1 Temmuz 2008 tarihli arşivimden...
Bölgede istikrarsızlık artıyor...
Karadeniz'de etnik kozlar
Karadeniz
bölgesindeki ilerleyişini NATO aracılığıyla yapmak isteyen ABD ile bu
duruma karşı çıkan Rusya etnik kozları kullanıyorlar. Kilit konumdaki
Türkiye'nin ise milli kimliği zayıflatılmaya çalışılıyor.
Anar SOMUNCUOĞLU
TUSAM Rusya-Ukrayna Araştırmaları Masası
asomuncuoglu@tusam.net
Irak
savaşının başladığı 2003'de Ortadoğu'daki askeri varlığını yeni bir
düzeye -bağımsız bir ülkenin doğrudan işgaline- taşıyan ABD'nin ortaya
attığı Büyük Ortadoğu Projesinin önemli bir ayağının Büyük Karadeniz
Projesi olduğu anlaşıldı. Bu çerçevede 2003'de Gürcistan, 2004'de ise
Ukrayna'da Batı yanlısı yönetimlerin iktidara gelmesi için çaba sarf
edildi ve başarılı olundu. 2003'den başlayarak Moldova Komünist Partisi
yönetimiyle yapılan görüşmeler neticesinde Moldova'nın da 'devrim'
olmadan Batı'ya yönelmesi sağlandı. 2005-2006 yıllarında ABD, Romanya ve
Bulgaristan'da askeri üs anlaşmaları yaptı ve böylece bu iki
Karadeniz'e kıyıdaş ülkeye askeri olarak yerleşti. Karadeniz havzasının
ABD'nin kontrolü altına girmesinin şartı ise, başlatılan 'Doğu'ya doğru
ilerleyişin' sürdürülmesi, yani Ukrayna, Moldova, Gürcistan, Ermenistan
ve Azerbaycan'ın Batı ile bütünleşmesinin sağlanmasıdır.
İSTİKRARSIZLIKLARIN ARTMASI
Gürcistan
ve Ukrayna'daki iktidar değişikliklerinden sonra, bu devletlerin Batı
ile bütünleşmelerini kolaylaştırmak için Batı kurumlarının devreye
girmesi gerektiği açıktı. Ancak kısa süre içerisinde, AB'nin Ukrayna ve
Gürcistan'a üyelik perspektifi veremeyeceği anlaşıldı. AB'nin bu
yaklaşımının Ukrayna ve Gürcistan için bir Batı çıpası işlevini yerine
getiremeyeceği açıktı. ABD ise, böyle bir çıpanın NATO olabileceği
kararına vardı. ABD'nin, iki ülkeye NATO perspektifi verilmesi önerisini
Batı Avrupa başından beri serinkanlı karşıladı. Buna rağmen ABD
çabalarının, 2008 NATO zirvesinde sonuçsuz kaldığını söylemek mümkün
değildir. Ukrayna ve Gürcistan için Üyelik Eylem Planı kabul edilmemiş
olabilir, ancak zirvede bu ülkelere doğru NATO genişlemesinin devam
edeceği yönünde prensip karar alındı. Dolayısıyla bu konusundaki
Avrupa-ABD anlaşmazlığı stratejik değil, taktik boyutlardadır.
NATO'nun
genişlemesiyle alakalı olarak Rusya, sadece kısa bir tenefüs molası
kopardığının farkındadır. Dolayısıyla Rusya'nın, Ukrayna ve Gürcistan'ı
NATO'ya sokmamak için çabalarını sürdürmesi gerekiyor. Tartışmalı geçen
NATO-Rusya Konseyi'nin toplantısında Rusya, sadece zaten fiilen
parçaladığı Gürcistan'ın değil, şimdiye kadar toprak bütünlüğünü
tanıdığı Ukrayna'nın bile NATO'ya üye olması halinde parçalanabileceğini
göstermeye çalıştı. Toplantıdan sonra çıkan haberlere ve Rusya
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un açıklamalarına göre, tartışmalar
sırasında Putin, üstü kapalı olarak Kırım meselesini dile getirdi.
1997'de Ukrayna ve Rusya arasında kapsamlı bir anlaşma imzalandıktan
sonra kapanmış gibi görünen sorun böylece tekrar gün ışığına çıkarıldı.
Ayrıca Rusya, Kosova etrafındaki tartışmaları kullanarak, Gürcistan'ın
ayrılıkçı bölgelerinin bağımsızlık taleplerini pekiştirecek adımlar
atmaya başladı. Rusya, Abhazya ve Güney Osetya ile ilgili olarak 'tanıma
dışında her şey' formülünü uygulamaya koymuş durumda.
DİNYESTER HATTI
Gürcistan
ile Ukrayna'daki problemlerin benzerlerini yaşayan ve bundan dolayı BDT
içindeki Batıcı ülkeler arasında sayılan Moldova, bugün NATO
genişlemesi bağlamında konu edilmiyor. Moldova, aynen Ukrayna gibi,
tarihte farklı zaman dilimlerinde Rusya tarafından ele geçirilen
bölgelerden oluşuyor. Nitekim, Rus Çarlığı tarafından en önce ele
geçirilen Dinyester nehrinin sağ tarafındaki Rus nüfusunun ayrılıkçı
talepleri sonucu, bu bölge Moldova'nın fiili kontrolü altında değil. Ne
var ki, buradaki gelişmeler, Gürcistan'dakinden farklı bir seyir
içerisindedir. Bugün Moldova ve Rusya arasında aktif görüşme süreci
devam ediyor. İddialara göre, Dinyester'deki dondurulmuş çatışma
konusunda iki taraf da çözüme yakındır. Son zamanlarda Moldova-Rusya
ilişkilerinin seyri, bu iddiayı doğrular niteliktedir. Ne var ki, 2003
yılında da Rusya'nın askerlerin kalıcılığı konusundaki ısrarının ve Batı
ülkelerinin müdahalelerinin sonucu olarak, imzalanmaya hazır bir
anlaşmanın ortada kaldığı hatırlatılmalıdır. Bugün de Batı tarafı,
Dinyester problemi konusunda 5+2 (Rusya, Ukrayna, AGİT, ABD, AB ve
Moldova ile Dinyester bölgesi) görüşmelere dönülmesinden yanadır. Bugün
görünen o ki, Moldova ve Rusya bir orta yol arayışı içerisindedir. Bu
orta yol arayışında ise belirleyici olan Dinyester bölgesindeki halkın
durumu değil, Rusya'nın güvenlik endişelerinin giderilmesidir. Bu
endişe, zaman içerisinde Moldova'nın Romanya ile birleşmesi ve bu
durumun Rusya'nın güvenliği açısından yaratacağı durumdur.
ETNİK KART DEVREDE
NATO'nun
genişlemesi konusundaki rekabet çerçevesinde, 'taarruz eden' ABD'nin
de, 'savunma yapan' Rusya'nın da ellerindeki etnik kartları
olabildiğince kullandıkları dikkat çekicidir. Sovyetler yıkılırken,
Abhazya, Güney Osetya ve Dinyester bölgesinde patlak veren etnik ve
kültür çatışmalarının kullanılması sonucunda bu bölgelerdeki Rus askeri
varlığı bugüne kadar sürdürüldü. Balkanlarda ise benzer sürecin, bu
bölgede ABD askeri varlığının oluşturulması yönünde kullanıldığı
görülüyor. ABD ve Rusya arasındaki fark, Kosova'nın bağımsızlığı
konusunda tam olarak sergilendi. İki ülke de etnik çatışmaları kendi
nüfuz alanlarını oluşturmak için kullanıyor. Ancak bu süreç içerisinde
Rusya, 'koruma altına aldığı' bölgeleri hukuki bağımsızlığa kavuşturma
isteğine ve gücüne sahip değildir. ABD ise, Kosova'nın bağımsızlığının
tanınması noktasında hem böyle bir niyete hem de uluslararası topluluğu
sürükleyecek güce sahiptir. Dolayısıyla ABD ve Rusya'nın etnisite
kartını kullanmalarının sonuçları düzey olarak farklıdır. ABD'nin etkisi
istikrarsızlaştırma ile kalmayarak, bölgedeki ve dünyadaki diğer etnik
ayrışmaları tetikleyebilecek, uluslararası hukuku etkileyebilecek
niteliktedir.
