere tüm Akdeniz çevresinde ilk Hıristiyan topluluklarını oluşturmayı başarmıştır. Hz. İsa’nın 12 havarisinden olmamasına rağmen Küçük Asya (Anadolu) havarisi olarak adlandırılmasının nedeni de Hıristiyanlık yolunda verdiği bu hizmetlerdir.
Aziz Paul’un hayatı ve Anadolu’da yaptığı yolculuklara ilişkin bilgilere Yeni Ahit’in Elçilerin İşleri bölümünde yer verilmiştir. Kendisine Hz. İsa’nın göründüğü 9. bölümden sonrası Aziz Paul’un Hz. İsa adını yaymak için giriştiği yolculuklar ve çektiği sıkıntılarla ilişkilidir ve bu yolculukların büyük bölümünde Türkiye’deki kentlerin adı geçmektedir.
AZİZ PAULUS’UN 1. YOLU (M.S.46-48):
Aziz Paulus’un hayatında, Kudüs’ten ayrılana kadar yolculuklar görülmez. Paulus’un ve Barnabas’ın görevlendirilmesi İncil’de “Elçiler’in İşleri” kısmında 13. bölümde anlatılmaktadır. İncil’de 13.-21. bölümler Aziz Paulus’un Anadolu’da yaptığı yolculukları, ardından, Roma’da geçirdiği ve yargılandığı günleri anlatmaktadır. Elçileri’in İşleri’ne genel olarak bakıldığında Paulus’un ve çevresinde insanların sürekli haraket halinde, bir kentten diğerine, hatta bir ülkeden başka bir ülkeye gidiş gelişlerine tanık oluruz. Yolculuklarının ön hazırlıkları konusunda bilgi verilmemesinden, bu aşamanın kısıtlı bir süre içerisinde gerçekleştiği, amacın yalnızca Hristiyanlık inancını benimseyen insanların çoğalmasını sağlamak ya da inanmış olan insanların inançlarının başka öğretilerle sarsılmasını önlemek ya da denetim altında tutmak olduğu anlaşılmaktadır.
Elçilerin İşleri, o dönemki kara ve deniz yolculukları hakkında, ayrıntılı olmasa da, bilgi edinilmesini sağlamaktadır. Metinde Antik Çağ’da denizden yapılan yolculukların, karadan yapılan yolculuklara oranla tercih edildiğine ilişkin bilgiler yeralmaktadır. Kara yolculukları yavaş, rahatsız, pahalı, zahmetli ve tehlikeli olması bunda rol oynar. Deniz yolculukları hava, rüzgâr, iklim koşullarına göre farklı tehlikeler barındırmasına karşın, daha rahat ve karlıdır. Paulus’un deniz yolculuğunun yoğunluğuna bakılacak olursa, kendisinin zorunlu durumlar dışında, kara yolculuğunu tercih etmediği, Perge’den Anadolu’nun iç bölgelerine giderken, doğal olarak karayolunu kullandığı anlaşılmaktadır.
Aziz Paulus, M.S. 46-48 yılları arasında Antiokheia’dan(Antakya) yolculuğuna başlamış ve bir liman kenti olan Seleukeia Pieria’ya (Samandağ) gelerek, buradan bir gemiyle, Kıbrıs (Salamis ve Paphus) üzerinden Attalia (Antalya) Limanı’na, ulaşmıştır. Kara yolu ile Perge’ye (Aksu) ve Kestros (Aksu) Vadisi’nden, Psidia Antiokheia’ya (Yalvaç) ulaşmıştır. Yolculuğuna devam ederek, İconium (Konya), Lystra (Hatunsaray Kasabası) ve Derbe (Aşıran Köyü) kentlerini ziyaret eder. Aynı güzergâhtan geri dönerek Psidia Antiokheia (Yalvaç) ve Kestros (Aksu) Vadisi üzerinden, Perge’ye (Aksu) oradan Attalia’ya (Antalya) ulaşır. Daha sonra deniz yolu ile Kıbrıs’a uğramadan Seleukeia Pieria (Samandağ) ve Antiokheia’ya (Antakya) ulaşarak yolculuğunu tamamlar.
AZİZ PAULUS’UN 2.YOLU(M.S. 49–52):
San Paulus’un İkinci yolculuğun başlangıç noktası Jerusalem’dir. (Kudüs) Jerusalem’de (Kudüs) yapılan bir toplantıda alınan karar gereği, karayolu ile Antiokheia’ya (Antakya) gider. Bu yolculuğu birlikte kararlaştırmışsa da Aziz Barnabas’la aralarındaki bir anlaşmazlık yüzünden onunla değil de Aziz Silas ile birlikte yolculuğa çıkarlar. Antiokheia’dan (Antakya), Tarsus, Derbe (Aşıran Köyü), Lystra (Hatunsaray Kasabası), İconium (Konya), Psidia Antiokheia’dan (Yalvaç), Troas’a (Çanakkale) geçiş yaparak, oradan da deniz yolu ile Macedonia Neapolis’ine ulaşır. Karayoluyla (2 numaralı haritada gösterilen güzergâhtaki) Macedonia kentleri olan Philippi, Amphipolis, Apollonia, Thesallonica ve Borea’yı ziyaret eder. Buradan deniz yoluyla Kıta Yunanistan’daki Athens, Korinth’e ve Cencrea kentlerine gider. Deniz yoluyla yolculuğuna devam ederek tekrar Anadolu’ya geçer ve Efes’e (Selçuk) ulaşır. Yine deniz yoluyla Rhodes(Rodos) Adası üzerinden Caesarea’ya (Suriye) ulaşır. Jerusalem (Kudüs) yolculuktaki son duraktır. Bir süre sonra yine karayolu ile Galatya ve Frigya Bölgeleri’ni bir kez daha dolaşarak daha önceki yolculuklarında Hristiyan olan kişilerin ne durumda olduğunu olduklarını görerek, ruhen pekişmelerini sağlamak ve durumlarını görmek üzere 3. yolculuğa çıkmak için Antakya(Antiokheia) geçer.
San Paulus’un İkinci yolculuğun başlangıç noktası Jerusalem’dir. (Kudüs) Jerusalem’de (Kudüs) yapılan bir toplantıda alınan karar gereği, karayolu ile Antiokheia’ya (Antakya) gider. Bu yolculuğu birlikte kararlaştırmışsa da Aziz Barnabas’la aralarındaki bir anlaşmazlık yüzünden onunla değil de Aziz Silas ile birlikte yolculuğa çıkarlar. Antiokheia’dan (Antakya), Tarsus, Derbe (Aşıran Köyü), Lystra (Hatunsaray Kasabası), İconium (Konya), Psidia Antiokheia’dan (Yalvaç), Troas’a (Çanakkale) geçiş yaparak, oradan da deniz yolu ile Macedonia Neapolis’ine ulaşır. Karayoluyla (2 numaralı haritada gösterilen güzergâhtaki) Macedonia kentleri olan Philippi, Amphipolis, Apollonia, Thesallonica ve Borea’yı ziyaret eder. Buradan deniz yoluyla Kıta Yunanistan’daki Athens, Korinth’e ve Cencrea kentlerine gider. Deniz yoluyla yolculuğuna devam ederek tekrar Anadolu’ya geçer ve Efes’e (Selçuk) ulaşır. Yine deniz yoluyla Rhodes(Rodos) Adası üzerinden Caesarea’ya (Suriye) ulaşır. Jerusalem (Kudüs) yolculuktaki son duraktır. Bir süre sonra yine karayolu ile Galatya ve Frigya Bölgeleri’ni bir kez daha dolaşarak daha önceki yolculuklarında Hristiyan olan kişilerin ne durumda olduğunu olduklarını görerek, ruhen pekişmelerini sağlamak ve durumlarını görmek üzere 3. yolculuğa çıkmak için Antakya(Antiokheia) geçer.
AZİZ PAULUS’UN 3. YOLU(M.S. 53-57):
Antiokheia’dan (Antakya) karayolu ile önce Tarsus’a sonra Kilikia Bölgesi sınırları içerisinden devam ederek, Derbe (Aşıran Köyü), Lystra (Hatunsaray Kasabası), İconium (Konya), Psidia Antiocheia (Yalvaç) kentlerini ziyaret ettikten sonra, Efes’e (Selçuk) ulaşır. Efes’ten de Troas’a (Çanakkale) geçer. Deniz yoluyla Makedonia’ya devam eder ve Macedonia Kentleri olan Neapolis, Philippi, Amphipolis, Apollonia, Thessaionica ve Borea kentlerine uğrar. Daha sonra karayoluyla Kıta Yunanistan’da bulunan Athens ve Korinth’e ulaşır. Korinth’den geriye dönerek yine aynı güzergahı takip eder ve yine Troas’a (Çanakkale) ulaşır. Assos’a (Behramkale), Ege Denizi’ndeki adaları ve Miletus’a (Balat) ziyaretinin devamında Cos (Kos) Adası ve Rhodes (Rodos) Adası, bir sonraki durağı olacaktır. Rhodes’den(Rodos) Anadolu’ya geçer ve Patara’ya (Kalkan) ulaşır. Tekrar Deniz yoluyla yolculuğuna devam ederek Phonecia’daki Tyre, Ptolemais kentleri üzerinden Caeserias ve Jerusalem’e (Kudüs) gelerek yolculuğunu tamamlar.
Antiokheia’dan (Antakya) karayolu ile önce Tarsus’a sonra Kilikia Bölgesi sınırları içerisinden devam ederek, Derbe (Aşıran Köyü), Lystra (Hatunsaray Kasabası), İconium (Konya), Psidia Antiocheia (Yalvaç) kentlerini ziyaret ettikten sonra, Efes’e (Selçuk) ulaşır. Efes’ten de Troas’a (Çanakkale) geçer. Deniz yoluyla Makedonia’ya devam eder ve Macedonia Kentleri olan Neapolis, Philippi, Amphipolis, Apollonia, Thessaionica ve Borea kentlerine uğrar. Daha sonra karayoluyla Kıta Yunanistan’da bulunan Athens ve Korinth’e ulaşır. Korinth’den geriye dönerek yine aynı güzergahı takip eder ve yine Troas’a (Çanakkale) ulaşır. Assos’a (Behramkale), Ege Denizi’ndeki adaları ve Miletus’a (Balat) ziyaretinin devamında Cos (Kos) Adası ve Rhodes (Rodos) Adası, bir sonraki durağı olacaktır. Rhodes’den(Rodos) Anadolu’ya geçer ve Patara’ya (Kalkan) ulaşır. Tekrar Deniz yoluyla yolculuğuna devam ederek Phonecia’daki Tyre, Ptolemais kentleri üzerinden Caeserias ve Jerusalem’e (Kudüs) gelerek yolculuğunu tamamlar.
AZİZ PAULUS’UN 4. YOLU(M.S. 59-69):
Jerusalem’de (Küdüs), Roma askerleri tarafından tutuklanır ve yargılanır. Yargılama sonrası deniz yoluyla Caesarea’dan, önce Sidon’a oradan Antiokheia’ya (Antakya) ve Tarsus’a geçtikten sonra, Myra (Demre), Cnidus (Datça) Kentlerine, Crete (Girit) ve Malta adalarına uğrar. Devam ederek Sicilia (Syracusa), İtalya’nın Rhegium ve Puteoli kentlerini ziyareti ardından karayoluyla Taverns üzerinden Rome’ye (Roma) getirilir ve Rome’de hapse atılır. Daha sonra da M.S. 64 veya 67 yılında idam edilir.
Jerusalem’de (Küdüs), Roma askerleri tarafından tutuklanır ve yargılanır. Yargılama sonrası deniz yoluyla Caesarea’dan, önce Sidon’a oradan Antiokheia’ya (Antakya) ve Tarsus’a geçtikten sonra, Myra (Demre), Cnidus (Datça) Kentlerine, Crete (Girit) ve Malta adalarına uğrar. Devam ederek Sicilia (Syracusa), İtalya’nın Rhegium ve Puteoli kentlerini ziyareti ardından karayoluyla Taverns üzerinden Rome’ye (Roma) getirilir ve Rome’de hapse atılır. Daha sonra da M.S. 64 veya 67 yılında idam edilir.
AZİZ PAUL’UN YOLCULUKLARINDA UĞRADIĞI KENTLER
AZİZ PAUL MERSİN’DE
Türkiye’nin güney kıyılarındaki önemli yerleşimlerden olan Mersin’de ikinci seyahati sırasında izlediği yolları takip ederek sırasıyla Tarsus, Silifke ve Mut ilçelerinde Aziz Paul’un doğduğu ve yaşadığı yerleri, kendisinin ve diğer Hıristiyan azizlerin anısına yapılmış erken dönem kiliselerini görebilirsiniz.
TARSUS:
Aziz Paul’un doğum yeri olması ve İncil’de de Tarsuslu Paul olarak geçmesi nedeniyle Hıristiyanlık tarihi açısından oldukça önemli bir yerleşim olan Tarsus, UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde de yer alan Aziz Paul Kilisesi, Aziz Paul Kuyusu ve çevresi ile Aziz Paul yılında ziyaret edilmesi gereken yerler arasında ilk sırada geliyor.
Tarsus, Aziz Paul’un Hıristiyanlığı kabul edip onun uğrunda çalışmaya başlamasından sonra da zaman zaman sığınağı olmuş, Kudüs’te Hıristiyanlığı yaymaya çalışmasından rahatsız olanlar tarafından öldürülmek istendiği zaman Kudüs’ten kaçırılarak doğum yeri olan Tarsus’a getirilmiştir. Antakya ile birlikte Tarsus’un Hıristiyanlık için bir diğer önemi de Aziz Paul’un Hıristiyanlık uğruna mücadele ve bu uğurda kilometrelerce yol kat etme kararını verdiği yerler olmasından kaynaklanmaktadır.
Aziz Paul Kilisesi: Ulu Cami Semti’nde yer alır. M.S.11.–12.yüzyıllarda Aziz Paul’e adanarak inşa edilen kilise 1862 yılında büyük ölçüde tamir edilmiştir. Tavanındaki Hz. İsa ve dört İncil yazarı ile melek freskolarının yer aldığı, Hıristiyanlığın önemli hac merkezlerinden olan kilise, 1992–1993 yılında Vatikan tarafından düzenlenen “Aziz Paul Sempozyumu ve Ayini”ne de ev sahipliği yapmıştır.