TÜRKİYE ANAHTAR ÜLKE
Karadeniz
havzasındaki durum genel olarak değerlendirildiğinde, 2003-2006
döneminde ABD'nin bölgede karşılaştığı sorun, ortağı Türkiye'nin ABD'den
uzaklaşmış olması ve Rusya ile yakın işbirliği içerisine yönelmesiydi.
Bunun en çarpıcı örneği, Türkiye ve Rusya'nın Karadeniz'de ABD deniz
gücünün varlığına ortaklaşa karşı çıkmış olmalarıdır. Bölgedeki
çıkarlarının Rus-Türk işbirliğinden dolayı zedelendiğinin farkında olan
ABD, yeni bir yaklaşım geliştirdi. Bu yaklaşımın amacı Türkiye'yi yanına
çekmekti. Bu amaçla Türkiye'ye karşı sindirme-özendirme politikası
devreye sokuldu. Özendirme olarak Türkiye ve Batı arasındaki enerji
işbirliği canlandırılarak, Türkiye'nin enerji piyasasında belirleyici
aktör olma planları desteklendi. İdeolojik bazda ise Rusya'nın hala bir
tehdit olduğuna dair algılama yerleştirilmeye çalışıldı. Ancak aynı
süreç içerisinde Türkiye'ye karşı Ermeni iddiaları kullanılarak
Türkiye'nin Ermenistan ile sınır kapılarını açması sağlanmaya çalışıldı.
PKK terör örgütü saldırıları da diğer bir baskı unsurudur. Bu süreç
içerisinde Türkiye üzerindeki etnik ayrıştırma çabaları arttı. Kısacası
Türkiye'yi 'kazanmaya' çalışan ABD'nin bunu 'kabadayı' üslubuyla yaptığı
gözlendi. Süreç içerisinde Temmuz 2006'da ABD ve Türkiye arasında ortak
vizyon belgesi imzalanarak, iki ülkenin bölgesel ve küresel
problemlerle ilgili çakışan çıkarlara sahip oldukları vurgulandı. Enerji
konusunda denge politikasından vazgeçen Türkiye, tekrar tamamen Batı
projelerine bel bağladı.
Yaşanan gelişmeler, bulunduğumuz
dönemin Soğuk Savaş döneminden ne kadar farklı olduğunu gözler önüne
seriyor. ABD'nin Büyük Karadeniz Projesinin gerçekleştirilmesi
noktasında Türkiye anahtar ülkedir. Ermenistan dahil Güney Kafkasya
ülkelerinin Batı ile bütünleşmesi ve Hazar havzasından Batı piyasalarına
enerji kaynaklarının aktarılması gibi amaçların Türkiye olmadan
gerçekleşmesi imkansızdır. Ayrıca Türkiye'nin bugünkü çıkar algılamaları
çerçevesinde ABD'nin Karadeniz'deki askeri varlığının sağlanması mümkün
değildir. ABD açısından Türkiye'nin bu 'vazgeçilmezliği', Türkiye'yi
içeriden kontrol etme ve dönüştürme zorunluluğunu getiriyor. Zira
bugünkü ABD'nin dış politikası, çıkarlar uyumuna değil, tabiri caizse
kimlikler uyumuna dayanıyor. Kimliğin çıkarı belirlediğine inanan ABD,
çıkarlarına uygun olarak hedef ülkelerdeki milli kimlikleri zayıflatma
veya güçlendirmeye çalışıyor. Bu bağlamda, Türk milli kimliğinin ABD
tarafından bölgedeki çıkarlarına bir tehdit olarak ele alındığı
ortadadır.
PONTUS RÜYALARI
Konuk ağırlamayı sürdürüyoruz..
Bu günde Karadenizimizden devam ediyoruzz
Başlık ve Yazı Sayın Haluk Tarcan'a ait...
Sayın Tarcan'ın yazısı yayınlamam arzasu ile bana ulaştırıldı..Bende bilgilerin yayılması amacı ile sizlere aktarıyorum..
Yazı şöyle..
Ogrendigimize
gore tarihte kisa bir sure Trabzon yoresinde ortaya cikmis olan PONTUS
RUM kralligini canlandirmak icin 176 dernek kurulmus imis... 1 numarali
Kanada Pontus Federasyonu...176'nci ise, Iskeceliler Pontus
Dernegi.(Dr.H.Ertekin, enternet gurubu strateji bolum baskani).
Hayâl
etmek guzel, hattâ cok guzeldir. Ama, o hayal yeryuzune inince balon
gibi soner ve arkasindan hemen aci gercekler cikar , onlari ozet halde
ve sirayla gorelim :
RUM, Yunan kulturuyle ilgisi olmayan On-Turk
kulturunden gelen bir Kavram, bir ad'dir ,13 anlami arasinda biri de
(kent - kurulus) demektir, Mezoptamyada ki UR ve URUQ gibilerden...Oteki
anlami ''bayindir''dir , gene kent , ulke anlamlarini verir.
Demek ki, bu kurulusun topraginin esas sahibi, DIP KULTURU, ON-TURK KULTURU OLAN Anadolu kisisidir.
DIP KULTURU inceleyelim :
1-
Karadenize Batililar PONTUS OGZINUS derler...PONT,''kopru'' demektir.
US ise on-turkce ''yuce'' demektir, burada son ek halindedir.
•
OGZINUS, ''deniz demek...IMIS?..OGZIN, on-turkcede OG-IZ;
''akarsu, su ortusu'' demek olduguna gore, ''deniz'' adinin asli'ni
bulmus olmaktayiz.
• On-Atalarimiz, bu denize
Yunanlilardan cok sayida binlerce yil once OQ-OZ ULIQ KOL
demislerdir.OQ-OZ, ''Tanriyla ozdeslesmis OQ'lar, OQ halki demektir.
Dikkat, asla benzetme yoluya OGUZ sozcugunu uretmeyelim. OQ'lar ise, biz
Anadolu Turklerinin On-Turk gurubudur.
• ULIQ ,
ulastiran , KOL deniz olduguna gore, bir cumle olan bu denizin adi:
''Tanriyla ozdeslemis Oq halkini ulastiran deniz'' halinde ortaya
cikar.
2 - Trabzon magaralarinda bulunan uc yazit , tarihleri,
yazinin sekli goz onune alindiginda en yakin tarih olarak (-2.000)i
dusunmegi gerektirir.
Fakat, ote yandan, Ilk yazit BASARI
INANCI diye okunur... ''Tanriya inanma basarisini elde etmis'' kisi...Bu
kisi ancak bir Ermis, bir filozof ya da bir peygamberdir. Eger, bu bir
peygamber ise ( -516)da Trabzondan goge ucmustur.
•
ONEMLI BIR NOKTA : Dinler tarihi, tarafsiz incelendiginde gok'e (Isa
hareket noktasi alinirsa) uc peygamber ucmustur.
• Ilk'i Misir'dan Nil'den
• Ikincisi Trabzon'dan
• ucuncusu Kudus'ten(rus kaynaklarina gore Izmir dogumlu) ISA'dir.
Isadan once ( -516) tarihi gosteriyor ki, Pontus Rum kralliginda bu tarihe kadar konusulan dil ve yazi On-turkcedir..
3- Ayni magaralarda,
• OY ËSINIS ''iNANCI ANMA'' ve
• UW-ON OÑULUS UQUS, '' KUTSAL EVRENDE KOZMOSLASMA, TANRIYLA OZDESLESME anlamlarini verirler .
4-
TRABZON kentinde Bizans doneminde kurulmus olan AYA-SOFYA kilisesinin
icindeki yazilar da On-turkcedirler. Bu Yazilarin, ''eski Grekce''
olduklari iddia edilmisse de asla bu dille okunamamislardir.(*)
Karadeniz
kiyilarindaki oteki kurulus ve kentlerdeki On-turkce yazitlari
geciyoruz. Istanbul'un tarihteki ilk adinin OY-OG oldugunu animsatip,
birkac LAZCA kelime veriyoruz: ilki on-turkce , ikincisi Lâzca'dir,
anlamlari estir ;
ËM AT = med ma...ËS AT = sed si...OQ ËM = him...US UQUV = sima ...
AT-UCUVA = tkva...OQ OYUNU = hini...
176 kurulusa bildirlir.
Bu
kisaca sundugumuz belgelere gore , Tuccar Yunanlilar, Yunan oncesi
mevcut bu yorede bir TICARET KONTUARI(tezgâhi) kurmuslar buraya, yavas
yavas yerlesmisler ve kendi dillerini - bir dereceye kadar-
kabulettirmislerdir. Fakat, bu Topragin esas sahibinin Anadolulu
On-turkler dil ve yazilarinin da On-turkce olmasi Dip kulturun tumuyle
On-turk kiulturu oldugunu gosterir ki, bu dip kultur Bizans zamaninda da
yazilarla ortaya cikmistir.
ozetlersek : tarihte kisa bir sure
ticaretle buraya yerlesmis olan Yunanlilar, kendilerinden once,
(kendilerinin zamaninda) ve sonra, bu toprak ve kulturunun, dolayisiyle
Tarihin, Anadolu On-turk Kultur tarihi oldugunu kabul etmek
geregindedirler.(*)(Anadolu'nun esas sahipleri On-Atalarimiz - Caft
Editions Paris) 15 agustota kitapcilarda....(Tore yayinlarindaki
-iceriklerinde yapilan degisIkliklerle benim olmaktan cikmis
kitaplarimla ilgim yoktur) (On-Turkce ogeler K. Mirsan'dan alinmistir)
Haluk Tarcan
**********
Türk
Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Erenerol, Hrant Dink'in katil
zanlısının Ogun'ün soyadının 'Samast'ın kilise bekçisi anlamına
geldiğini söyledi.
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Sevgi
Erenerol, Hrant Dink cinayeti ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Patrikhane olarakaslen Protestan Ermeni olan Dink'in Kumkapı Ortodoks
Ermeni Mezarlığı'na defnedilmesinin ardında kurgulanmış bir tezgah
olduğunu ifade eden Erenerol, tezgahı kuranların da Ermeni Diasporası
olduğunu belirtti.
Dink'in ailesi ve yakınlarının da bu tezgahın
içine alındığını söyleyen Erenerol, "Hrant Dink'in inancına bile saygı
gösterilmedi. Ove ailesi, Protestan Ermeni'ydi. Hatta Gedikpaşa Ermeni
Protestan
Kilisesi'nin Ruhani Lideri Kirkor Ağabaloğlu, Dink'in
çocukluğundanberi kendi kiliselerinde dini vecibelerini yerine
getirdiğini, cemaatin içinde yer aldığını, kilisede Dink için özel bir
köşe bile
hazırladıklarını belirtti" diye konuştu. Türkiye üzerinde
ki büyük oyun Dink'in mensubu olduğu kilisenin Ruhani Lideri
Ağabaloğlu'nun asıl cenazeyi kaldıracak kişi olduğunu belirten Erenerol,
"KirkorAğabaloğlu'nun cenazeyi değil kaldırmak, dua edilmesine bile
izin verilmedi. Türk milleti üzerinde çok büyük oyun oynanıyor"
dedi.Dink'i kullandılar
Hrant Dink'in kullanıldığına dikkat çeken Erenerol şunları söyledi:
"Onu
öldüren Ermeni Diasporası ve ardındaki güçtür. Dink, son zamanlarda
onların işlerine çomak soktu. Çünkü kullanıldığını anlayıp uyandı.
Ermeni Soykırımı iddialarında tamamen Türkler'den yana tavıralmaya
başladı. Güneydoğu'daki Kürtler'i, 'Oyuna geliyorsunuz' diye aydınlattı.
Ancak bu onun sonu oldu. Kullanıldığını fark edince ortadan
kaldırdılar. Tetiği çeken kişinin soyadının 'Samast' (Kilise Bekçisi)
anlamına gelmesi önemlidir." ALINTI...
********
İŞTE YUNANLILARIN PONTUS HAYALİ Bakınız...geocities
Diğer araştırmalara ışık tutacak adresler....
http://ahmetdursun374.blogcu.com/2196292/ de yayınlanmıştır.
********
LAZ:KOL-ETİ,Laz dediğimiz kardeşlerimiz için bakınız...
http://ahmetdursun374.blogcu.com/955859/
Not: Sayın Ertekin'e bu konu hakkında soru yönelttim.yanıtıgelince yayınlayacağım. İlgilenenlerin bilgisine......
Ahmet Dursun
***
Sayın Ertekin'den yanıt:
Kıymetli kardeşim,
bendeniz Dr.Hayrettin ERTEKİN 1956 dogumlu kayserili MEMLEKETİ OLAN DEVLET MEMURU BİR AİLENİN
mehmet oglu fatmadan olma ist. hukuk fak .1979 mezunu BİR OGLUYUM....
1980
YILINDA TUZLA P. OKULU 172. DÖNEM yedeksubaylıktan sonra ordunun
isteği üzerine TSK askerde teğmen olarak kalmış 22 yıl orduya
ÇEŞİTLİ YERLERDE RÜTBELERDE hizmet etmiş VE ALNINI AKIYLA gazi olmuş
malullen de emekli olmuş bir hukukcu askerim... kardeşim şimdi
evinde koltuga baglı olarak bilğisayar üzerinde çalışan ekmeğimi
kazanmaya çocuklarını okutup eğiten bir babayım...türklük için çalışan
bir türk insanıyım...beni aslında kimse tanımaz beni az kişi
tanır hiç dışarılarda dolaşmadım..
görevim üzerine gittiğim baküde
bilişim üzerine azarbayacan ilimler akedemisinde doktora
yaptım...eğitim kariyerim böyle diyer yönlerime gelince hırslı bilğili
bir türk milletinin ferdi olarak buralarda yazılar yazmaya devam
ediyorum.... malum kişilerce yazılarımdan dolayı çok çok tehtid
edildiğim için adres yer yurt bilğisini kimselere vermiyorum ...
benim ölüm bu millete ve kimseye fayda saglamaz...
bu on yıldaha canlı kalmalıyım...
benim siz sadece bu yönlerimi bilmenzide fayda vardır...benim
için kim ne yazarsa yazsın çok aldırış etmiyorum...sizdebende
mücadeleye devam edelim...ülkeye sahip çıkalım.. ben gelmişim ve
gidiyorum... yediğim mermiler beni sakat bıraktı...böylece
intikamını almak istiyorum bu kürt denilen yaratıklardan... sizler de
çok dikkat edin...sevğiyle kalın hoşça kalın
dr.h.ertekin
16 Mar 2007 Saat:09:29
****
Ne oldu da Business Channel bitti?
Bundan tam bir yıl önce bugünlerdi. Büyük bir şevk ve heyecanla sarıldığım Business Channel’dan sürpriz biçimde ayrılmıştım. O tarihlerde ayrılışımı sizlerle paylaşmış ve “Medya, sahiplik durumuna da mutlaka bakmalı, olmadık kişilerin medyaya girmesine izin verilmemeli” demiştim. Ondan sonra da bu konuya hiç değinmemiştim. En az bir yıl geçmesini bekledim. Şimdi olan biteni ana hatlarıyla yazmak istiyorum. Merak edenler için, bazı generaller ve Büyükanıt da bu olayın içinde.
Kanalın gizli sahibi
Business Channel’in başına geçmem için ilişki kuran kişi Hayrettin Ertekin adlı bir kuyumcuydu. Bu kişi kanalın “gizli sahibi” olduğunu ama Musevi asıllı iş adamı Semih Sadi’nin sahip görüneceğini söyledi.