Aziz Paul Kuyusu: Hıristiyanlığın önemli hac merkezlerinden birisidir. Kızılmurat Mahallesi’nde, Cumhuriyet Meydanı’nın yakınlarında Aziz Paul’un evinin avlusu olduğu düşünülen yerde bulunmaktadır. Kuyunun şifalı ve kutsal olduğuna inanılan suyu hiçbir zaman eksilmez.
Antik Yol: Kuyunun bulunduğu avlunun 300 metre güneyindeki Cumhuriyet Alanı’nda yer alan bazalt taşlarla kaplı antik yol, Aziz Paul’un seyahatlerinde ve Tarsus’ta yaşadığı yıllarda kullandığı biçimiyle günümüze gelmiştir. Siz de bu yolu adımlayarak Aziz Paul’un yaşadığı yıllara bir zaman yolculuğu yapabilirsiniz.
Eshab-ı Kehf (Yedi Uyurlar) Mağarası: Tarsus’un 12 km kuzeyinde Ulaş Köyü yakınlarındaki Eshab-ı Kehf mağarası Hıristiyanlığın ilk inananlarından olan yedi gencin eziyetlerden kaçmak için köpekleriyle birlikte sığındıkları ve mucizevî biçimde 300 yıl boyunca uykuya daldıkları yerdir. Hıristiyanlar tarafından olduğu kadar Müslümanlarca da kutsal sayıldığından mağaranın üzerine bir cami de inşa edilmiştir.
SİLİFKE
Ayatekla Kilisesi: Mersin İli’nin bir diğer ilçesi olan Silifke, Hıristiyanlığın en eski ve kutsal alanlarından bir diğeri olan Ayatekla Kilisesi’ne ev sahipliği yapar. Aslen Konyalı olan Hıristiyanlığın ilk kadın şehidi Azize Tekla, Aziz Paul’un Konya’daki vaazını üç gün boyunca yemeden, içmeden, uyumadan dinlemiş; çok etkilendiği bu konuşmaların ardından Aziz Paul’un öğrencisi olmuştur. Aziz Paul hapse atıldığında dahi, gizlice hapse girerek anlattıklarını dinlemeye devam etmiştir.
Azize Tekla’nın baskılardan kaçarak ibadet ettiği doğal mağara Hıristiyanlık dini serbest bırakılana kadar gizlice ibadet yapan Hıristiyanlarca da kullanılmış ve kutsal sayılmıştır. Aziz Paul gibi Hıristiyanlığı yaymak için uğraş veren, bu arada birçok mucize gösteren Azize Tekla’nın da öldüğü ve mezarının olduğu bu yer dördüncü yüzyılda bir kiliseye dönüştürülmüştür. Her yıl 13–14 Eylül tarihlerinde Azize Tekla anısına düzenlenen anma töreninde Azize Tekla’nın da yürüdüğü ikibin yıllık Roma yolundan yürünerek mağarada ayin yapılmaktadır.
Silifke’nin 20 km uzağındaki Narlıkuyu, erken Hıristiyanlık yıllarına ait kilise kalıntılarının ve doğa harikası cennet, cehennem obruklarının yer aldığı bir yerleşim. IV.-V.yüzyıllarda, daha önceki yıllara ait bir Zeus tapınağının kalıntıları kullanılarak yapılmış olan kilise Cennet Obruğunun güney ucunda yer alıyor. Cennet obruğunun içerisindeki mağaranın önüne inşa edilmiş bir diğer kilisenin girişi üzerindeki yazıttan V.yüzyılda Paulus adındaki bir dindar tarafından Meryem Ana’ya ithaf edildiği anlaşılıyor. Bu iki kilise de pagan inanış karşısında Hıristiyanlığın kazandığı zaferin anıtları olarak duruyorlar. Bu zaferin kazanılmasında kuşkusuz en önemli pay Aziz Paul’e ait.
MUT:
Alahan Manastırı: Aziz Paul’un seyahati sırasında konakladığı ya da yolu üzerindeki yerlerde anısına birçok kilise inşa edilmiştir. Kiliseler ve keşiş odalarının arasında UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde de yer alan Alahan Manastırı da yer almaktadır. VII. yüzyıla tarihlenen manastırdaki kiliselerde büyük bir ustalık eseri olan zengin taş süsleme örneklerinden bir kaçı Aziz Paul ile birlikte Aziz Pierre, İncil yazarlarının tasvirleri, Cebrail ve Mikhail figürleri.
Manastırın bulunduğu tepeye çıkmak biraz zahmetli olsa da 1200 metre yükseklikten izlediğiniz Göksu Vadisi’nin etkileyici manzarasının her şeye değdiğini anlıyorsunuz. Göksu vadisini yukarıdan izlemekle yetinmez birkaç kilometre daha yol almayı göze alırsanız vadi içinde kayalara oyulmuş kiliseleri ve kiliselerde farklı renkteki boyalarla yapılmış geometrik ve bitkisel bezemeleri görebilirsiniz. Mut ilçesine bağlı Maya Köyü’nde bulunan vadi içindeki yeraltı kilisesi, kırmızı ve yeşil renklerle boyandığı için Renkli Kilise olarak adlandırılan kiliseyi de bu seyahatiniz sırasında ziyaret etmenizi öneriyoruz.
AZİZ PAUL ANTAKYA’DA
Antakya adını Büyük İskender’in ardıllarından I. Seleukos’un babası Antiocheia’dan alır. Anadolu ve Ortadoğu arasındaki yolların kesişme noktasında olması ve stratejik konumu nedeniyle birçok Uygarlık tarafından yerleşim görmüştür. Roma İmparatorluğu’nun Roma, İskenderiye ve Efes’ten sonra gelen 4.büyük şehri Antakya kurulduğu yerin stratejik öneminin de etkisiyle hızla gelişmiş, bu arada dinsel merkez olarak da ön plana çıkmıştır. Ancak Antakya’nın en dikkat çekici yönü farklı dinlere ev sahipliği yapmasına rağmen, bu dinler arasında hiçbir zaman çatışmaların yaşanmamasıdır. Günümüzde de üç farklı din mensubunun bir arada yaşadığı evlerin, ibadet ettikleri sinagoglar, kiliseler ve camilerin ve hatta ölüm sonrası son mekânları olan mezarlarının yan yana görülebildiği Antakya binlerce yıllık geçmişindeki dinlerin kardeşliği ilkesini halen yaşatıyor. Aziz Paul ve inananlarının da Antakya’yı seçmelerinin nedeni belki de bu hoşgörü ve kardeşlik ilkesi.
Antakya Aziz Paul ve Hıristiyanlık dini açısından önemli bir kenttir. Henüz M.S. 1.yüzyılda inananlar tarafından yerleşim gören, içlerinden öğreticilerin de olduğu inananlar topluluklarınca tapınmaların gerçekleştirilip, oruçların tutulduğu ve öğrencilerin bulunduğu bir yerleşimdir. Hıristiyanlık öğretilerinin de yayıldığı ilk yerlerden olan Antakya, Aziz Paul’un yolculuklarında da başlangıç noktası olmuştur. Hıristiyanlığı seçmesinin üzerinden kısa bir süre geçen Aziz Paul ve Aziz Barnaba’nın da aralarında bulunduğu inananlar topluluğu Antakya’da ibadetlerini yapıp oruçlarını tutarken kendilerine görünen kutsal ruh Aziz Paul ve Aziz Barnaba’nın İsa’nın adını duyurmak için görevlendirildiğini bildirmiştir. Böylece Aziz Paul’ün yıllar sürecek yolculuklarından ilki başlamıştır. Buradan yolcu edilen Aziz Paul ve Aziz Barnaba M.S.49’da Antakya’nın limanı olan Samandağ (Seleucia Pieria)den gemiye binerek Kıbrıs’a geçmişlerdir. İlk yolculuğunun bitişi de Tanrı tarafından bu yolculuk için görevlendirildikleri Antakya olacaktır. Antakya’da başlayan bu ilk yolculukta Kıbrıs ve Türkiye’nin güney kıyılarını dolaşıp gittiği kentlerde öğretilerini yayan, bu arada mucizeler gösterdiği gibi bazı güçlüklerle de karşılaştıktan sonra yine Antakya’ya dönen Aziz Paul karşılaştığı güçlüklerin kendisini yıldırmadığını aksine cesaretlendirdiğini buradaki öğrencilere “Tanrı'nın Egemenliğine, birçok sıkıntıdan geçerek girmemiz gerek” diyerek açıklamıştır. Aziz Paul’un ikinci yolculuğu da sonradan öğrencilerini ziyaret edeceği Galatya ve Frigya’ya geçmeden önce yine Antakya’da sona erecektir.
Farklı dinlerin ve kentte yerleşmiş farklı kültürlerin izlerini görebileceğiniz Antakya’da dünyanın ilk kilisesi olan Aziz Pierre Kilisesi ile birlikte, Aziz Simeon Manastırı da bulunur. Hıristiyanlık açısından oldukça önemli yeri olan Antakya, birinci derecede hac merkezi olarak ilan edilmiştir ve Kudüs’ten sonra Hıristiyanlığın en kutsal kentidir. VII. yüzyılda, Hıristiyanlığın beş patriklik merkezinden birisi olarak ilan edilmesi de bu kutsallığı ile ilişkilidir.
Aziz Pierre Kilisesi: Antakya’nın kuzeydoğusunda bulunan Aziz Pierre Kilisesi dünyadaki en eski kilise olmasının yanında ilk Hıristiyanlık cemaatlerinin toplandığı, , Aziz Paul’un yanında Aziz Pierre ve Barnabas’ın da vaazlar vermiştir. Hz. İsa’nın ölümünden sonra ilk rahip sayılan havarisi Aziz Pierre de Antakya’ya gelmiş ve ilk dini toplantısını bu mağarada yapmış, tarihte ilk Hıristiyan adı da bu kilisenin cemaatine verilmiştir. Bu nedenle Hıristiyanlık tarihi açısından oldukça önemlidir.
Kilise, yüksekliği 7m., derinliği 13,5m. eni de 9,5 me olan oldukça küçük bir mağaranın önünde inşa edilmiştir. Mağara’nın yer aldığı dağın adı da Stauris (Hac) Dağı’dır. Döşemesinde V.yüzyıla tarihlendirilen mozaiklerin kalıntıları yer alır. Sunağın solunda yer alan tünelin ise ani bir baskın sırasında Hıristiyanların kaçmasına yardımcı olduğu düşünülmektedir.
XI. yüzyılda, Haçlı Seferleri sırasında burayı ziyaret eden Haçlı birlikleri kiliseyi birkaç metre uzatmışlardır. 1863 yılında Papa IX. Pius’ta bu kiliseye özel bir önem vermiş, III. Napolyon’un da yardımlarıyla kilisenin tamiri yapılmış, 1963 yılında da Papa IV. Paul tarafından Hıristiyanlar için Hac yeri olarak ilan edilmiştir. Kilisede her yıl 29 Haziran günü, farklı yerlerden gelen birçok din adamı ve Hıristiyan cemaatin katıldığı bir ayinin düzenlenmektedir.
Samandağ: Samandağ’ın en yüksek tepesinde yer alan Aziz Simon (Simeon) Manastırı sabrı, inancı ve dayanıklılığı ile 13 metre yüksekliğindeki bir sütunun üzerinde yıllarca yaşayan Aziz Simon’un anısını yaşatmak için inşa edilen bir kilisedir. Samandağ adı da Simon’un Arapça söylenişi olan Sam’an da kaynaklanmaktadır. Aziz Simon henüz hayatta iken ona bağlanan Silifkeliler tarafından inşa edilen manastırdaki kiliseler ve diğer yapılar yer yer kayalara oyulmuş, yer yer de kesme taşlardan inşa edilmiştir. Avlusunun ortasında Aziz Simon’un 45 yıl yaşadığı sütunu da görebilmeniz mümkündür.
Antakya sınırları içinde yer alan Amanos dağlarının güneyi de Hıristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren yoğun bir dini merkez olarak dikkati çeker. Bölgede günümüze gelemeyen çok sayıda kilisenin kalıntıları ile birlikte, ulaşılmazı oldukça zor kayalıklara açılmış münzevilerin yaşadığı mağaraları görebilmeniz mümkündür.
Antakya dinler tarihi açısından önemi Hıristiyanlık ile de sınırlı değildir. İnanışa göre Yunus Peygamber’in yunusun karnından çıktığı yer İskenderun’dur. Bu olayın gerçekleştiği yer de bulunan Yunus sütunu aynı zamanda kentin giriş kapısının kalıntısıdır.
AZİZ PAUL PERGE’DE
Perge, Aziz Paul’ün ilk yolculuğunda iki kez ziyaret ettiği kentler arasında yer alır. Birinci yolculuğunun başlangıcında deniz yoluyla Perge’ye gelmiştir. İlk yolculuğunun geri dönüşü sırasında da Perge’ye uğramış ve Tanrının sözlerini Perge halkına aktarmıştır.
Perge, Kate Clow tarafından ortaya çıkartılan St. Paul yolunun da başlangıç noktası. Aziz Paul’ün de adımlarını attığı yüzlerce yıl bozulmadan günümüze gelmeyi başarmış antik yollarda siz de yürümek isterseniz bu tura katılabilir, en azından bir bölümünü takip edebilirsiniz.
Perge’de günümüze gelebilen genelde bazilikal planlı kiliseler yanında bir manastır kompleksinin parçası olarak düşünülen kiliselerin büyük bir bölümü V.-VI. yüzyıllara ait. Perge’nin simgesi olan paralel kuleler bir zamanlar kentin en önemli kapısının iki yanında yer alıyordu. Muhtemelen Aziz Paul de kente girerken bu kapıyı ve ardından uzanan sütunlu caddeyi kullanmış olmalıdır.
AZİZ PAUL YALVAÇ’TA
Aziz Paulus’un ilk yolculuğunda üç kez uğradığı bir kent olan Yalvaç’ın bitişiğindeki Pisidia Antiokheia’dır. Aziz Paulus, Psidia Antiokheia’ya, Aksu (Kestros) Vadisi’nden o günkü yerleşim yerlerine uğrayarak gelmiştir. Burada Sebt günü sinagoga girip yaptığı konuşmada Kutsal Yasa’dan ve peygamberin yazılarından metinler okur. Bu konuşma Aziz Paulus’un misyonerlik görevinde yaptığı ilk konuşması olarak bilinmektedir. Paulus’un İsa’nın gelişiyle birlikte, ona inananların da kurtuluşunun gerçekleşeceğini bildiren konuşması, “şunu bilin ki, kardeşler, bu kişi aracılığıyla günahlarınızın bağışlanacağı size duyurulmuş bulunuyor; Musa Yasasıyla aklanamadığınız her şeyden, iman eden herkes O’nun aracılığıyla aklanacaktır” biçiminde canlı ve merak uyandırıcı bir tonlamayla sürdürünce konuşmasıyla birçok kişiyi o kadar etkilemiştir ki, başka bir Sebt gününde bir kez daha konuşma yapması, kendisinden istenmiştir. Konuşma 7 gün sonra Sebt günü tekrarlanır. Hemen hemen tüm Psidia Antiokheia halkı Aziz Paulus’u dinlemek için toplanmış ve yapılan konuşmalar ardından, Hıristiyanlığa toplu geçişler yaşanmıştır. Ancak kentteki bu yeni dine karşıt kişilerden bazıları, kentin ileri gelenlerini kışkırtarak Aziz Paulus ve Barnabas’a karşı bir baskı hareketi başlatmışlardır. Onları öldüresiye dövdükten sonra, her ikisini de kent sınırları dışına atmışlardır. Ancak bu kovuluş bile Aziz Paulus’un amacına hizmet etmiştir. Buradan ayrılarak Konya’ya (İconia) giden Aziz Paulus burada da pek çok insanı etkileyerek iman etmesini sağlamıştır.
Psidia Antiocheia’da bugün hala kalıntıları görülebilen Aziz Paulus Kilisesi vaaz verdiği ilk sinagog’un üzerine 325 yıllarında inşa edilmiştir. Aziz Paulus’un adına yapılmış en eski kilise olarak bilinir ve mozaik kaplamalı tabanı ile de dikkat çeker. 381 yılında kenti; İstanbul’da yapılan ekümenik toplantı da temsil eden Piskopos Optimiusu’un adı burada saptanan mozaikler üzerinde yer almaktadır. Kilise kalıntılarında yapılan detaylı inceleme ve kazılar bize, yapının ilk yapım evresinden sonra eklemelerle genişletildiğini göstermektedir. Günümüzde görülebilen 70 x 27 m. Boyutlarındaki kilisenin, narteksi bir sütun sırasıyla ikiye bölünmüş ve üç nefli bazilikal planlıdır. Ortadaki nefin üzerinin yüksek bir çatıyla kapatılmış olduğu düşünülmektedir.
Psidia Antiocheia, Aziz Paulus’un ziyaret ettiği M.S. 46–57 yılları arasında 70.000 kişiye varan nüfusu ile Roma İmparatorluğu’nun büyük kentlerinden bir tanesiydi. Mevcut durumdaki pek çok kalıntı, kent yayılım alanın çok geniş olduğunu bize açıkça göstermektedir. Kentin en yüksek alanına inşa edilmiş Augustus Tapınağı yer almaktadır. Yapı elemanları üzerinde kanatlı Genius ve Nike kabartmalarının yer aldığı propylon, tapınak alanına girişi sağlamaktadır. Tiyatro, anıtsal çeşme, Roma hamamı, ölümüne dövüşlerin yapıldığı stadyum ( bugün yeri hala belirsizdir), hamam gibi yapı kalıntılar, kentte görebileceğiniz göze çarpan önemli sosyal yapılardır.
Psidia Antiocheia, Aziz Paulus’un izinden giden Azize Tekla’nın da ziyaret ettiği önemli bir merkezdir. Antik kentte Azize Tekla’nın tiyatroyu ziyaret ettiği ve çeşitli eziyetlere uğramasına rağmen inancından vazgeçmediği bilinmektedir. Aziz Paulus’un çabalarıyla Hıristiyanlığın şekillenmeye başladığı ilk kentlerden olan Psidia Antiokheia’ya bağlı bir tapınım alanı olan Men Tapınak Alanı, yüzyıllar boyunca tüm antik coğrafyalardan gelen insanlara ev sahipliği yapmıştır.
Ay Tanrı’sı Men adına bırakılan adak stellerini günümüzde yapı kalıntılarında görmek mümkündür. Hristyanlığın Roma’nın resmi dini olarak kabul edildiği M.S. 4. da tapınak tahrip edilerek Hristiyanlığın, pagan (çok tanrılı) inançlar karşısındaki zaferini temsil edercesine günümüze kadar ulaşmıştır.
Aziz Paul’un ardından, birçok azizin vaazlar verdiği Psidia Antiokheia’da bulunan yedi kilise kentin uzun zamanlar boyunca dini merkez olduğunu göstermektedir. Şu anki adı olan ve Resul anlamına gelen Yalvaç, Selçuklular döneminden günümüze kadar da kentin Aziz Paul’un anısının hala yaşatıldığı akla getirir.
AZİZ PAUL KONYA’DA
Aziz Paul ve Barnaba’nın Yalvaç’tan ayrıldıktan sonra Sultan dağlarını geçmeden Ilgın, Ladik yolu üzerinde yer alan doğu ticaret rotası ve kral yolunu takip ederek Konya’ya ulaşmışlardır. Konya birçok etkili konuşma yaptıkları ve çok sayıda kişiyi Hıristiyan yapmayı başardıkları bir yer olmuştur. Bu kişiler arasında da en önemlisi Aziz Paul’un vaazlarından çok etkilenen, Hıristiyanlığın öncü misyonerlerinden ve ilk kadın şehidi olacak olan Azize Tekla (Hagia Thecla)’dır.
Yapılan etkili konuşmalara rağmen halk birtakım kışkırtmalar neticesinde ikiye bölünür. Bir kısmı Aziz Paul’un tarafını tutarken bir grup da Aziz Paul’e karşı bir tutum takınmıştır. Kendisine karşı olan kişilerin varlığından haberdar olmasına rağmen Aziz Paul inanç ve cesaretini yitirmemiş ve Konya’da uzun bir süre kalarak insanların Hz. İsa’nın yolunu seçmesi için çalışmıştır. Ancak, kendilerine karşı olan bir grubun saldırmayı düşündüğünü öğrenen Aziz Paul ve Barnaba buradan kaçıp Lystra ve Derbe kentlerine giderek inancını burada yaymaya başlamıştır.
Konya il merkezinin 8 km kadar kuzeybatısında yer alan Sille Erken Hıristiyanlık döneminin önemli merkezlerinden olup kayaya oyulmuş kilise, şapeller ve hücrelerden oluşan Ak Manastır (Aziz Chariton) dünyanın ilk manastırları arasında gösterilmektedir.
Aya Elana Kilisesi: Bizans İmparatoru Constantin’in annesi Helena’da Hac yolculuğu sırasında Konya’daki erken Hıristiyanlık dönemine ait oyma kiliseleri görmüş ve Sille’de bu mabedi yaptırmaya karar vermiştir. Kesme taştan yapılmış kilisenin duvarlarında Hz. İsa, Hz. Meryem ve havarilere ait resimleri görmek mümkündür.
AZİZ PAUL HATUNSARAY (LYSTRA) VE DERBE’DE
Konya’da kendilerine düzenlenmesi planlanan saldırıdan kaçarak Hatunsaray (Lystra)’ya gelen Aziz Paul doğuştan kötürüm olan ve hayatında hiç yürüyememiş bir adamı bir mucize göstererek yürütmeyi başarmıştır. Bu mucizevî olay karşısında çok etkilenen Lystra halkı Aziz Paul ve Barnabas’a pagan tanrılarının isimlerini vermiş ve onların tanrı olduğunu düşünmüşler, kent kapılarında kendilerini törenler ve kurbanlarla karşılamak istemişlerdir. Bunu duyan Aziz Paul ve Barnabas giysilerini yırtarak halkın arasına karışmış ve “biz de sizin gibi insanız ve size müjde getirdik bu gibi boş şeyleri bırakın ve her şeyi yaratan Tanrıya dönün diyerek” kendilerine kurban sunulmasını engellemişlerdir. Ancak, kente dışarıdan gelen Hıristiyanlık düşmanları Lystra halkını kendi taraflarına çekerek Aziz Paul e taşlı saldırı düzenlemişlerdir. Aldığı ağır yaralara rağmen dinlenmeye çekilmeden Aziz Barnaba ile birlikte Derbe’ye giderek sözleriyle birçok kişinin Hıristiyan olmasını sağlamıştır. Bu kent ilk yolculuğunda uğranan son kent olmuştur. Buradan tekrar geldikleri yola geri dönmüşler, dönüş yolunda da daha önce iman etmiş olanlarla bir kez daha konuşmuşlar ve onları imanlarını korumaları yönünde cesaretlendirmişlerdir. Daha sonra Perge ve Antalya üzerinden Antakya’ya geri dönmüşlerdir. Derbe ve Lystra Aziz Paul’ün ikinci yolcuğunda da uğradığı yerlerdendir. Buraya gelerek daha önce iman edenlerin ne durumda olduklarını görmek istemiştir. Lystra’da Timotheus adında Aziz Paul’un en büyük destekçilerinden birisini de yanlarına almışlar ve yollarına birlikte devam etmişlerdir.
Lystra’da günümüze gelebilen bir höyük dışında Aziz Paul’un ziyaret ettiği yıllardaki durumunu canlandırmamıza yardımcı olabilecek anıtlar çok azdır. Hıristiyanlık ile ilgili en önemli anıtları barındıran yer ise Lystra’nın 12 km batısında yer alan Gökyurt Köyü (Kilistra) antik kentidir. Kayalara oyulmuş sarnıçlar, kuleler ile Kapadokya’da olduğunuzu düşündürecek olan kentteki kiliseler, inziva odaları ve manastırların Lystra’daki baskılar neticesinde ayrılarak buraya gelen ilk Hıristiyanlar tarafından oluşturulduğu yönünde düşünceler de mevcutsa da araştırmacılar tarafından biraz daha geç bir döneme, genel olarak M.S VIII.-X.yüzyıllara tarihlendiriliyorlar. Lystra’dan Kilistra’ya ulaşan ve kent içinde de devam eden taş döşemeli Kral Yolu’nun Aziz Paul tarafından da kullanılmış olabileceğini söylemek yanlış olmaz. Hatta bugün kentte Sümbül Kilisesinin bulunduğu yerin adı “Paulönü Mevkii”. Antik kentte sadece iç kısmının değil, dış kısmının da çatı biçiminde kayaya oyulmasıyla ender rastlanan bir örnek olan Sandıkkaya, Sümbül Kilise başta olmak üzere kayaya oyulmuş şapeller ve yamaç evler mutlaka görmeniz gereken yerler arasında.
Derbe ve çevresinde Aziz Paul’ün çabaları neticesinde Hz. İsa’nın öğretilerinin ne kadar hızlı yayıldığının göstergesi olan genel itibariyle IV.-IX. yüzyıllar arasına tarihlendirilen yüzlerce kilise inşa edilmiştir. Bu nedenle bölge günümüzde “Binbirkilise” adıyla anılır.
AZİZ PAUL EFES’TE
Aziz Paul Efes’e ilk olarak ikinci seyahatinde uğramıştır. Burada havralara giderek çeşitli konularda konuşmalara yapan Aziz Paul Efeslilerin daha uzun süre kalması yönündeki isteklerine “Tanrı dilerse yanınıza yine döneceğim” şeklinde cevap vermiş ve bir süre sonra üçüncü yolculuğunda bir kez daha geldiği Efes’te çok uzun bir süre kalacaktır. Efes’e geldiğinde ilk iş olarak buradaki Hıristiyanların vaftiz olmasını sağlamıştır. Daha sonra Hz. İsa’nın öğretilerini havralarda yaymaya çalışmış, çeşitli tartışmalar yaşamış, kendisine karşı alınan tavır ve düşmanlıklar, kötülemeler karşısında usanmamış ve yıllar boyunca yaptığı konuşmalarla hangi din ve hangi milletten olursa olsun herkesin Hz. İsa’nın sözlerini işitmesini sağlamıştır. Vaazlarını açık alanlarda, havralarda verdiği gibi evden eve dolaşarak dahi konuşmalar yapmaktan çekinmemiştir. Bu arada birçok da mucize göstermiştir. Aziz Paul’un bedenine değen mendiller, bezler hasta olanlara içlerine kötü ruh girenlere götürüldüğüne hızla iyileştikleri görülmüştür. Bu mucizeler Hz. İsa’nın ve Aziz Paul’un isminin daha büyük saygıyla anılmasını sağlamıştır. Tüm bu mucizeler karşısında Hıristiyanlığın hızla yayılmasından ve Efes’in tanrısı Artemis tapınağının hiçe sayılmasından endişe duyanlar tarafından kışkırtılan halk Aziz Paul’un yandaşlarından bazılarını sürükleyerek kentin tiyatrosuna götürmüşler ve burada kargaşalık çıkarmışlardır. Bu kargaşa ortamından sonra Aziz Paul Hıristiyanlığa yeni müritler kazandırmak için Makedonya’ya gider. Makedonya’dan Milet’e geldikten sonra Efeslilere haber yollamış, topluluğun ihtiyarlarını yanına çağırarak onlara çektiği sıkıntılar, dışlanmalara rağmen tam bir alçak gönüllükle, gözyaşları içinde Rab’be nasıl kulluk ettiğini ve sözlerini yaymak için nelere katlandığını ancak artık Kudüs’e gitmesi gerektiğini anlatmıştır.
Aziz Paul M.S.51–54 yılları arasını Efes’te geçirmiştir ve İncil’de Efeslilere, Galatya gibi farklı uluslara Tanrı’nın buyruklarını ileten mektuplarını burada yazmıştır.