Askerlerle iyi ilişki
Ertekin askerle arasının çok iyi olduğunu bu nedenle yönetim kurulunda bazı emekli generallerin ve Kenan Evren’in basın danışmanı Ali Baransel’in olacağını söyledi. Yönetim kurulunun bu şekilde oluşturulmasına, “asker televizyonu” görüntüsü vereceğini belirterek karşı çıktım. Ertekin kendisinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın danışmanı olduğunu bunun da ötesinde “tek sırdaşı” konumunda bulunduğunu belirterek “Dolmabahçe görüşmesini sadece bana anlattı” dedi.
Semra Özal’ın kuyumcusu
Bu kişinin anlattıklarından şüphe duyarak internette bir araştırma yaptım. Karşıma çıkan tablo çok ilginçti. Çünkü “Semra Özal’ın kuyumcusu” olarak şöhret yapan Ertekin bir Yunan bankasını sanal ortamda dolandırmak isterken yakalanmış ve üç yıl hapis yatmıştı. Ertekin bu olayı “derin devlet” adına yaptığını ve kendisinin de MİT ajanı olduğunu söylüyordu. Ertekin ayrıca bir dönemin ünlü mali polisi Salih Güngör’le telefonlarını dinledikleri bir kadından şantajla para istemekten de yargılanmıştı.
Gizli sahibin hissesi bile yok
Bu durumu görünce kanaldan gelen teklifi kabul etmemeye karar vererek, sahip konumunda göründüğü söylenen Semih Sadi’ye durumu aktardım. Ancak Sadi “Ertekin’in bizde tek kuruşluk hissesi bile yok. Bir zamanlar babama iyilik yapmış, babam da kendisini kolluyor. Ayrıca Büyükanıt’ın en yakın adamı, bu nedenle de gönlünü hoş tutuyorum. Ama size söz, televizyon işine onu asla karıştırmayacağım, siz de yardım ederseniz ayağını tam olarak keseriz” dedi.
Kadro oluşuyor
Bu bilgiler ışığında rahatladım ve işe koyuldum. Birkaç takviye ile kadroyu oluşturdum, herkese “hatırı sayılır” zamlar yaptım. Stüdyo ve çalışma ortamlarını yeniledim. 25 Ağustos günü yeni yayın dönemini başlatmaya karar verdim.
Sürekli canlı yayın
Bu yayın Türkiye’de hatta belki dünyada bir ilkti. Gün boyu kanaldaki tüm faaliyetler canlı yayınla izleyiciye aktarılıyordu. Haber toplantı masasını canlı yayınlıyor haberlerin nasıl geldiğini, üzerinde neler konuşulduğunu, kısacası haberin nasıl hazırlandığını tüm ayrıntılarıyla izleyiciye sunuyorduk.
İzleyici ve reklam artışı
Bu format kısa sürede büyük ilgi gördü. İzleyici sayısında gözle görünür bir artış sağlandı. Bu, reklamlara da hemen yansıdı. 15 gün içinde bir aylık reklam gelirinin 6 kat üzerine çıkıldı. Diğer haber kanalları Business Channel’ı ilgiyle ve hatta biraz da endişe ile izliyordu artık.
Emekli generaller geliyor
Yayın başlayana kadar ortada görünmeyen Hayrettin Ertekin, benimle hiç görüşmeden yine kanala gidip gelmeye ve Semih Sadi ile toplantılar yapmaya başladı. Semih Sadi “Hayrettin Bey’in iki emekli generali var. Biri Yalçın Yakış, diğeri Rıza Küçükoğlu. Bu kişiler AKP ile temas kurmuş. Bizim adımıza işlerimizi görecekler. Ankara’dan da Ali Baransel AKP ile ilişkileri sağlayacak” dedi.
Şaibeli birine destek
Semih Sadi’ye bunların hepsinin yutturmaca olduğunu, askerleri kanala sokması halinde sonumuzun geleceğini anlatmaya çalıştım. Bir gün sonra Semih Sadi, Hayrettin Ertekin ve generallerle Ali Baransel’i getirdi. Aramızda çok şiddetli bir tartışma çıktı. Generallere ve Baransel’e “hakkında şaibeler olan birinin yanında olmaktan hiç mi utanç duymuyorsunuz?” dedim.
Kürtçe dublajlı film
Bir hafta kadar sonra gece yarısında yayınlanan bir yabancı filmin Kürtçe dublajlı olduğu yayın başladıktan sonra gelen bir telefon uyarısıyla anlaşıldı. Uyarıyı yapan kişi “Böyle bir rezalet olamayacağını, bunun hesabının verileceğini” sinkaflı küfürlerle bildirdikten sonra “Benim maaşlı adamlarım var gazetelerde bunları yazdıracağım” dedi.
Milliyet haber yapıyor
Hiç ciddiye bile almadım. Ama bir gün sonra Milliyet Gazetesi’nin TV eleştirileri köşesinde “Business Channel’da Kürtçe yayın skandalı” diye yazıldı. Yazarı bir TV eleştirmeni olmasına rağmen yeni yayına başlayan bir kanala başarı bile dilemeden yaptığı saldırı çok manidardı. Telefon eden kişi boşa konuşmuyormuş. (Daha sonra telefon eden kişinin de Hayrettin Ertekin olduğunu bir iş adamına yaptığı itiraftan öğrendim. Büyük ihtimalle film kaseti de bu kişi tarafından değiştirilmişti.)
Milliyet'te TV eleştireleri yapan Sina Koloğlu konuya köşesinde yer vermişti.
“Siz haklısınız ama...”
Bu yayına cevap bile vermedim. Ancak aradan bir hafta geçtikten sonra Semih Sadi “Benimle çalışmak istemediğini” söyledi. Kendisine “Ben farkındayım. Askerin adını kullanan kişi benden rahatsız. Ama bilin ki gözü sizin paranızda. Asla güvenmemeniz gereken Hayrettin Ertekin sizin başınızı yakacak” dedim. Semih Sadi bir gün sonra gönderdiği e-mail mesajında “Can Bey, sizin söylediğiniz her şey doğru, ama yapacak bir şeyim yok, baskı çok büyük” dedi
Büyükanıt’ı arıyorum
Oyun belliydi. Elimden bir şey gelmezdi artık. Sadece Genelkurmay Başkanlığı’nı aradım. Orgeneral Büyükanıt’ın adını kullananların beni işimden etmeye çalıştıklarını bilmesini istedim. Cevap alamadım. Daha sonra üç etkili isim daha Büyükanıt’a ulaşarak durumu aktardı. Yine hiç ses çıkmadı. O ana kadar Büyükanıt’a büyük saygım vardı. Hayrettin Ertekin’in “danışmanlık ve sırdaşlık” konusunda doğru söylemediğine inanıyordum. Ama sonradan aldığım bilgilere göre Ertekin gerçekten Büyükanıt’a çok yakındı. İstediği an telefon ediyor, istediği an Genelkurmay’a giriyor ve paşanın makamına çıkabiliyordu. Bu benim için gerçekte büyük hayal kırıklığı oldu.
İki general geliyor
Aradan bir ay geçti. Kanalın sahibi Semih Sadi’nin babası Metin Sadi şunları anlattı: “Kürtçe yayın olunca Hayrettin Ertekin geldi ve Genelkurmay Başkanı’nın çok rahatsız olduğunu söyledi. Paşa kanalın kapanmasını istemiş. Hayrettin kendisini yatıştırmış. Bir yol bulunacağını söylemiş. Bunun üzerine Yaşar Paşa’nın görevlendirdiği iki muvazzaf general bize geldi. Can Ataklı’yı işten atmazsak kanalı kapattıracaklarını söylediler. Bu durumda elimizden gelen bir şey yoktu.”
Büyükanıt işin içinde olamaz
İşte başımdan geçen bunlar. Hâlâ üzüntülü ve kırgınım. Eski Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın böyle bir oyunun içinde olduğuna asla inanmak istemiyorum. Ama Büyükanıt’ın konuyla ilgili çok çeşitli kanallardan bilgi sahibi olmasına rağmen hiçbir şey yapmaması “Büyükanıt’ın danışmanı ve sırdaşıyım” diyen Ertekin’e adeta sahip çıkılması insanı çok şaşırtıyor..
Ertekin Ergenekon’dan tutuklu
Ayrıca Hayrettin Ertekin şu anda Ergenekon davası nedeniyle tutuklu. Bu bile başlı başına çok garip bir durum. Büyükanıt için gerçekten çok üzülüyorum.
Bir yıl boyunca bu olayı yazmak istemedim. Çünkü makama saygım vardı. Şimdi o makamda çok saygın başka bir orgeneral oturduğuna göre Büyükanıt’la ilgili bu olayı yazmayı bir borç bildim.
Burada üzüldüğüm şu: Türkiye çok ilginç ve etkili bir formatla yepyeni bir TV yayıncılığı ile tanışmıştı. Arkadaşlarımla birlikte tıkanmaya doğru giden haber yayıncılığında bir yenilik kapısı açmıştık. Ne yazık ki, bu kapı kapatılmış oldu. canatakli.com
TÜRKİYE'DE YEREL TELEVİZYON YAYINCILIĞI
Yerel televizyonlar ve demokrasi.
Dublaja bak!

Business Channel film konusunda özenli bir kanal. İyi seçim yapıyor. Pazar akşamı da "Kanlı Pazar" (Bloody Sunday) filmi vardı.. Film, 30 Ocak 1972'de Kuzey İrlanda Darry kentinde meydana gelen olayları anlatıyor. "Kanlı Pazar", bugüne kadar toplam 19 ödül almış. Böyle önemli bir film. Daha önce de CNBC-E'de yayınlanmıştı. O gece filmi izlemek üzere oturanların aÇzı bir karış açık kaldı. Çünkü film Kürtçe dublaj, Türkçe alt yazı ile yayınlanıyordu! Hani özel olarak arasan bulamazsın. Kürtçe olması önemli deÇil. Önemli olan bu filmin bu hali ile nereden bulunduÇu? Film bu şekilde yani Kürtçe dublaj ve Türkçe alt yazı ile bir 15 dakika devam etmiş. Sonra acele "The Cure" konseri girmiş. Kanalı aradım olayı doÇruladılar. Türkiye'de televizyonlarda daha önce gösterilmiş bu film nasıl olur bu hale gelir? Bir yanlışlık var tabii. Ama bir de filmin korsan olma ihtimali var galiba!
Kulüp 63'te ne oldu?
İbrahim Tatlıses'in Bodrum'daki kulübünde TuÇba Ekinci Hanım kimi ziyaret etti? Efendim biz duyduklarımızın yalancısıyız. Artık dedikodu alenen televizyonlarda canlı yayında yapıldıÇı için magazin programı izlemeye pek gerek kalmıyor. Nitekim son "İbo Show"da böyle bir durum yaşandı. TuÇba Ekinci ile İbrahim Tatlıses arasında "geçmişe dair" bazı hikâyeler anlatıldı. Buna göre Tatlıses, TuÇba Ekinci ile Kral TV'de karşılaştıÇında telefonunu istemiş. İbrahim Bey de karşı atak olarak Tuba Ekinci'nin "Kulüp 63"te nasıl tesadüfen yanına geldiÇini söyledi. Bir de ekledi " Şova katılmak için 100 defa aradın". Sonra reklam girdi. Dönüşte TuÇba Ekinci yoktu.
Kim aldatmalı?
Laf "İbo Show"dan açılmışken kadının aldatması durumu konuşuluyordu. Kadının aldatmasının daha aÇır olduÇu söylendi. Ekinci ekledi; "Bizim örf adetlerimize uymaz". Ben de geçenlerde sordum "örf adet listemizi bir ortaya çıkarsak" diye. İlk öneri Ekinci'den gelmiş oldu. "Kadın aldatmaz, erkek aldatır. Bu örf ve âdetlerimize uyar".
Reklam kalitesi
Levent Erdem (Euro RSCG-İcra Başkanı) benim de liseden arkadaşım ve o yıllardan kapı komşum. Epey zaman oldu görüşmeyeli. Pazar öÇlen Sky Türk'te rastladım. Kristal Elma üzerine konuşuyordu. Reklamın hangi sektörlerde başarılı hangisinde başarısız olduÇu örnekle anlattı. "Otomobilde iyi işler var ama emlakta yok". Kesinlikle haklı. Son zamanlarda lüks inşaat aldı başını gidiyor TV'de de bol bol izliyorum bu reklamları. Sanki ofiste müşteriye maket üstünde anlatır gibi. Hani slogan, çekim vs. hiç bir numara yok. Ev duruyor ama araba yürüyor, fark
bundan mı oluyor?
Müzikler tekrar
Dizilerimiz artık jenerik müzikleri ile tanınır oldu. Albüm yapmaya gerek yok, dillerde dolaşan bir şarkı bul yeter. Bir genç kız sesi mutlaka olmalı. Sözler içli ve aÇlatan cinsten yazılmalı. Gitar, keman, kanun ya da ney enstrüman olarak bulunmalı. Buna en son örnek "Sır Gibi" dizisinin müziÇi. Nasıl da düşünülüp taşınılıp yazılmış. Hangi akorlar tutar, hangi sözler tutar, hangi ses etkiler, hepsi düşünülmüş.
Elma ve nar
CNBC-E 'nin "Bir Reklam" kuşağındaki elma ve nar görüntüleri çok iştah açıcı. Elma ve nar ikiye bölünüyor. Epey uğraşılmış olmalı insanı buzdolabına koşturup "Elma nerede"diye çıldırtan bu görüntü için. s.kologlu@milliyet.com.tr
Yunanistan Parlamentosu'nun 'Küçük Asya Felaketi' adı
altında her 19 Mayıs'ta andığı sözde 'Pontus Soykırımı' tarihi belgelerle
çürütülüyor. Devamı için...
Pontusçuluk neyin nesi? İçin...
Özelde Trabzon genelde Karadeniz bölgesinde son zamanlarda
seslendirilmeye çalışılan “Pontusculuk” acaba neyin nesidir? Bu gün Yunanistan
da ve dünyanın muhtelif yerlerinde, Türkiye Cumhuriyetine dönük zararlı
faaliyetler gösteren sayıları yüz yetmişi aşmış “Pontus” dernekleri acaba neyi
amaçlamaktadırlar. yenimesaj.com
Tarih Perspektifi İçinde Pontus Olayı: Yakın Tarihimize ve
Günümüze Etkileri.
Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 29, Cilt: X, Temmuz 1994
için bakınız...
Pontus Meselesi ve Yunanistan'ın Politikası
Doç. Dr. Yusuf Sarınay
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 31, Cilt: XI, Mart 1995
için bakınız...
ŞİMDİ DE PONTUS SOY KIRIMI.
Atina'da 'Pontus soykırımı' yürüyüşü.
Yunanistan'ın başkenti Atina'da Pontus soykırımı iddiaları için bir anma yürüyüşü düzenlendi.
Atina
Metropolitliği’nde yapılan dini ayinden sonra kent merkezindeki
Sindagma meydanında toplanan göstericiler, daha sonra Türkiye'nin Atina
Büyükelçiliği’ne yürüdüler.
Çevre yolları kapatarak büyükelçilik
binasına yaklaşılmasına izin vermeyen polisle bir süre tartışan
göstericiler, Türkiye aleyhin esloganlar attıktan sonra dağıldılar.
Yunanistan
Pontus Dernekleri tarafından düzenlenen "anma" etkinlikleri
çerçevesinde dün de Selanik'te bir gösteri düzenlenmiş ve Türkiye'nin
Selanik Başkonsolosluğu önünde sona eren bir yürüyüş yapılmıştı.
Yunan Parlamentosu 1994 yılında aldığı kararla 19 Mayıs tarihini sözde Pontus soykırımını anma günü ilan etmişti.
Şu Lazca isimlerin güzelliğine bakar mısınız: Şana, Tanura, Loya, İrden, Tenda, Tutaste, Gubaz , Evro, Teona.
30 Temmuz 2007
Ayşe Arman/aarman@hurriyet.com.tr
Doğu Karadeniz’den sadece izlenim yazısıyla dönmedim. 3 tane de röportaj vardı elimde, biri Lazlarla, diğer ikisi de bölgenin Rum Pontus ve Ermeni geçmişiyle ilgili.