Efes’in Hıristiyanlık açısından en önemli kentlerden birisidir. İncil’de geçen yedi kiliseden en önemlisi olarak gösterilen kilise de Efes’te yer almakta olup, M.S. 431’de üçüncü evrensel konsül toplantısının yapıldığı yer Efes olmuştur. Dört kutsal İncil’den birisinin yazarı olan ve Türkiye’deki ilk yedi kiliseyi kuran Aziz Jean kilisesine de adını veren İncilci Yahya’nın da yaşadığı yer Efes’tir. Anadolu’da yaygın bir inanış olan Yedi Uyurlar Efsanesi’nin geçtiğine inanılan mağaralardan bir diğeri buradadır.
Meryem Ana Evi: Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem son yıllarını Efes’te Bülbül Dağı’nda küçük bir evde geçirmiş ve burada vefat etmiştir. Hıristiyanlığın hac merkezi olduğu gibi Müslümanlarca da kutsal sayılan bu ev, Vatikan tarafından da kutsanmış olup her yıl 15 Ağustosta dini törenler düzenlenmektedir.
Saint Jean Kilisesi: Hz. Meryem ile birlikte Efes’e gelen İncilci Yahya, İmparator Domitianus tarafından burada öldürülmek istenmiş, ancak her seferinde bir mucize göstererek öldürme teşebbüslerinden kurtulmuştur. Bir süre sürgüne gönderildikten sonra yaşlılığında tekrar Efes’e gelmiş ve burada ölmüştür. Yaşadığı ve öldüğü yerin Ayasuluk Tepesi’nin etekleri olduğuna inanılmaktadır. Bu nedenle burada adına ilk olarak 2.-3.yüzyılda bir bir mezar anıtı yapılmış, 4. yüzyılda bunun yerini bir kilise almış ardından İstanbul’daki Ayasofya Kilisesi’ni de inşa ettirmiş olan İmparator Justinianus ve karısı Theodora tarafından birtakım değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Ayasofya’dan sonra Anadolu’da inşa ettirilmiş en anıtsal yapı olması dolayısıyla da oldukça önemlidir. İncilci Yahya’nın mezarının da bu kilisenin içinde yer aldığına inanılır.
AZİZ PAUL ÇANAKKALE’DE
İlk olarak ikinci yolculuğunda Makedonya’ya geçmek için Çanakkale’ye uğrayan Aziz Paul, üçüncü yolculuğunda burada daha uzun süre kalmıştır. Deniz yoluyla Çanakkale’ye (Troas) giderek burada kendisini bekleyenlerle buluşmuş ve yedi gün boyunca burada kalarak vaazlar vermiştir. Kendisini dinlerken pencereden düşerek ölen bir çocuğu diriltme mucizesini de Çanakkale’de göstermiştir. Çanakkale’den ayrıldıktan sonra yanındakiler deniz yoluyla Aziz Paul ise yürümeyi tercih ettiği için karadan Behramkale (Assos) kentine doğru yol almıştır. Behramkale’de (Assos) buluşan Aziz Paul ve yandaşları daha sonra denizden Milet’e geçmişlerdir.
Aziz Paul tarafından takip edilen taş kaplı antik yolların bir bölümü antik Çağ’ın en büyük ve zengin limanlarından birisi olan Alexandria Troas’da yer alıyor. Yüzlerce yıl değişmeden ve bozulmadan günümüze gelmeyi başarmış bu yolları adımlayarak Azizin anısını canlandırabilirsiniz.
90 saniyede dinler tarihi...
AZİZ PAUL DEMRE’DE
Aziz Paul’un tutuklanarak Roma’ya götürülmesi azizin yaptığı dördüncü yolculuk olarak da gösterilmektedir. Her ne kadar tutuklu olarak yargılanmak üzere Roma’ya götürülmüş olsa da gemide kendisine oldukça iyi davranılmıştır. Aziz Paul’ün bindirildiği gemi Akdeniz güney kıyılarından geçirilerek Kilikya ve Pamfilya açıklarından geçmiş, Demre kentinde konaklamıştır. Buradan İtalya’ya giden bir gemiye bindirilmiş yine güney kıyılarında yer alan Datça (Knidos)’a uğramıştır.
Demre’nin asıl önemi doğum yeri Patara olmasına karşın çocukların ve denizcilerin koruyucusu Noel Baba ile özdeşleşmesinden ileri gelmektedir. Bütün dünyada Noel Baba olarak bilinen Aziz Nicholas, Patara’da doğmuş, Demre Piskoposu olarak da hizmet vermiştir Günümüzde genel olarak bilindiği üzere sadece çocuklara değil, tüm insanlara elinden gelen yardımları esirgemeyen bu azizin adına yapılmış kilisede balık pulu desenleriyle bezeli Noel Baba’nın lahdini de görebilirsiniz. Tüm Hıristiyan âleminde her yıl kutlanan Noel bu azizin ilk kez 270 yılında fakir ailelerin kapılarına bıraktığı hediye torbalarının bir yansıması olarak devam ettiriliyor. Lahitindeki balık pulları fakirlerin olduğu kadar denizcilerin de koruyucusu olduğunu gösteriyor. Aziz Nicholas’ın 6 Aralık tarihinde Demre’de öldüğüne inanılmakta olup, bu tarihte mezarının bulunduğu kilisede her yıl düzenli olarak dünya çocuklarının katılımı ile düzenlenen törenlerle anılmaktadır.
KAPADOKYA
Günümüzde kayalara oyulmuş yüzlerce kilisenin varlığıyla Bizans döneminde yoğun bir Hıristiyan yerleşimine sahne olmuş, dinsel merkezlerden birisi olan Kapadokya’da da ilk Hıristiyan topluluklarının oluşmasını sağlayan olayın Aziz Paul’un yaptığı ikinci yolculuk olabileceği düşünülmektedir. Her ne kadar adı geçmiyor olsa da Galatya bölgesine giderken muhtemelen Kapadokya’ya da uğramış olmalıdır. Havari Petrus da birinci mektubunda burada yaşayan Hıristiyanlardan söz eder.
Doğa harikası peribacalarıyla birlikte oldukça geniş bir alana yayılmış kiliselerin, şapellerin, manastır topluluklarının yer aldığı Kapadokya, Hıristiyanlığın baskı altında olduğu yıllarda Hıristiyanlara, mistik atmosferiyle kendi ile baş başa kalmak isteyen münzevilere kucak açmıştır.
AZİZ PAUL’UN MEKTUPLARI
Aziz Paul İncilde’de yer alan mektuplarından birini günümüzde Türkiye’nin orta kesimlerinde yer alan Galatya halkına, bir diğerini ise uzun yıllarını geçirdiği Efes halkına hitaben yazmıştır. Mektupları günümüzde dahi geçerliliği olan ve insanlık sevgisi, yardımseverlik, kardeşlik gibi konularda herkesin ders alabileceği nitelikler taşımaktadırlar.
Galatya günümüzde Türkiye’nin başkenti Ankara ve çevresindeki bölge için M.Ö. III. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanmış bir isimdir. Aziz Paul Galatya halkına yazdığı mektupta onlar için taşıdığı kaygılardan söz etmektedir. Galatyalıların tekrar eski inançlarına ve sözde Tanrılarına dönmelerinden çekinmekte asıl Tanrı’yı kendilerine tanıtmak için verdiği mücadelelerin boşuna olmasından korkmaktadır. Yazdığı mektupla Galatyalılar’ın kendisini horlamadan kabul ettiğinden ve çok iyi karşıladığından söz ettiği gibi kendilerini kandırmak ve doğru yoldan döndürmek için yapılan çabalara kulak asmamalarını tembihlemiş, bu durumun kendisini çok üzdüğünü ve dayanılmaz acılar verdiğini söylemiştir. Artık özgür olduklarını inançlarından dönerlerse tekrar köle olacakları konusunda Galatyalılar’ı uyarmıştır. “Mesih bizleri özgür kıldı. Bunun için mücadele edin. Bir daha kölelik boyunduruğu takmayın”.
Kendisini oldukça iyi karşılayan ve Hıristiyanlığı koşulsuz kabul edip gereklerini eksiksiz yere getirirken birdenbire gerçeklere uymaktan alınmaları Aziz Paul’u üzmekte ve şaşırtmaktadır. Ancak güveni hala zedelenmemiştir.
Aziz Paul’u üzen bir diğer şey ise birbirlerini sevmeleri, yardımcı olmaları gerekirken birbirleriyle kavga etmeleridir. Benliklerinin değil ruhlarının yönetiminde olmalarının kendilerinin yararına olacağı da değindiği diğer bir husustur. İyilik yapmaktan asla vazgeçmemeler, bir insan kötülük yapsa bile onu cezalandırmak için yol getirmeye çalışmalarını, birbirlerine her konuda yardımcı olmalarını, herkesin başkalarının işiyle uğraşmaları yerine kendi işleriyle ilgilenmelerini gerektiğini söylemiştir.
AZİZ PAUL’UN ROTASI’NDA TÜRKİYE KIYILARI
Aziz Paul yolculuklarının önemli bir kısmını da deniz yolu ile yapmış ve Türkiye’nin batı ve güney kıyılarının büyük bir bölümünü dolaşmıştır. İlk yolculuğuna deniz yoluyla başladığı gibi Roma’ya giden son yolculuğunda da deniz yolunu kullanmış her yolculuğunda Anadolu’nun limanlarına birden çok kez uğramıştır. Günümüzde de yüzlerce yıllık tarihi ile günümüze gelmeyi başaran antik kentlere ev sahipliği yapan Türkiye’nin kıyı bölgelerinde Aziz Paul’un izlerini deniz yolu ile aramayı tercih ederseniz alternatif rotalardan size en cazip gelenlerinden birini tercih etmeniz mümkün.
AZİZ PAUL’UN DENİZ YOLU İLE YAPTIĞI SEYAHATLERDE UĞRADIĞI KENTLER
- Selefkiye - Samandağ (Antakya),
- Perge (Antalya),
- Antalya
- Tarsus (Mersin),
- Troas (Çanakkale),
- Efes (İzmir)
- Behramkale (Assos)
- Milet
- Patara (Antalya-Kaş)
- Demre
- Knidos (Muğla-Datça)
St. Paul Yolu
500 km. toplam uzunluğu ile Likya Yolu’ndan sonra, Türkiye’nin işaretlenmiş en uzun mesafeli ikinci uluslararası doğa yürüyüşü özelliğine sahip olan St. Paul (Aziz Pavlos) Yolu, Antalya ve Isparta sınırları içerisinde gerçekleştirilmektedir.
Antalya Aksu Perge’den veya Aspendos’tan iki farklı çıkışı olan St. Paul Yolu, Antalya sınırları içinde 100 km. yüründükten sonra, Isparta sınırlarında Sütçüler Sağrak Köyü Adada Antik Kentinde birleşerek, Yalvaç İlçesinde sona ermektedir. Yürüyüşe başlamadan önce yürüyüş rotalarını gösteren St. Paul Yolu adlı kitabı ve içinde bulunan haritayı, ayrıca sırt çantanızı yanınıza almayı unutmayın. Yürüyüş rotası, harita üzerine işaretlendiği gibi, arazide de yürüyüş güzergahları ve yönleri tabelalar ve kırmızı-beyaz renkli boyalarla işaretlenmiştir. Güven içerisinde gerçekleştirilebilen yolun tamamına ait yürüyüş programı, 14 gün sürmektedir. İsteyenler bu programı 7-8 güne indirerek, yürüyüşü Eğirdir’de de bitirebilmekteler. 14 gün süren yürüyüş programı boyunca, yürüyüş rotası üzerinde bulunan doğanın muhteşem güzellikleri ile bütünleşmekle birlikte, engin dağların büyüleyici güzelliklerini fotoğraflamanız ve çam kokusuyla buğulanmış havayı ciğerlerinize teneffüs etmeniz size, unutulmaz bir serüven yaşatacaktır.
Küçük ve şirin köylerden geçerken yöre halkın sizinle paylaşacağı bir çok şeyi bulacaksınız. Yol boyunca kimi zaman pansiyon haline getirilmiş evlerde kimi zaman otel veya apart konaklama tesislerinde kalarak, günün yorgunluğunu, taze balık ve et yemeklerinin nefis kokusuyla, bazen yudumladığınız sıcacık çayın lezzetiyle giderirsiniz. Özellikle Sütçüler ve Eğirdir bölgesinde yapacağınız doğa yürüyüşlerinde daha önce hiç görmediğiniz çiçekler, ağaçlar, kuş ve böcekler size kokularıyla ve sesleriyle yön gösterirler. ispartakulturturizm
St. Paul yolu güzergahı için buradaki adrese bakabilirsiniz.
St. Paul yolu güzergahı için buradaki adrese bakabilirsiniz.
Allah = Hübel ve Baal’in simgesi olan hilal, artık Allah’ın simgesi olmuştur.
Yeni BOP projesi Arap- İslam âlemini Hilal Putunun altında birleştirmek çabasında olabilir mi?
Hilal Putunun Altında
Dünyada birçok kurumun, web sitelerinin, derneklerin ve
hatta dinlerin sembolleri vardır. Bu semboller o denli yaygınlaşmıştır ki,
yalnız ibadethanelerde değil yardım kuruluşlarında ve ülkelerin bayraklarında
bile görülebilmektedir. Örneğin büyük çoğunluk Hristiyan cemaatinin sembolü Haç
iken Musevilerin sembolü 6 köşeli Davut Yıldızıdır. Tabi ki 3 büyük dinden
bizim dinimiz olan İslam’ında bir sembolü vardır: Ay’ın Hilal hali.
İnsanlar yeni bir dinle karşılaştıklarında eski
inanışlarının etkilerinden kolayca kurtulamazlar. Buna en iyi örnek içinde
bulunduğumuz Türk Toplumudur. Türkler İslam’a girdiklerinde kendi inançlarını
tamamen bırakmadılar. Bir kısım adetlerini, inanışlarını İslam ile
buluşturdular ve devam ettirdiler. Örneğin Yağmur duası Orta Asya da
İslamiyet’ten yüzlerce ve hatta binlerce yıl öncesinde uygulanıyordu.