Bugün İsmail Avcı ile başlıyoruz. Lazuri.com’un kurucusu. Lazca-Türkçe sözcüğün yaratıcısı. İşine tutkuyla bağlı biri. Bugünlerde Chivi Yayınları’ndan piyasaya çıkan 25 bin kelimelik sözlüğü oluşturabilmek için, 17 yıldır saha çalışması yapıyor. Köy köy, dağ dağ, mahalle mahalle geziyor. Şahane bir adam. Ondan öğrendiklerimi sizinle paylaşıyorum... Hürriyet
POSTMODERN PONTOSCULUK
Mehmet BİLGİN
Son yıllarda gündeme gelen, dış kaynaklı Pontosculuk
faaliyetleri ile daha çok Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı sırasında Orta
ve Doğu Karadeniz Bölgesindeki Rum Çetecilerin faaliyetleri hatırlatılarak
mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Konu ile ilgili Türkçe literatüre
bakıldığında, 1800'lü yılların ilk dönemlerinde başlayan ve 1923 yılında sona
eren Pontosculuk hareketlerini, 1900 -1923 yılları arasındaki faaliyetleri
aktarılarak anlamaya çalıştığımız ve olayların çetecilik boyutu dışındaki
boyutları ile pek ilgilenmediğimiz anlaşılacaktır. Oysa mesele dün olduğu gibi
bugün de çok boyutludur.
Pontosculuk faaliyetleri, ilk başladığı günden Cumhuriyetin
kurulduğu güne kadar Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan ve Rum olarak
adlandırılan, fakat etnik köken itibariyle değişik gruplardan oluşan Ortodoks
Hıristiyanları kullanılarak bölgeyi Osmanlıdan koparmak gayesini gütmektedir.
Bu amaçla konuya ilk el atan devlet Rusya'dır.
Karadeniz'e indikten sonra boğazları ele geçirip sıcak
denizlere açılmak Rusların ulusal politikasıydı.(1) 1917'de Çarlık Rusyası'nın
yerini Sovyetler aldıktan sonra bu siyasetin değişmediğini Stalin bize
hatırlatmıştır.
Karadeniz'de donanma hazırlayan Ruslar, Karadeniz
sahillerinde yayılma planlarının bir parçası olarak Trabzon'u da ele geçirmek
istemekteydiler. Bu amaçla hazırlıklar yapmış, Kasım ve Haziran 1806'da yapılan
iki keşif harekâtından sonra 1810 yılında Trabzon ve bölgesini işgal etmek için
hazırladıkları filoya, Rus askerlerinin yanı sıra bölgedeki Rumlardan alıp
eğittiği bir grubu da dâhil etmişlerdi. Bunlar bölgede Ruslara yol gösterecek,
yerli Rumlarla irtibat kurmalarını sağlayarak onların da Osmanlıya karşı
ayaklanmasını temin edecekti. Ayrıca gemilere, kışkırtmalar sonucu Ruslara
katılacak olan yerli Rumlara dağıtılmak üzere silah ve cephane de
yüklenmişti(2). Hıristiyan ve Ortodoks olma ögesini kullanarak Kuzey Doğu
Anadolu'daki Rumları tahrik eden Ruslar 1916 yılında bölgeyi işgal edene kadar
bu tür çalışmalarını sürdürmüş ve bölgeyi işgal ettiği zaman yerli Ortodokslara
"Ortodoks Çar'ın yönetimi altında yaşama" nın ötesinde bir şey vaat
edip sunmamıştı.
Bu sırada İngiltere, zaman zaman Rusya ile müttefik olsa da
Rusların sıcak denizlere inme politikalarını yakından takip etmiş, özellikle
Hindistan'ı elinde tutabilmek için Rusların hedef aldığı coğrafya ve etnik
varlıklarla yakından ilgilenmiştir. İngiltere'nin ve içinde bulunduğu Batı
dünyasının bölgede izlediği siyaset kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için
bölgedeki kısaca Rum diye adlandırdığımız Ortodoks grupları, yeni ortaya çıkan
Yunanistan devleti ile oluşturmaya çalışılan "Yunan Milleti'nin" bir
parçası haline getirmekti. Bu amaçla yazdırılan tarih kitaplarında; 'Karadeniz
Bölgesinde yaşayan Rumlar ilk çağlarda Karadeniz sahillerinde ticari koloniler
kurmuş olan eski Yunanlılarının torunları 'olarak anılmaya başlandılar. Oysa ne
bugün Yunanistan'da yaşayan Yunanlıların büyük çoğunluğu ne de Doğu Karadeniz
Bölgesinden giden Ortodokslar, ilk çağ Yunan Medeniyetini oluşturanların torunu
idi. Doğu Karadeniz Bölgesinde Rum kültürünün yayılması Ortodoks
Hıristiyanlığın yayılması ile eş zamanlıdır.
19.yy başında Batı dünyası bu bölgedeki Rumlar'la birebir
temasa geçmiş ve konsolosluklar açmaya, bölge limanlarına gemi seferleri
düzenleyip buradan İran'a uzanan ticareti organize etmeye çalışmışlardı. Bu
gelişmenin sonucu olarak bölgede zengin Rum tüccarlar ve bankerler ortaya
çıkmıştı.
1856'da yayınlanan Islahat Fermanı sonrası gelişmelerde
bölgedeki Rum toplumu batılı devletlerin ve özellikle İngiliz Konsoloslarının
eliyle yeniden şekillenmeye başlamıştı. Daha önce Türklerle aynı köyde karışık
olarak yaşayan Rumlar, her bölgede uygun bir yer merkez olarak seçilip onun
etrafında yeniden yapılan köylerde toplandı ve sadece Rumların oturduğu
köylerden bir bütünlük oluşturuldu. Çoğu kez, Rum köylerinin arasına Türk köyü
ya da mahallesinin girmemesi için aradaki Türk köyleri ile merkezin etrafında
yer alan Rum köyleri ya da mahallelerinin yerleri değiştirildi(3). Bu iskân
organizasyonu ile Türk toplumunun içinde ada şeklinde bir arada yaşayan Rum
toplulukları oluşturulduktan sonra kalabalık hale gelen yeni Rum köylerinde
bulunan eski küçük kiliseler yıkılarak birbirini görebilen yerlerde daha büyük
yeni kiliseler inşa edildi. Bu kiliselerin yanı başında modern eğitim yapan
ilkokullar ve orta dereceli okullar kuruldu. Öğretmen ve yöneticileri
Yunanistan'dan gelen bu okullardan mezun olanlar üniversite eğitimi için
Yunanistan'a gönderilmeye başlandı(4).
Bu okullarda modern usullerle eğitim yapıldığı halde
okutulan tarih derslerinde bölgedeki Ortodoksların, "Anavatan"
Yunanistan'da yaşayan Yunan toplumunun bir parçası olduğu masalı anlatılıyordu.
Masalı diyorum, çünkü gerçekte bölge halkı olsa olsa ilk çağlarda bölgede
yaşayan Haldi, Macrones, Kolkh, Mossynoik, Halyb gibi halkların ya da
Osmanlıdan önce bölgede yaşadığını tespit ettiğimiz Tzan/Can, Laz, Avar,
Bulgar, Peçenek, Sabir, Macar, Karluk,Uz, Hazar ve Kumanların torunları
olabilirdi. Bu konuda biraz daha ayrıntıya girersek bunlara Lezgi, Abhaz ve
Çerkez gibi Kafkas unsurlarını da ilave edebiliriz. Osmanlı belgeleri bu
unsurlara Osmanlının fethinden sonra Arnavut ve Boşnakları da ilave etmemize imkân
sağlamaktadır(5). Osmanlının fethinden önce bu grupların tek ortak noktası
Ortodoks olmak ve Ortodoks kilisesine bağlı olmaktı.
Bazılarının sandığı gibi Trabzon Rumcası, Pontoika ya da
Pontos Rumcası denilen dil bunların ortak lisanı değildi. Aralarında Lazca
konuşan ya da Türkçe'den başka dil bilmeyen gruplar da vardı. Kaldı ki Pontos
Rumcası denilen dil ile bugün Yunanistan'da konuşulan Yunanca birbirlerinden
anlaşmaya imkan vermeyecek kadar farklıdır. Çünkü Pontos Rumcası, arkaik
Yunanca, Türkçe, Farsça, Arapça, Lazca ve artık konuşulmayan yerel dillere ait
kelimelerden oluşan bir dildir. Bu şekliyle bile kendi içinde Tonya Rumcası ve
Çaykara Rumcası olarak ayrılan ve bölgesel farklılıklar gösteren dil, sadece
Yunanistan'da konuşulan Yunanca'dan değil Orta ve Batı Anadolu'da konuşulan
Rumca'dan da oldukça farklıdır.
Osmanlı yönetimi tarafından Ortodoks kilisesinin etrafında
Rum milleti olarak organize edilen bu topluluğa Ruslar Ortodoks-Hıristiyan
olarak yaklaşırken, Batı Emperyalizmi "Yunanlılık " kimliği aşılamak
istemişti. Batılı araştırmacılar bölge halkına Yunan kimliğini aşılamayı bugün
bile "Karadeniz Rum-Hıristiyan topluluklarının Rönesansı" olarak
görmektedir(6).Oysa bu, günümüzde örneğini bolca gördüğümüz emperyalizmin,
hedeflerine ulaşabilmek için etnik milliyetçilik pompalaması ve kışkırtmasından
başka bir şey değildir.
Rum cemaatine ait bu okullardan başka, bölgede yabancı
devletlere ait kolejler de açılmıştı ve yine bu kolejlerde de bölgedeki
Rumların Osmanlı'dan ayrılıp bağımsız bir devlet haline gelmesi için benzer
faaliyetler sürdürülmekteydi. Bu organizasyon içinde dikkati çeken bir diğer
uygulama da yine Avrupa'dan getirtilen ustaların bazı merkezi Kiliselerde
açılan kurslarla Ortodoks gençlerine demircilik ve dövme bakırcılık gibi
konularda modern maden işleme ve döküm sanatlarını öğretmesi ve her Ortodoks
köyünün ekonomik hayatını canlı tutacak belli bir sanat ya da işle uğraşmasının
temin edilmesi idi.
1860'lardan sonraki 40-50 yıllık bir sürece yayılan bu
gelişmelerde dikkati çeken bir başka husus da Avrupalı firmaların bölgedeki
madenlerin işletme imtiyazlarını alarak işletmeye başlaması ve kıyı
şehirlerinde Batılı firmaların acentesi olan onların mallarını alıp satan
zengin bir Rum zümrenin oluşmasıdır. Yine bu süreç içinde iç bölgelerden
sahildeki şehirlere bir göç yaşandı ve Samsun, Giresun, Trabzon gibi
şehirlerdeki Ortodoks nüfusta önemli artışlar meydana geldi.
Rusya ise bu dönemde Karadeniz sahillerine ve Kafkasya'ya
iyice yerleşirken bir yandan da Kuzey Doğu Anadolu'daki Osmanlı topraklarına
göz dikmişti. Bu emeline erişmek için de bölgedeki Rum ve Ermenileri bu amaç
doğrultusunda örgütlüyordu. Türkçe literatürde bu çalışmaların Rumlarla ilgili
kısmı hakkında Rum Papazların Rusya topraklarında dolaşıp Trabzon bölgesindeki
manastırlar için yardım toplaması hikâyelerinden başka pek bilgi yok, ama
batılı araştırmacılar 1828-29 Rus-Türk savaşında işgal edilen Bayburt ve
Gümüşhane bölgelerinden tüm bölge nüfusunun nerdeyse beşte biri olan yaklaşık
42.000 Rum'un Rus ordusuyla birlikte bölgeden çekildiğini,1877-78 deki 93 savaşından
sonra 100 000, 1916-18 savaşından sonra 80.000 Rum'un Rus ordusu ile birlikte
bölgeyi boşalttığı ve1855'deki Kırım savaşından sonra ise daha fazla sayıda
Rum'un Kafkasya ve Kırım sahillerine yerleştiğini kaydediyor(7). Çarlık Rusya
izlediği bu siyasette, Kuzey Doğu Anadolu sahillerinden göç ettirdiği bu
insanlar vasıtasıyla Kuzey Karadeniz sahillerine iyice tutunmak ve güney
sahillerinde etkinliğini arttırmak amacındaydı. Ruslar Karadeniz sahillerindeki
şehirlerini serbest ticarete açmıştı. Bölgedeki Rum'ların yanı sıra Türkler de
bu şehirlerde çalışabiliyor ya da ticaret yapabiliyordu. Birçoğu serbest
ticaret sayesinde canlanan Rus şehirlerinde yer satın alarak buralara yerleşmiş
ve servet sahibi de olmuştu. Fakat Osmanlı-Rus savaşları esnasında Türk
tüccarlar enterne edilip bölgeden gönderilirken Rumlar özel himaye görüyordu.
Bu, himaye ve servet elde edebilme imkânı, Rumların kalan kısmının da savaş
harici nedenlerden dolayı buralara göç etmesine ve Rusya'nın Karadeniz'in güney
sahillerinde kalan Rum halkı arasında sahip olduğu nüfuzunu sürdürmesine yol
açıyordu.
Bu aslında emperyalizmin ekonomik ve etnik unsurları
kullanarak Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etmek isterken, Osmanlı
imparatorluğunun bu gelişmelere doğru bir teşhis koyamayıp, doğru tavır
alamadığı için tasfiye olmaktan kurtulamaması hikâyesinin bir parçasıdır. Diğer
benzer hikâyelerden tek farklı tarafı ise olayların bölgede yaşayan
Ortodoksların 1924 yılında bir anlaşma ile Yunanistan'a gitmesi ve bölgenin
tamamının Türklerin elinde kalması ile sonlanmasıdır.
Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden Kurtuluş Savaşı
dönemine yayılan süreçte Anadolu'nun diğer bölgelerinde yaşayan Hıristiyan
nüfus, batılı devletler ve Rusya tarafından doğal müttefik olarak görülmüş ve
bunlar üzerinde neredeyse yüzyıla dayanan bir süre çeşitli kışkırtmalar
denenmiştir. İlk aşamada seferberlik ilanı ile askere gitmesi gereken Ortodoks
gençler tahrik edilip askere gitmemeleri ve köylerinin civarındaki dağlarda
saklanmaları temin edildi. Kilise ve Rum okulları dâhil birçok kurum dış
mihraklı bu faaliyetlerde etkin görev almış, zengin ailelerin çocukları ise
genellikle Rus sahillerindeki şehirlere gitmeyi tercih etmişlerdi.
Gündüzleri dağlarda saklanıp geceleri evlerine gelen ve
sayıları bir hayli kalabalık olan köylü gençlerin, daha önceden eğitilmiş ve
küçük gruplar halinde bölgede önceden faaliyet gösteren veya yeni ortaya çıkmış
olan çete reislerinin etrafında toplanmaları sağlanmıştı. Rum çetelerinin çevre
Türk köylerine yaptığı baskın ve katliamlara karşı, Türklerin intikam harekâtından
korkan Ortodoks köylülerin Rum çetecilerle birlik olup, bütünleşmesi de çok
dikkat çekicidir. Bu çetelerin çekirdeği genellikle eğitilmiş ve bölgeye
dışardan gelmiş kişilerden oluşurken, giderek çoğunluğunu yerli gençlerin
oluşturduğu gruplar haline gelmişlerdi.