Anadolu’da günümüz de hocaların bu dua sırasında cüppelerini ters giymeleri,
topluca yemekler yenilmesi, kolların uzatılıp ellerin yere doğru bakar halde
yağmurun yağışının temsil edilmesi, çocukların ağlatılması vb. adetler Türkler
tarafından uygulanıyordu ve dolayısıyla eski Türk yaşantısının izleridir.
Ayrıca günümüzde halen yapılan ve İslami bir olgu gibi sunulan Kurşun Dökme âdeti
Şamanlar tarafından Kut Dökme, Kut Kuyma ismiyle yapılmaktaydı. Cami
avlularında, yatırlarda mum yakıp, ağaçlara çaput bağlayıp dilek dilemekte
İslam öncesi Türk adetlerindendir. Peki acaba günümüzde görüldüğü anda İslamiyet’i
ifade eden sembol olan Ay’ın Hilal hali nereden gelmiştir? Bu sembolün İslam
ile bağlantısı nedir?
Öncelikle bilmemiz gereken bu sembol bir İslami sembol
değil, İslam öncesi putperest inançların bir uzantısıdır. Bu sembol Muhammet
Peygamberden 429 yıl sonra İslam’a girmiş olsa da, Türklerin binlerce yıllık
İslam öncesi kültlerindendir.
Türk yaşantısında tabiat olaylarının büyük yeri vardı.
Özellikle ay ve güneş ile bunların tutulma anları çok önemli sayılıyordu. Eski
Türklerde güneş ve ay yaratılış efsanesinde yer tutan, ana ve ata gibi
mevkilere yükseltilmiş gökcisimleridir. Kırgız Türkleri ve Yakut Türklerinin
yaşantılarında ay kültü bugünde önemli yer tutmaktadır. Hatta Hun İmparatorları
Ay kültüne bağlı kalarak ona tapınmışlar, ay ve güneş tarafından takdis
edildiklerine inanmışlardır. İmparatorlar yılın ilk ayı çıktığında ona
kurbanlar sunardı. Yakut Türkleri ay tutulmasını ayın ufalması olarak anlayıp,
bu ufalmanın Ayın ayılar veya kurtlar tarafından yenilmesi sebebiyle olduğunu
düşündüler.
Altaylılar ise Ay tutulması hadisesinin “Yelbegen” isimli yedi başlı bir canavarın Ayı yemesi sonucunda olduğunu düşünüyorlardı. Orta Asya’da bu durumu ortadan kaldırabilmek yani Ayı saldırılardan koruyup eski büyüklüğüne kavuşturmak için insanlar gürültü çıkartıp aya doğru taş atmaktaydılar. Bugün dahi Anadolu’nun bazı kesimlerinde ay tutulmaları sırasında havaya silahlarla ateş açılıp teneke çalınarak gürültü yapılır.
Altaylılar ise Ay tutulması hadisesinin “Yelbegen” isimli yedi başlı bir canavarın Ayı yemesi sonucunda olduğunu düşünüyorlardı. Orta Asya’da bu durumu ortadan kaldırabilmek yani Ayı saldırılardan koruyup eski büyüklüğüne kavuşturmak için insanlar gürültü çıkartıp aya doğru taş atmaktaydılar. Bugün dahi Anadolu’nun bazı kesimlerinde ay tutulmaları sırasında havaya silahlarla ateş açılıp teneke çalınarak gürültü yapılır.
Yine bazı alevi gruplar Dolunay’ı Fatma Ana’nın
yüzüne benzetirler. Dersim bölgesinde
bazı insanların sabah güneşine doğru yaptıkları duada yine Zerdüşt öğretisinden
geçtiği iddia edilen bir olgudur. Yunan Tarihçi Heredot, Arap Coğrafyacı İbn
el-Esir gibi ilim insanlarından ve Çin kayıtlarından öğrendiğimiz kadarıyla
Güneş ve Ay Eski Türklerde tapınılacak kadar önemliydiler. Tabi ki bu inanç
Ay’ın en dikkat çekici hali olan Hilal ile temsil ediliyordu. Göktürklere ait
bir çok sikkede Ay’ın bu hali sembol olarak görülmektedir.
Bütün analar tek kalptir-Fatima ana
Milattan sonra 1064 yılında çok önemli bir olay oldu. Selçuk
Türklerinin ikinci sultanı Alparslan, Ermenileri tam anlamıyla bir felakete
sürükleyerek başkentleri olan Ani’yi almıştı. Bu şehirde camiye çevirdiği bir
katedralin tepesindeki Haçı indirten Alparslan, bunun yerine bir hilal
koydurtmuştur. Türklerin ve dolayısıyla İslam’ın zaferi sayılan bu savaşın
sonunda, katedralin tepesine dikilen eski Türk sembolü olan hilal böylece
İslam’ın sembolü haline geldi. O güne kadar geçen sürede Müslümanların böyle
bir sembolü yoktu. Ne Muhammet Peygamber’in sancağı olan Ukab’ta, ne ilk
halifeler devrinde ne de Emeviler zamanında bu sembolü kullanmamışlar ve
beklide bunun putperest etkilerinden bilerek sakınmışlardı.
Dolayısıyla anlamaktayız ki, bugün tüm camilerde, dini
kitaplarda bulunan bu sembolün İslam dini ile uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Bir takım Müslüman âlimlerin Haç’ı Mitraist inançlara, Davut Yıldızını pagan
sembollere bağladığını görebilirsiniz. Ancak işin aslında bugün camilerde namaz
kılan tüm Müslümanlar Hilal Putunun altındadır. Haç ne kadar pagan sembolüyse
Hilalde o denli eski İslami olmayan tapınmaların sembolüdür. Atalarımız “Kendi gözündeki merteği görmez,
elin gözündeki çöpü görür.” “İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır” gibi
konumuzla ilgili güzel sözler söylemişlerdir. Hristiyan birlikler Kudüs’e
saldırdıklarında Müslümanlar onlara, üniformalarının üstündeki haç işaretinden
esinlenerek Ehli Salib (Haçlılar) ismini vermişlerdi. Bazı yazarlar o savaşlara
Ehli Salib Muhabereleri deyip, Müslüman tarafa Ehli Hilal demektedir. Haç’ı
Mitraist/Pagan inanca bağlayan kişiler, her gün 5 vakit gittikleri caminin
tepesine bakmamaktadırlar.
Bu tarz simgeler İslam’ı sembolize etmemelidir.
Peygamberin uygulamasında böyle bir durum yoktur. Biz bu hali İslamiyet’e
yakıştıramıyor ve bu adetten vazgeçilmesini şiddetle istiyoruz. Sahte din öğretilerinden tamamen kurtulmak,
dini Tanrı’ya halis kılmak, gerçek öğretinin mükemmel şuuruna erişmek için tüm
bu adet ve geleneklere karşı tavır almalıyız.
Örneğin siz bir dönem bir bölgede
kendisine tapınılan bir gökcismini ibadethanelerinizin en görünür yerine asmakla,
eski ve kötü adetleri kılıf değiştirterek devam ettirmiş olursunuz. Buna din
adı altında müsamaha göstermek Müslümanlara yakışmaz. Hilal veya Haç,
devletlerin sembolleri olabilir, bayraklarda bir milleti-devleti temsil
edebilir ancak İslam dinini temsil edemez.
Çünkü oyma putlar ve Tanrıdan başka
tapınılan ilahlar tüm ilahi kitaplarda lanetlenmişlerdir. Bu tarz kötü bir
cisme direk tapınmaya dahi gerek yoktur, sahte öğretilerden sakınıp, gerçeği
bulmak isteyenler “sahte öğretilerin tüm izlerinden” uzaklaşmalıdırlar.
Dinimize sonradan eklenmeye çalışılan bu sembolleri ve adetleri dini uygulama
ve ibadethanelerimizden çıkartmalıyız.
Bir cemaatin Lat putuna benzer bir
sembol yapıp bir caminin tepesine asarak içinde yaptığı ibadet sonunda “Ben
Lat’ın önünde secde etmedim ki, bunun ne sakıncası olabilir ?” demesiyle Ay
Tanrısının sembolü olan Hilal’in altında ibadet etmek aynıdır. Sözümüzü
sözlerin en güzeli olan Tanrı sözüyle bitiriyoruz:
Kuran 26: 71 dediler: "Birtakım putlara tapıyoruz.
Onların önünde toplanıp tapınmaya devam edeceğiz."
Kuran 70: 43 O gün, kabirlerden fırlayarak çıkarlar.
Dikilmiş putlara doğru akın akın gider gibidirler.
Kuran 41/37 Gece ve gündüz, Güneş ve Ay onun
ayetlerindendir. Eğer sadece Allah'a kulluk/ibadet ediyorsanız, Güneş'e, Ay'a
secde etmeyin; onları yaratan Allah'a secde edin!
Kuran 14: 35 Bir zaman, İbrahim şöyle demişti: "Rabbim,
bu beldeyi güvenli kıl. Beni ve oğullarımı putlara kulluktan uzak tut!"
Kuran 22: 30 . İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygılı
olursa bu, Rabbi katında kendisi için çok hayırlı olur. Karşınızda okunarak
açıklananlar hariç, tüm hayvanlar size helal kılınmıştır. Artık putların
pisliğinden, yalan sözden uzak durun.
Tevrat Yas. 27: 15 RAB’ bin tiksindiği el işi oyma ya
da dökme put yapana ve onu gizlice dikene lanet olsun! "Bütün halk, 'Âmin!
Diye karşılık verecek.
Tevrat Yas.16: 21 Tanrınız RAB için yapacağınız sunağın yanına ağaçtan bir Aşera putu
dikmeyeceksiniz.
Tevrat Lev.26: 1 Put yapmayacaksınız. Oyma put ya da
taş sütun dikmeyeceksiniz. Tapmak için ülkenize putları simgeleyen oyma taşlar
koymayacaksınız. Çünkü Tanrınız RAB benim.
Tevrat Mik.5: 13 Putlarınızı, dikili taşlarınızı kaldırıp atacağım.
Ellerinizle yaptığınız putlara artık tapmayacaksınız.
R. BİLGE
Kaynaklar:
TÜRK ONOMASTİĞİNDE AY ve GÜNEŞ UNSURLARI / Ahmet CAFERROĞLU
/ İst. Üni. Türk Dili ve Ed. Dergisi C.XIII. 1965
Ab'dülkadir İnan / Tarihte ve Bugün Şamanizm / Ankara 1954,
s.2
KAZAK FOLKLORUNDA NEVRUZ / Şakir İBRAYEV
Adana’da Yağmur Yağdırma Törenleri ve Çomçalı Gelin / Prof.
Dr. Erman Artun
Türk Tarihinin Sosyolojisi / Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN /
Turan Yayıncılık
Ay Tanrısı: Al-İlah (Allah)
Sıfırı sonsuza böldüğümüzde
tanımsız çıkar.
Yani olmayan bir şeyi sonsuzlukta var edemezsiniz.
Epikür MÖ. 300 yıllarında şöyle der: "atom yoktan var,
vardan yok edilemez".
Bu sözü yüzyıllarca sonra Lavoisier (1743 – 1794) söyleyecek ve bu, bir nesnenin
kanunu haline gelecektir.
"Madde/atom/nesne vardan yok, yoktan var edilemez"
dediğimizde karşımıza tanrı veya tanrıların insan ağzı ile bize söylediği
varsayılan "var eden tanrıdır" sözü çıkmaktadır.
Peki bir insan atomu yok veya var edemediği ve bunu bildiği
halde neden yalanların batağına saplanır. Düşünen, dürüst insan var olan
doğruları kolayca onaylar; çünkü amacı doğruya ulaşmaktır.
Bu doğrunun önünde tanrı bir engel oluşturuyorsa düşünen
insan için tanrı kavramı/olgusu, doğru bir kavram/olgu değil demektir.
Sonuç olarak bilimsel gerçeğin karşısında duran her engel
düşünen insan için de engeldir. Bu engeller kaldırılmalı ki gerçek mutluluğa erişebilelim.
Yoksa bireycilerin mutsuzlar üzerine kurduğu yalan mutluluklar toplumu
mutsuzluğa sürüklemeyi sürdürecektir.
Gökte bulunan her ışık yıldız değildir. Bazıları güneş
siteminde bulunan gezegenlerdir. Binlerce yıl önce gökyüzüne bakanlar öteki ışıklara
göre beş yıldızın daha güneş batmadan göründüğünün ayrımına vardılar. Bu beş
ışık, güneş sistemine bağlı gezegenlerdi.
İki ışık daha vardı: Güneş ve Ay. Oldu 7 ışık...
Bu yedi ışık uygarlıkların doğuşuna eşlik ederek gökyüzünde
dolandılar.
Her millet bu ışıklara başka anlam yükledi.
Örneğin Araplarda Ay, Allah; Güneş ise Peygamberdir. Aslında
tam tersinin olması gerekiyor. Ama Araplar güneşin aydan daha büyük olduğunu
bilmedikleri için Ay'a Allah derlerdi. Yani güneşin daha büyük olduğunu
bilselerdi bu kez Güneş, Tanrı; Ay ise Peygamber olacaktı. Ancak o dönemin
tekniği buna olanak vermiyordu. Bu Ay, bugün camilerin kubbelerinde bir simge
olarak durmaktadır. Yine Araplar bu ışıklara (yıldızlara) bakarak gökyüzünün 7
kat olduğunu sandılar. Araplardan yüzyıllar önce Babilliler bu 7 ışığa bakarak
haftayı 7 gün olarak belirlemişlerdi.
Arapların yıl takvimi Ay'a göredir.
Ay'a tapımdan gelen Ay takvimi ortalama 354 gündür.
Hicri sene, Miladi seneye göre her yıl 10-11 gün evvel,
başlamaktadır. Oysa binlerce yıl önce Mısırlılar Bugün kullandığımız takvimi
yani 365 gün olan güneş takvimini kullanmaktaydılar. Mısrlıları güneş takvimine
iten neden tarım olmuştur. Çünkü Nil her yıl taşmakta ve bu da tarımı olumsuz
etkilemekteydi. Bunun önüne geçmek için, taşma gününün belirlenmesi gerekti.
Oysa Araplar çöl ortamındaydı ve üretim değil ticaret yapıyorlardı.
Güneş takvimi onların pek de işine yaramıyordu. Onların
işine yarayan para/altın idi ve bu da ancak Tanrıdan istenirdi. O yüzden doğru
olan güneş takvimi yerine, yıl ile hiç de ilgisi olmayan Ay takvimini
kullandılar. Oysa Araplar zeki insanlardı ve gerçeğe erişmeleri çok da zor değildi.
Ancak çöl yaşamı, üretime katılmamak, boş boş gezmek Arapları gerçeklerden alıp
düşlere götürdü ve yüzyıllardır bu düşler aynı biçimde sürmektedir.
Not: British
müzesinde Babil bölümünde bölüm B de 3-4 heykel ve onların önünde 1 heykel
şeklinde heykeller vardır...
Arkadaki 3-4 heykel ellerini Müslümanların dua ederken
açtıkları gibi açmış önlerindeki "ay tanrısı" na dua ediyorlar bunun
ismi al-İlah.
Al-ilah ın kızları Al-lat, Al-uzzat-Al-Manat ta bu 3 yıldız
olarak simgeleniyordu.
(Müslümanların dua ediş şeklinde ellerini hafif kapatarak
açmış ay Tanrısı Al-ilah'a dua ediyor)
Al-ilah'ı simgeleyen bir adam ve İslamiyet’in sembolü hilal:
İşte eski Mısırlıların "sin" adını verdiği(bkz.
Kur'an'daki YA SİN suresi) ve eski putperest Arapların ise "AL-ILAH"
adını verdikleri ay tanrısı AL-ILAH ve onun 3 kızı Al-LAt, Al-Uzza, Manat bible.ca
Kur'an:
53/19: raeytumul late vel uzza (gördünüz mü, Lat'ı ve Uzza'yı)
53/20: menates salisetel uhra (diğer, üçüncüsü Menat)
***
Does Surah 53:19-20 in the Qur'an tell Muslims to worship
al-Lat, al-Uzza, and Manat?
HİCAZ BÖLGESİNİN MEŞHUR PUTLARI: LÂT, MENÂT VE UZZÂ
Taberî, eski Araplar’da putlara Allah’ın isimlerini verme âdeti...
Merhaba,
Bu ay tanrısı konusunu daha önce de tartışmıştık ve konu
tekrar aynı şekilde gündeme taşınmış. Ben de daha önce söylediklerimi
tekrarlayayım.
Birincisi Camilerde ay sembolü İslam’ın başlangıcıyla
konmamıştır. Bu sembolü Araplar da koymamıştır.
Şu anki camilerdeki ay sembolüne bakıp, bu şekilde hikâyeler
yazılabiliyor. Bir kere İslam dininin ilk döneminde camilerin ne minaresi ne de
kubbesi vardı. Şu anki barok sitil Osmanlı döneminde kullanılmaya başlandı.
İlk ay sembolünü Alpaslan 1064 kiliseyi camiye çevirirken
çan yerine onu koyarak kullandı. Ay sembolü İslam dinine Arap kültüründen
değil, Türk kültüründen geçmiştir. Türklerde İslam öncesinde de bu sembol
kullanılıyordu.
İslam öncesi Göktürklere ait sikkeler Kırgızistan’da yapılan
kazılarda bulunmuştur. Bu sikkelerde göze çarpan bir nokta da bunlarda ay
sembolünün kullanılmasıdır.
Dolayısıyla camilerin tepesinde ay dolayısıyla bu ay
tanrısından gelir tarzında yapılan düz mantıkların saçmalığını bir kez daha
ortaya konmuş oluyor.
Sırf bu bile konunun saçmalığını ortaya koymaya yeter. Bunun
dışında takvimin ay takvimi olmasından yola çıkarak bu saçma iddiaya delil
gösterilmesi de son derece yanlıştır.
Geçmiş toplumların hemen hemen tamamına yakını ay takvimini
kullanmışlardır. Bunun sebebi, ay takviminin kullanışının çok kolay olmasıdır.
Aya bakarak insanlar o gün ayın kaçında olduğunu rahatlıkla tahmin
edebiliyorlardı.
Bu konuyla ilgili diğer bir nokta da Allah kelimesinin
kökeni hakkındadır. Bu kelime sadece Arap kültürüne ait bir kelime değildir.
Tüm Sami dillerinde de aynı kelime vardır. Dolayısıyla bu yönüyle de bu saçma
iddia çürümektedir.
Bu konuyla detaylı bir yazıyı şu adreste yayınlamıştım.
----
Selamlar, Ay kültü iddiası:
Bu iddianın ilk çıkış noktası fanatik Hıristiyanlardır.
İslam dinin karalama çalışmasıyla bu iddiaları ortaya atmaktadırlar. Buna göre
Allah ismi, Kuran’ın gelişinden de önce vardı. Araplar, İslam dininden önce de
Allah’ı biliyorlardı. Bu iddiaya göre Allah yani El- İlah Ay tanrısının adıydı.
İslam inancı da Ay kültünden gelmekteydi. Bu iddiaların ışığında diğer semavi
dinlerle hiçbir ilgisinin olmadığını, arkeolojik bulgularda bulunmuş bazı
kabartma resimleri delil olarak öne sürmektedirler.
Bu iddiaların tümü açık bir saptırmadır. Bu iddialar detaylı
incelendiğinde gerçek bir temelinin olmadığı ortaya çıkacaktır.
Şimdi madde
madde bu iddialara bakalım:
1-Arapların İslam öncesi Allah inancı olduğu fikri yeni bir
buluş değildir. Peygamberimizin babasının adı bizzat “Abdullah” (Allah’ın
kulu) dır. Kuran’da bu gerçek, birçok ayette ifade edilir. Bunlarda birisi
şöyledir:
Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca
Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler "Biz, bunlara
bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (39 Zümer
Suresi 3)
Bu ayetten de anlaşılacağı gibi peygamberimizin döneminde
müşrikler Allah’ı biliyordu; ama “Putlara bizi Allah’a yakınlaştırsın diye
tapıyoruz” diyorlardı. Onlarda Allah’ı tümüyle bir inkar söz konusu değildi.
Sadece bazı putları ona ortak koşuyorlardı.
Allah inancı İslam öncesi diğer hak dinlerden geliyordu.
İslam dininin ilk geldiği dönemde İbrahim dininden gelen “Hanef” dini de bu
ortamda bulunmaktaydı. Bunlar dinlerini dejenere etseler de İbrahim’in dininden
gelen birçok ibadeti ve inancı korumayı başarmışlardı. O yüzden İslam öncesinde
de Allah inancı ve hac, namaz, oruç gibi ibadetler de bozulsa da hala mevcuttu.
Dolayısıyla İslam geldiğinde bu kavram ve ibadetleri onlardan almamış, aksine
onları ilk defa insanlara buyuran Allah, hataları düzelterek tekrar Hz.
Muhammed vasıtasıyla tüm insanlara emretmiştir.
2-Bu konuda delil olarak gösterilmeye çalışılan arkeolojik
bulgularda kasıtlı olarak çarpıtılmaktadır. Bu bulgular Mekke bölgesinde değil
oradan çok daha uzak güney Arabistan bölgesinde bulunmuştur. Bu bulgular
kasıtlı olarak Kuzey Arabistan’da bulunmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bunların Mekke bölgesinde yaşayan Araplarla hiç bir alakası yoktur.
3- Ay tanrısı Arkeolojik bulgularda “Sin” olarak geçer.
Allah (el-ilah) kelimesinin ay tanrısı olduğu iddiasını destekleyecek hiçbir
kanıt yoktur. Buna rağmen bu tarz iddialarda birkaç resim koyup altına böyle
bir yorum yazarak Ay tanrısının Allah olduğunu iddia ederler. Eğer biraz bunun
kökeni soruşturulsa, bu iddiaların fanatik din düşmanlarının vehmi olduğu
ortaya çıkacaktır.
4- Camilerin Kubbesinde ay sembolünün bulunması Ay kültünün
bir uzantısı olduğunun delili olarak sunulmaktadır.
Bu da oldukça desteksiz bir iddiadır.
Camilerin tepesine ay sembolü konması Peygamberimizin
döneminde kullanılan bir sembol değildir.
Hatta halifeler döneminde de kullanılmamıştır.
Bu adeti ilk yapanlar Emeviler de olmamıştır.
Bu adet ilk defa Araplar tarafından değil, Türkler
tarafından uygulanmıştır.
Alparslan 1064'te Ani'yi fethedince camiye çevrilen
katedralin kubbesindeki büyük haç indirilip yerine büyük bir hilal konulmuştur.
Ve bundan sonra bu uygulama gelenek haline gelmiştir.
Müslümanların ay takvimi kullanmasının yine Ay kültüyle
alakası yoktur.
İslam geldiğinde var olan takvim budur. Ve Müslümanlar da
bunu kullanmışlardır. Sonradan bu takvime geçmemişlerdir.
Bu iddiaların hiç birinin temeli yoktur.
Sadece akla gelen her şey, temelsizce bu şekilde vehimlerle
açıklanmaya çalışılmıştır. Yoksa herhangi bir akli ve bilimsel bir dayanağı
yoktur.
5- Bu konuda en açıklayıcı nokta ise Allah kelimesinin
kökeni ile ilgilidir. Allah kelimesi “El-İlah”tan gelir.
“El” takısı İngilizcedeki “the” gibidir.
Allah (El- İlah) “The God” anlamına gelir. Yani Allah El-
İlah belli bir ilahtır.
Bu kelime sadece Arap dilinde yoktur.
Arapçanın mensubu olduğu Sami dillerinde de bu kelime
vardır.
Örneğin İbranicede “Elohim” (Tanrı) kelimesi bu kökten
gelir.
Ayrıca yine aynı dil ailesinden gelen ve Hz. İsa’nın ana
dili olan Aramicede de aynı kelime vardır. Hem de Arapçadaki “İlah” kelimesiyle
aynı kelimedir. Okunuşu da aynıdır.
Bu konuda Aramice bir sözlüğe ulaşamayanlara bir filmi
kaynak olarak gösterebiliriz. Mel Gibson’un yönettiği “Passion” filminde, konu
orijinali gibi olması için o dönemde konuşulan diller seçilmiştir. Filmde, İsa
rolünde oynayan kişi de Aramice konuşmaktadır. Bu filmde birçok yerde Tanrı
kelimesi kullanırken Aramice “İlah” şeklinde telaffuz edilir. ( Bu filmi
seyretme imkânı bulunanlar, Hz. İsa rolündeki kişinin çarmıha gerildiği
sahnede, Aramice Allah’a dua ederken “İlah” diye seslendiğini duyabilirler,
yine benzer bir şeyi Yahudi rolündeki kişinin Hz. İsa’yı sorgularken, “Sen
Allah’ın oğlu musun?” diye sorarken, yine Aramice “ilah” kelimesini söylediğini
duyabilirsiniz.”)
Bu gerçek Fanatik Hıristiyanların iddialarını tümüyle boşa
çıkartmaktadır.
Eğer El- İlah ay tanrısıysa, Hz. İsa’da bu tanrıya
inanıyordu.
Ona bu isimle dua ediyordu. Böyle bir şey söz konusu
değildir.
Hz. Muhammed’in seslendiği Allah ile Hz. İsa’nın seslendiği
Allah aynıydı.
Ve o her şeyin yaratıcısı olan eşi ve benzeri olmayan yüce
Allah’tır.
Dolayısıyla bu iddiada bulunan Hıristiyanlar bilmeden kendi
kendilerini yalanlamaktadırlar.
Bu iddialarda bulunanlar kendi dinlerini bilmeden, Aramicede
tanrının ne demek olduğundan haberleri olmadan, İsa’nın konuştuğu dilin
farkında olmadan bu vehimleri söylemişlerdir.
6-Bu tip çalışmalar yukarıda da söylediğim gibi fanatik Hıristiyanlar
tarafından ortaya atılmaktadır. Bağımsız bilim adamları bu iddialara destek
vermez. Bu konuda Türkiye’de ateist çevrelerin destek olmasının sebebi, olayın
bilimsel temellerine dayanması değildir. Adeta “Düşmanıma atılan çamur benim
çamurumdur.” mantığında bu iddialara sahip çıkmaktalar. Bu çevreler için
söylenenlerin bilimsel olup olmaması önemli değildir. Önemli olan dine bir
saldırıda bulunulmasıdır. Aynı çevreler İslam’ın kökeni “güneş kültü” dür diye
de iddialarda bulunmaktadırlar. İşine geldiğinde işine gelen şeyleri
söylemekten çekinmezler. Onlara göre, bunların bilimsel bir alt yapısı olmasına
gerek yoktur.
Sonuç olarak, bu iddialar tümüyle gerçek dışıdır. İslam tevhit
dinidir. Bu din Âdem’den günümüze kadar yeryüzünde hep var olmuştur. Allah
elçileri vasıtasıyla bu dini İnsanlara ulaştırmıştır. Allah Kuran’da insanları
aya güneşe değil sadece Allah’a tapmaları gerektiğini şöyle vurgulamaktadır:
Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun ayetlerindendir. Siz güneşe
de, aya da secde etmeyin. Allah’a secde edin ki bunları kendisi yaratmıştır.
Eğer O'na ibadet edecekseniz. (41 Fussilet 37) Kaynak
Orkun Anıtlarından Sonra En Önemli Keşif
Eski Türk devletlerinde kağanlığın (sonrakilerde
hükümdârlığın) sembolü “tuğ” (bayrak, sancak ve davul) ve “sikke”dir. Sikke
ekonomik, tuğ da siyasi bağımsızlığın göstergesi olan bayrağı ve bağımsızlık
marşını (millî marşı) temsil etmektedir. Gök-Türkler tuğ’u ve sikke’siyle, bir
başka söyleyişle, bayrağı, marşı ve parası ile bağımsız, başı dik bir devlet
kurmuş ve büyük bir uygarlık oluşturmuştur. İslam Öncesi Orta Asya Sikkelerinde Görülen Çin Sikke Darbı
Etkileri.rar
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nce 4-6 Ekim 2004
tarihlerinde Bişkek’te düzenlenen II. Uluslararası Türk Uygarlığı Kongresi’ne
Türkiye adına gittim ve kongrede bir bildiri sundum.
Bişkek’te geçirdiğim günler oldukça yoğun geçti. Bir yandan
akademisyen olarak II. Türk Uygarlığı Kongresi’ni ve kongre programındaki bütün
etkinlikleri hiç sektirmeden izledim, “Atatürk ve Türk Uygarlığı” başlıklı bir
bildiri sundum ve oturum aralarında çok değerli meslektaşlarla tanışma ve
sohbet olanağı buldum. Diğer yandan da Kırgızistan ve Bişkek’teki tarihi
yerleri (Balasagun, Issık Göl, Alato dağları), müzeleri (başta Devlet Tarih
Müzesi ile Devlet Resim Galerisi) gezdim ve çok sayıda fotoğraf çektim. Ayrıca
Kırgız Filarmoni Orkestrası’nın bir dinletisiyle, Kırgız Devlet Opera ve
Balesi’nin sahnelediği bir ulusal Kırgız operasını (Ay Çürek=Ay Yüzlü)
seyrettim.
II. Uluslararası Türk Uygarlığı Kongresi’ne Kırgızistan
dışından katılan bütün Türkologlar, hepimiz Issık Göl Oteli’nde kaldık ve
meslektaşlarımızla her gece koyu sohbetler yapıp Türk tarihini, uygarlığını
irdeledik, tartıştık.
GÖK-TÜRK SİKKELERİ İLE TANIŞMA
Türk Uygarlığı Kongresi’nin ikinci akşamıydı.
Otelde Özbek
tarihçi Dr. Gaybullah Babayar ile sohbet ediyordum. Bu sırada Dr. Babayar
çantasından bazı notlar ve fotoğraflar çıkarıp göstermeye başladı. O anda
gözbebeklerimin büyüdüğünü hissettim. Fotoğraflarda Büyük Türk İmparatorluğu
kurmuş Gök-Türklerin, Gök-Türk kağanlarının darp ettirdiği sikkeler vardı
karşımda. Bizans, Selçuklu, Osmanlı sikkelerini biliyordum, ama Gök-Türk
kağanlarının sikke darb ettirdiklerini o ana dek hiç duymamış ve hiçbir yerde de
okumamıştım.
Fotoğrafları tek tek ve hayranlıkla incelediğimde, sikkelerden
birinin üstünde ortada kağan kabartması ve kenarlarda üç tane ay-yıldızı
görünce o anda ne kerte önemli bir olayla karşılaştığımı, bunun ne kerte önemli
toplumsal, tarihsel, iktisadi ve siyasi bir olay olduğunu düşündüm. Bu konuyu
mutlaka Türkiye’ye taşımalıydım. Çünkü bu, tarihi altüst edecek önemde bir
buluştu. Dr. Babayar’a o anda bütün bu fotoğraflardan bir kopya istediğimi ve
konuyla ilgili bir yazı hazırlamasını rica ettim. Sağ olsun! Bu cin gibi genç,
kanı kaynayan Özbek Türkü değerli tarihçi de seve seve bu ricâmı yerine getirdi
ve Gök-Türk sikkeleriyle ilgili yazısını bana ulaştırdı.
GÖK-TÜRKLERİN UYGARLIK BİRİKİMİ
Bir uygarlığın gelişmişlik düzeyini, o uygarlığı oluşturan
toplumun üretim ve paylaşım biçimi ile ona bağlı toplumsal kurumlar: dil, aile,
gelenekler, din, hukuk, askerlik, sanat, vb. belirler. Bütün bu unsurlar
yüzyıllar içerisinde şekillenir ve kimlik kazanır. Ayrıca, bir toplum ya da bir
ulusun, uygarlığa eriştiği veya uygarlığı yaşattığını belirten başlıca
unsurlardan biri de, onların dünya tarihinde tuttuğu yer ve çeşitli halkların
kültürüne kattığı etkilerdir.
“Peki, Türk toplulukları tarih boyunca bir uygarlık
yaratabilmişler mi? Kesin olarak ilk Türk uygarlığı denebilecek bir uygarlık
var mı? Varsa ne zaman, nerede ortaya çıkmıştı ve nasıl örnekleri var ve
insanlığa ne gibi etkide bulunmuş?” sorularını cevaplamak gerekir.
İKİ BÜYÜK TÜRK DEVRİMİ
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nce 4-6 Ekim 2004’te yapılan
“II. Türk Uygarlığı Kongresi”nde “Atatürk ve Türk Uygarlığı” başlıklı bir
bildiri sunmuştum. Bildirimde dünya uygarlığı içinde Türklerin yerini
belirlerken çok önemli gördüğüm iki konuyu vurgulamıştım. Özetle: birincisi,
Türk adı tarihte ilk kez bir devrimle; Türk kavramı, Türkçe konuşan Orta Asya
kavimlerinin diğer kavimleri de yönetimlerine alarak devletleşme sürecinde,
dolayısıyla hukuka ve siyasal kurumlara kavuştukları aşamada ortaya çıkmıştı.
Bayrağıyla, hukukuyla, askeri gücüyle, devlet hiyerarşisiyle, paranın geçerli
olduğu ticaret yaşamıyla, iktisadi yapısıyla, maliyesiyle, kısacası bugün
devlet dediğimiz örgütlenmeyi başaran Gök-Türkler tarihte ilk kez Türk adı
taşıyan bir devlet kurarak devrim yapmıştı.
İkinci olarak ise, Türk adı tarihin
gündemine gene bir devrimle geldi. Gök-Türklerle birlikte siyasal bağı ifade
eden bir içerikle tarih sahnesine çıkan Türk adının, bu kez Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla yeniden tarihsel kökenindeki anlamını öne çıkaran
bir içerik kazanması çok anlamlıdır. İşte bu iki devrim, Türklerin dünya
uygarlığı içindeki yerini belirler. Kırgızistan’da sunduğum bildiride, XX.
yüzyılın başında emperyalizme ve feodalizme karşı verilen ve kazanılan savaşta,
bir başka söyleyişle ikinci büyük Türk devrimiyle kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık hedefini incelemiş ve yorumlamıştım. Bu yazımda
da, birinci büyük Türk devrimini gerçekleştiren Gök-Türklerin dünya uygarlığı
içindeki yerini ve bu uygarlıkla ilgili bilimsel çalışmaları sergilemeye
çalıştım.
Günümüzde hem Batı, hem de Doğu’daki tarihçilerin çeşitli
yöndeki araştırmaları sayesinde İran, Çin, Hint, Yunan, Bizans ve Arap Müslüman
uygarlıkları ile karşılıklı etkileşim içerisinde olan ve hattâ bunların
merkezinde yer alan Türk uygarlığının temel unsurlarının geniş Orta Asya
topraklarında ortaya çıktığı ve şekillendiği bir gerçektir.
İLK BÜYÜK TÜRK UYGARLIĞI
Türkoloji alanında tanınmış bilginlerin vardıkları sonuca
göre, Türk uygarlığının ilk belirtisi zaman bakımından Orta Asya tarihi
sahnesine Gök-Türk Devleti’nin çıkmasıyla meydana gelmiştir. Gerçi, milâttan
önceki binyılın son çeyreğinde Hun Konfederasyonu’nun vücuda gelmesinden
Gök-Türk Devleti’ne dek geçen zaman içinde Avrupa Hunları, Akhunlar
(Eftalitler) gibi Türk konfederasyonları ortaya çıkmış olsa bile onlardan
günümüze tam anlamda bir uygarlık mirâsı ulaşmamıştır.
Bugün bazılarının Gök-Türk Kağanlığı veya Gök-Türk Devleti
diye adlandırdığı, gerçekte bir imparatorluk kuran Gök-Türkler kuvvetli olduğu
dönemlerde doğuda Kore, güneyde Çin ve Tibet, güney-batıda Hindistan ve İran,
batıda ise Bizans ve Doğu Avrupa ile sınır komşusu olmuştur.
Gök-Türkler
kendine özgü yönetimleri, toplumsal-kültürel yaşamları, yazıtları ve başka
değerlere sahip olmakla beraber adını saydığımız komşu toplulukların kültür ve uygarlıklarıyla
sıkı temaslar kurmuş ve onlar aracılığıyla kendi uygarlığının yükselmesine
zemin hazırlamıştır. Ayrıca Gök-Türkler söz konusu bölgelerin hem iktisadi, hem
de kültürel yönlerden gelişmesinde öncülük yapmıştır. Yani, birbirlerinden epey
uzak mesafede yar alan Batı ve Doğu ülkelerinin değerleri (kültürleri) onların
komşusu olan Gök-Türkler yoluyla tanışmış ve etkileşmiştir.
Bazı bilginlere
göre Sasanlı, Bizans, Tang (Çin) gibi o dönemin en büyük dünya
imparatorlukları, Gök-Türk İmparatorluğu var oldukça yükselmiş, onun
zayıflamasıyla da çökmeye başlamıştır ki, bunun nedeni de Gök-Türklerin
kontrolündeki bu büyük coğrafyada, güvenle yaptıkları ve yaptırdıkları
ticaretin duraklaması olmuştur.
Gök-Türk Devleti’nin kurulması hemen-hemen tüm Türk ve Orta
Asya bodunlarının bir araya getirilmesi yanında, Türk uygarlığını oluşturan
unsurların o dönemin anayasası diyebileceğimiz Türk Töresi, Eski Türk-Runik
yazılarına dayanan ortak edebi dil, bölgesel yönetim merkezlerinin yanı sıra
zanaat ve ticaretin var olduğu yerleşik tarım ve şehir kültürü, bütün Türklerin
ortak mânevî kültürünün temelini oluşturan ve aynı zamanda ortak dini olan
Gök-Tanrıcılığın gelişiminde de önemli rol oynamıştır.
Ayrıca kağanlıkta
biçimlendirilen verâset yönetim sistemi, kendi döneminin en etkin askeri-siyasi
yönetim sistemlerinden biriydi. İşte bu yönetim sistemi sayesinde, devletin iç
güvenliğinin yanı sıra yeni toprakların fethedilmesi ve ele geçirilmesi de
sağlanırdı. Böylece Türk halkları, kendi tarihinin gelişim zirvesinde yeni
kuvvetli bir askeri-siyasi örgütün yanı sıra Çin, Hint, İran (Sogd, Tohar,
Pers) ve Bizans uygarlıklarının en güzel taraflarını benimseyen örnek bir
uygarlığı meydana getirmiştir. Bu uygarlık sonuçta, doğuda Büyük Okyanus’tan,
batıda Adriyatik Denizi’ne kadar uzanan Avrasya’nın uçsuz bucaksız topraklarını
yurt kılan tüm Türk boyları ve halklarının kültürel kimliğinin başlıca işareti
olmuştur.
GÖK-TÜRK TARİHİ ÜZERİNE ÇALIŞMALAR
İlk Türk uygarlığını oluşturan Gök-Türk İmparatorluğu
tarihimizin en parlak dönemlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak,
yaklaşık son 150 yıldır bilim insanları tarafından araştırılmakta olan Gök-Türk
İmparatorluğu tarihi şimdiye dek tüm yönleriyle aydınlatılmamıştır. Fransız,
Çin bilimcileri ve tarihçileri S. Julien (1864, 1877), E. Chavannes (1903), R.
Grousset (1949), Çinli Liu Mau*tsai (1958), Rus bilginleri A. Bernştam (1946),
S. Klyaştorniy (1964), L. Gumilev (1967), Macar J. Harmatta (1996) ve daha pek
çok bilim insanı Gök-Türkler üzerine araştırma yapmıştır.
Gök-Türklerin tarihiyle ilgili araştırmaların en çok
sürdürüldüğü Türkiye’de de A. N. Kurat (1952), B. Ögel (1945, 1957), A. Taşağıl
(1995, 1999, 2004), S. Gömeç (1997) gibi tarihçiler çalışmalarıyla Kağanlık
tarihini önemli ölçüde aydınlatmıştır.
GÖK-TÜRK TARİHİYLE İLGİLİ YAPILMASI GEREKENLER
Geçen yüzyılda Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve
Afganistan’da sürdürülen arkeolojik kazılar sonucunda elde edilen çeşitli
buluntular ve kültür eşyaları, Gök-Türk tarihinin karanlık sayfalarını
aydınlatmada büyük önem taşımaktadır. Bunların başında Gök-Türk kültürü ve
sanatı için değerli bilgileri içeren duvar resimleri; Afrasiyab (Semerkant),
Varahşa (Buhara), Acinetepe, Tavkatepe (Güney Özbekistan), Pencikent, Şehristan
(Tacikistan), Bamian (Afganistan) buluntuları (sarayların kalıntıları) gelmektedir.
VII-VIII.yüzyıllara ait olan bu duvar resimlerinde görülen betimlemeler;
prensler ve onun çevresi, elçiler, muhafızlar ve onlarla ilgili çeşitli
törenler, o dönem yaşamını canlandırmakla birlikte Gök-Türklerin kültürü
hakkında önemli sonuçlar vermektedir.
Daha da önemlisi söz konusu duvar
resimlerindeki insan figürlerinin çoğu fiziksel olarak Türk tipinde (hafif
çekik gözlü, elmacık yanak, gür olmayan sakal, arkaya uzatılmış örülmüş ya da
omuza bırakılmış saç, vb.) olup, giysiler ve silâh takımlarının da eski
Türklere özgü olduğu bilinmektedir. Söz konusu duvar resimlerini inceleyen
araştırmacılara (L. Albaum, V. Raspopova) göre, o dönem Çin yıllıklarında
betimlenen eski Türk giysileri ve saç şekilleri hakkındaki bilgiler ve
Altaylar, Moğolistan gibi Gök-Türklerin yoğun merkezlerinde yer alan taş
babalar, balballar, yine bu bölgelerde bulunan arkeoloji buluntular arasında
çok yakınlık görülmektedir.
Bu gibi arkeolojik buluntular Gök-Türk dönemi
sanatı, mimarisi, toplumsal ve kültürel yaşamı konusunda önemli bilgiler
içermektedir ki, bunları tüm yönleriyle araştırmak ve incelemek gerekmektedir.
Ne yazık ki, söz konusu duvar resimleri bir araya getirilerek derin bir çalışma
yapılmamıştır. Hattâ, birkaç çalışma dışında, onların Gök-Türklerle ilişkili
olduğu bile düşünülmemiştir.
GÖK-TÜRK SİKKELERİ
Sadece Gök-Türk tarihi için değil, tüm kadim Türk tarihi
için başlıca kaynak oluşturabilecek malzemeler arasında, söz konusu ülkelerde
bulunan sikkeler de yer almaktadır. Gök-Türk dönemi kültürel-ekonomik yaşamı
hakkında ipucu olabilecek sikkeler son yıllarda gerçekleştirilen kazılar
sonucunda bulunmuş ve onların Sogd, Baktri, Pehlevi yazılarında Kağan, Hatun,
Yabgu, Tegin, Tudun, Tarhan, Elteber gibi Gök-Türklere özgü unvanlarla darb
olunduğu görülmüştür. Gerçi bu sikkeler üzerine O. Smirnova, E. Rtveladze ve L.
Baratova’nın çalışmaları vardır, ancak toplu olarak bir çalışma şimdiye dek
yapılmamış ve de bu sikkelerin Gök-Türk tarihi, genelde de Türk tarihi için
değeri tam olarak ortaya konmamıştır. Bütün bu gelişmeleri şu başlık altında
Türk kamuoyuna ilk kez açıklıyorum.
Türk Ulusu’na büyük açıklama:
“Gök-Türk sikkelerinin bulunuşunun kuşkusuz ki, günümüz
açısından çok önemli tarihsel ve siyasal sonuçları vardır. Bunlardan en
önemlisi bu sikkelerin toplumumuza dayatılan ‘Türkler barbardı, Türklerin
uygarlığı yoktu, Türkler yağmacıydı, Türkler kaç-göçlü bir toplumdu, vb.’ gibi
Avrupa merkezli tarih ve kültür anlayışı ile bunun siyasal sonuçlarını bir kez
daha yerle bir etmesidir.
Avrupa merkezli tarih dayatmasını alt-üst eden, Türk ve
dünya tarihinin yeniden yazılmasını gerektirecek bu çok önemli buluşu Türk
Ulusu’na açıklamaktan kıvanç duyuyorum!”
Kuşkusuz ki bilim insanlarımız, Avrupa merkezli bu iddiaları
çürüten pek çok bilimsel çalışma ve kanıt ortaya koymuştur. Şimdi ben de
bunlara çok önemli bir katkı koyarak, Gök-Türk sikkelerini gündeme taşıyarak,
Türklerin büyük uygarlık birikimini ve bunun günümüze ulaşan kanıtlarını bir
kez daha Türk kamuoyuna ve dünyaya sunuyorum.
Gök-Türk sikkelerinin bulunuşu, Orhun Yazıtları’nın bulunuşu
kadar önemlidir.
Türkler (Gök-Türkler ve diğer Türk kavimleri ve devletleri)
tarihin derinliklerinde, dünya uygarlığına büyük katkı sunmuştur. Askeri
örgütlenme, büyük ordular meydana getirme, Avrasya’nın büyük coğrafyasında
bağımsız, başı dik devletler kurma, paranın geçerli olduğu ekonomik ve
toplumsal bir ticaret yaşamı, şehirleşme ve yerleşik yaşam biçimi, hiçbir
dönemde köleci toplumsal yapının egemen olmaması, güzel sanatları yaratma ve
yaşatma ve daha pek çok unsur Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük
medeni kabiliyetini göstermektedir.
Eski Türk devletlerinde kağanlığın (sonrakilerde
hükümdârlığın) sembolü “tuğ” (bayrak, sancak ve davul) ve “sikke”dir. Sikke
ekonomik, tuğ da siyasi bağımsızlığın göstergesi olan bayrağı ve bağımsızlık
marşını (milli marşını) temsil etmektedir. Gök-Türkler tuğ’u ve sikke’siyle,
yani bayrağı, marşı ve parası ile bağımsız, başı dik bir devlet kurmuş ve büyük
bir uygarlık oluşturmuştur.
GÖK-TÜRK KAYNAKLARI
Uzun yıllardır Gök-Türk tarihini araştırmada temel kaynaklar
olarak kullanılmakta olan Çin yıllıkları, Orhun Yazıtları, Bizans ve diğer
dillerdeki kaynakların yanısıra, kazılar sonucu elde edilen Sogd ve Baktri
dilinde yazılmış VI-VIII.yüzyıllara ilişkin belgelerin de değerlendirilmesi gereklidir.
Sogdça belgeler arasında en başta “Mug dağı Sogd belgeleri” gelmektedir. “Mug
dağı Sogd arşivi” olarak da yürütülen söz konusu belgeler 1932 yılında
Tacikistan’ın Pencikent ilçesinde (Semerkant şehrinin 90 km doğusu) yer alan
Mug dağı dolaylarında eski kale harabelerinde bulunmuştur.
Araştırmacılar
burada bir yıl kadar sürdürülen kazılar sırasında, yaklaşık 80 kadar belgeye
rastlamıştır.
Belgelerin 70’i Sogdça, dördü Çince, biri Arapça ve bir adedi de
Türkçe (Runik) olduğu belirtilmiştir. Sogdça olanlar A. Freyman, V. A. Livşits,
O. İ. Smirnova, M. N. Bogolyubov gibi Sogd dili uzmanları tarafından çözülmüş
ve belgelerin Sogd bölgesinde birer hükümdarlık olan Penç (Pencikent) prensi
Divaştiç (709-722) sarayı arşivi olduğu anlaşılmıştır. Bu belgelerden birinde
kendisini Hun (Doğu Gök-Türk) kağanının bir naibi olarak gösteren Divaştiç
aslında 709 yılında, kendisinden önce 693-*708 yılları arasında Penç
vilâyetinin prensi olan Türk asıllı Çakin Çor Bilge yerine yönetime gelmiştir.
Adı geçen arşiv belgeleri arasında Çakin Çor Bilge zamanında yazılmış belgelere
de rastlanmaktadır. Bununla beraber, belgelerde Gök-Türk Kağanlığı tarihi için
önemli bilgiler verebilecek kayıtlar da bulunmaktadır.
Belgelerde Türkçe Kağan,
Tudun, Elteber, Tutuk, Tarhan unvanları geçmektedir. Ancak bu belgeler hâlâ
Türkçeye çevrilmemiştir. Baktri dilinde yazılmış belgeler ise son yıllarda
bulunmuş ve N. Simms-Williams tarafından çözülerek İngilizce’ye çevrilmiş ve
yayımlanmıştır (New-York, 2000). Çoğunluğu hukuksal belgeler olan Baktrice
belgelerden de Gök-Türk tarihinin bilinmeyen yönleri aydınlanacaktır kuşkusuz.
Bu belgelerde de görülen Kağan, Tegin, Tarhan, Tudun, Elteber unvanları ve
Türkçe isimler, Kağanlık döneminde Afganistan, Horasan ve Kuzey Hindistan’da
kurulan Gök-Türk asıllı sülâlelerin tarihi aydınlanacaktır.
Zaten, adı geçen
belgelerde vurgulandığına göre, bu belgelerin pek çoğu Türk asıllı vâlilerin
himâyesinde düzenlenmiştir. Bu belgeler de vakit geçirilmeksizin Türkçeye
çevrilmeli ve Türk tarihinin bazı karanlık noktaları da aydınlatılmalıdır.
Demek ki bugün, Gök-Türk tarihinin çalışılacak temel
sorunları arasında Kağanlık-Sasanlı, Kağanlık-Bizans, Kağanlık-Çin ilişkileri,
Kağanlığın Kuzey Hindistan, Afganistan, Horasan, Ceyhun ve Seyhun (Amuderya ve
Siriderya) aralığı ve buraya bitişik bölgeler, Doğu Türkistan, İdil-Ural
havzaları, Kafkasya, Kuzey Karadeniz kıyıları ve Uzak Doğu ülkelerindeki
etkinlikleri, buraların pek çoğunda kurulan Gök-Türk asıllı sülâleler tarihi
yer almaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Yavuz DALOĞLU
(Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı)
Yavuz Daloğlu (1961)
Türk müzik ve tarih araştırmacısı. 1985 yılında Dokuz Eylül
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Müzikoloji Bölümü’nü bitirdi. Aynı
üniversitede yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Çeşitli dergilerde müzik
ve tarih konularında yazılar yazdı. Müzikbilim ve tarihle ilgili ulusal ve
uluslararası pek çok bilimsel toplantıda bildiri sundu. Radyo ve televizyon
programlarına konuşmacı olarak katıldı. Türk müzik yaşamı, tarihi ve Türk
tarihi konularında konferanslar verdi. Hâlen Dokuz Eylül Üniversitesi’nde
öğretim üyesidir.
Bu keşfin üzerinden biraz zaman geçti ama fikir meydanında
tüm aramalarıma rağmen bu konuyu bulamadım ve üzüldüm. Hemen sizleri Türk
Tarihindeki bu muhteşem keşifle başbaşa bırakmak isterim.
Bu keşif özetle üç
şeyi kanıtlıyor.
Avrupalıların iddia ettiğinin aksine Gök Türklerin para
bastırmasıyla, tuğuyla tam bir devlet olduğunu, Ay Yıldız'ın sanılanın aksine
İslamiyet öncesinden de köklü bir Türk simgesi olduğunu ve tarihimizin kim
bilir daha ne kadarının yerler altında olduğunu.
1500 Yıllık Ay Yıldızlı Türk Parası
Türklere ait ilk parayı Göktürkler bastırmış. Kazılarda
ortaya çıkan ay-yıldızlı Göktürk paralarının bulunuşu ‘Orhun yazıtları kadar
değerli’ diye yorumlandı.
Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’da yapılan arkeolojik
kazılarda ilk büyük Türk uygarlığı olan Göktürklere ait paralar bulunduğu
ortaya çıktı. Paralar, ‘Türk uygarlığında önemli keşif’ olarak değerlendirildi.
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nin 4-6 Ekim 2004′te
Bişkek’te düzenlediği İkinci Uluslararası Türk Uygarlığı Kongresi’ne katılan
Dokuz Eylül Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Yavuz Daloğlu, burada tanıştığı
Özbek tarihçi Gaybullah Dr. Babayar’ın eski Türk devletleri paraları üzerinde
yaptığı çalışmayı inceledi. Daloğlu, bu paralar arasında daha önce hiç
duymadığı, görmediği Göktürk paralarıyla karşılaştı. Dr. Daloğlu, Dr.
Babayar’la yaptığı çalışma sonunda, Göktürk paralarının bulunuşunu ‘Türk
uygarlığında önemli bir keşif’ olarak açıkladı.
Sikkelerden birinde ortada kağan kabartması ve kenarlarda üç
tane ay-yıldız olduğunu söyleyen Daloğlu, bu sikkenin Türk uygarlığı açısından
çok büyük önemi olduğunu belirtti. Daloğlu, şöyle dedi:
“Göktürklerden sonra 8′inci yüzyılda Türgişlere ait paralar
bulunmuştu. Ancak Göktürklere ait paralar onlardan 150-200 sene daha önceye,
576-600 yıllarına ait. En önemlisi, bu sikkelerin Türk toplumuna dayatılan
‘Türkler barbardı, Türklerin uygarlığı yoktu, göçerlerdi’ gibi Avrupa merkezli
anlayışı çürütmesi. Göktürk sikkelerinin bulunuşu, Orhun Yazıtları’nın bulunuşu
kadar önemlidir. Ayrıca ay-yıldızın bize İslam’da Semavi anlayıştan miras
kaldığını biliyorduk. Ancak, yeni bulunan Göktürk paralarında da ay-yıldızlı
figürler var.” Radikal
Gerçek İsa, bir pagan tanrısı mıydı?
Yeni Peygamber ve Dinin Kozmik Odada Doğuşu
Hz. Muhammed’in Nöro Psikiyatrik rahatsızlığı var mıydı?
KUR'AN kim tarafından yazıldı?





















Kral Tanrı Ahura Mazda(Zoroastres) ve ZERDÜŞTLÜK..
YanıtlaSilHacerü’l-Esvet de İslam dinine göre şirk kabul edilen putlardandır.
Amenofis (Akhenaton) tapınağı
Türk Mitolojisinde Tanrılar ve Tanrıçalar
DİNLERDE BENZER İBADET ŞEKİLLERİ VE KURBAN
Amin Kelimesinin Kökeni.pdf
Tanrılar ve peygamberleri..pdf
Yahudilikte kurban fenomeni.pdf
Dinsel sembol olarak Haç'ın tarihi.pdf
Türk kozmolojisine giriş.pdf
Wiilendorf Venüsü - Ana Tanrıca heykelciği.pdf
Ayetler gerçeği bilmeyen cahil insanlara yanlış görünmez.pdf
İslam öncesi Mekke.pdf
Büyücülerin kralı.pdf
Hz. İbrahim'in diriliş konusundaki tavrı.pdf
Vahhabi hareketi.pdf
Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed'in Ölümü, Arif Tekin.
Muhammed'in Nöropsikiyatrik Rahatsızlığı.
Ben iki kurbanlığın oğluyum.
KURBAN HAKKINDA BİR YAZI.
HUBELÜEKBER mi ALLAHUEKBER mi?
Allahu Ekber nidalarıyla Şehit Cenazelerine gitmenin ne anlamı var?
CAHİLİYE DÖNEMİNDE HAC
KARAÇARŞAFIN TARİHÇESİ
Putperestlerin hac sırasında hep bir ağızdan yaptıkları telbiye de aynen şöyleydi.
Hacer-ül Esved, Mustafa Kemal, Kâbe hakkında şunları söyler.
Kâbe'nin, MÖ. 800'lü yıllarda yapıldığı...
Yaratılışçı-dinsel ideolojinin tarihçesi
Türklerden gizlenen, Müslümanların Türk katliamları.
Tavaf ve Say
En yeni kutsal kitap: Bilgi Kitabı
http://ahmetdursunarsivi.blogspot.com.tr/2014/12/gayri-muslimin-kabe-ye-intihar-saldrs.html