Birinci Dünya savaşının ilerleyen yıllarında Rus orduları,
Tirebolu'nun doğusundaki Harşit Çayına kadar ilerlerken kendi ordusunda öncü
kuvvet olarak Ermenilerden oluşan birlikleri kullanmış cephe gerisinde
oluşturduğu Ermeni ve Rum çeteleri ile Türk ordusunun ikmal faaliyetlerini
sekteye uğratmıştı. Cephe gerisi olan bölgelerde, daha ayrıntılı bir söyleyişle
Ruslar Batum bölgesinde iken özellikle Trabzon-Yomra bölgesinde ve Giresun'un
doğusundaki kazalarda 1916 da Trabzon işgal edildikten sonra Amasya-Giresun-Samsun
hattında yoğunlaşan faaliyetlerle Osmanlı Ordusunun ikmal yapması ve Rus
kuvvetleri karşısında cephe oluşturması engellenmek istenmiştir.1918 de
Rusların Trabzon'dan çekilmesi ile 40.000 kadar işbirlikçi Rum da bölgeyi terk etmişti.
Burada ayrıntı olarak gözden kaçmaması gereken bir olay daha vardır ki bölgede
oynanan oyunun en önemli planlayıcısı olarak gördüğümüz İngiltere'nin rolünü
daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. O da Rus Çarlığını ortadan kaldıran Bolşevik
ihtilaline karşı İngiltere'nin geliştirdiği siyasetin bir parçası olan ve
bölgedeki İngiliz egemenliğinin devamını sağlamak için Kafkasya'ya inen
Bolşevik ordusunu durdurmak amacı ile yürütülen faaliyetlerdir. Bu faaliyetlerde,
Beyaz Rus ve İngiliz birliklerinin yanı sıra Yunan birlikleri de vardı. Daha da
önemlisi Karadeniz'in kuzey sahillerindeki şehirlerde bulunan ve bir kısmı
1800'lerden bu yana uygulanan Rus siyasetinin bir sonucu olarak Kuzey Doğu
Anadolu sahillerinden buralara göçmüş olan Rumlar da bu kuvvetin destekçileri
arasında yer almıştı 1919'da İngiliz siyaseti doğrultusunda Yunanlılar
bölgedeki Rumların da desteğini alarak Odessa ve Sivastopol'a çıkmıştı. Kısa
süreli bu hareket bölgedeki Rumlar tarafından sevinçle karşılanmış fakat daha
sonra bölgedeki Rumlar Bolşeviklerin baskılarına maruz kalarak gemilerle
Anadolu sahillerine göçmeye başlamıştı.
İngilizlerin de yardımıyla Trabzon ve Samsun gibi şehirlere
çıkan ve bir kısmı silahlı olan bu gruplar, bölgedeki Pontosçuluk
hareketlerinde kullanılacakları endişesiyle tedirginlik yaratmıştı. Bu
grupların bölgeye gelmesini organize eden İngiltere gelişen siyasi senaryolara
göre fikir değiştirmiş ve bu grupları karşılayan ve ihtiyaçlarını sağlayan
kilise vasıtası ile onları Anadolu sahillerinden Batum istikametine göndermişti.
Bu hareketin amacı, Batum da oluşturulmasına karar verilen gönüllü Rum
Alaylarına katılmalarını sağlamaktı. Bu Alaylar sonunda Yunanistan'a oradan da
İzmir bölgesine nakledileceklerdi(8).
Bolşevik ordusu, General Denikin Komutasındaki Beyaz Rus
ordusunu Mart 1920 de Novorossiysk'de denize dökünce Sovyet yönetimi kesin
olarak Karadeniz'in kuzey ve doğu sahillerine hâkim olmuştu. Fakat bu olayın
asıl faturası Kırım ve Kafkasya sahillerindeki Rumlara çıktı. Birçoğu öldürüldü
ve canını kurtarabilenlerin bir kısmı gemilere binerek Anadolu sahillerine
sığındı, kalanlar ise geçmiş olayları doğru tahlil eden Sovyet yönetimince,
Batı emperyalizmi tarafından kolaylıkla kullanılabilecek bir topluluk olarak görüldüler.
Nitekim Stalin 2. Dünya savaşında onları Orta Asya'ya sürdü. Sovyetlerin
çökmesinden sonra sürgünden Karadeniz sahillerine dönebilen bu insanlar son
yıllarda da Yunanistan'a göçmektedir. Fakat 1919'da İngiliz Emperyalizminin
bölgedeki ayağı olmaya soyunan Yunanistan'ın birer Yunan pasaportu vererek
kolayca kandırdığı ve mahvolmalarına sebep olduğu bu Yunanlılıkla alakası
olmayan bu insanların acı dolu yıllardan sonra doksanlı yıllarda Yunanistan'a
dönebildikleri zaman çok da iyi karşılandıklarını söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Onlar bu gün modern Yunan toplumu tarafından daha çok Rus olarak görülmektedir.
Sayıları bir milyona yaklaşan ve Yunanistan'ın nüfusuna göre önemli bir yekûn
teşkil eden bu mülteci grubu ve onlardan kaynaklanan sorunlar Yunanlıları bu
konuda yeni planlar yapmaya yöneltmektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Batı emperyalizminin oynadığı
Pontos oyununun sondan bir önce oynanan sahnesinde, yani Sevr sürecinde, daha
önce çeşitli vaatlerle Osmanlıya isyan etmesi sağlanan bölgedeki Ortodokslardan
bağımsız bir devlet kurmak yerine, Doğu Anadolu'da kurulacak olan Ermeni
Devletine omuz vermelerinin istenmesi vardır. Bu konuda onlara baskı yapanların
arasında İngilizlerle birlikte Yunanistan da vardır(9). Bölgede yaşayan
Ortodokslar asla kabul etmeyecekleri bu teklifin şokunu yaşarken İngilizlerin
teşviki ile Anadolu'yu işgale başlayan Yunanistan, Batı Cephesinde savaşacak
Türk ordusunu arkadan vurmak için bölgedeki Ortodoksları kullanmak üzere
bölgeye kızıl haç ve diğer sivil toplum örgütü mensubu kimliği ile Yunan
subayları ve silah göndermeye,
Kendi kimliklerini sorgulamak ve ait oldukları toplumla
bütünleşmek yerine emperyalizmin kiliseyi ve okulları kullanarak kendilerine
sunduğu kimliği benimsemek durumunda kalan Doğu Karadeniz Bölgesinin
Ortodoksları emperyalizmin ayağında top olmuş oradan oraya savrulmuş ve bunun
bedelini de çok ağır bir şekilde ödemişlerdi.
Türk kurtuluş savaşını yürüten kadronun emperyalizmin
oyununu bozup Anadolu'ya hâkim olmasından sonra yeni bir durum ortaya çıkmıştı.
Ortodoksların bağlı bulunduğu Fener Patrikhanesinin, Emperyalizmin işbirlikçisi
olarak Anadolu'nun kana bulanmasında oynadığı rolü gören Anadolu Ortodoksları,
Fener Patrikhanesinden ayrılarak bağımsız Türk Ortodoks kilisesini kurmak üzere
harekete geçmişlerdi. Bu konuda Keskin Metropolid Vekili Papa Eftim'in faaliyetleri
çok önemlidir ve Atatürk'ün "Bize bir ordu kadar yardım etti" diye
bahsettiği Papa Eftim'in kurduğu Türk Ortodoks Patrikhanesi kısa sürede
Anadolu'da büyük destek görmüştü. Bu çerçevede Trabzon Rum Cemaati temsilcileri
1921'de T.B.M.M. ne müracaat ederek bağlılıklarını bildirdi. Fener
Patrikhanesinin hareketlerini protesto ederek, Türk Ortodoks Patrikhanesinin
kurulması için Keskin Metropolidi Papa Eftim'e vekâlet verdiler. Aynı yıl
Trabzon/Maçka bölgesi Rumları da yaptıkları müracaatlarda "...Anadolu'da
tarihen dahi müsebbit olduğu üzere Rum Elenik namıyla hiçbir millet yoktur. Mevcut
olan Rumlar yalnız asırlarca Türk Müslümanlarla birlikte yaşayan Türk Ortodoks
Rumlardır..." diyerek Fener Patrikhanesini faaliyetlerinden dolayı
kınadılar ve Milli Mücadeleye destek vereceklerini belirttiler. Aynı tarihlerde
Çorum; Mecidözü, Samsun ve Torul Rumları, Yunanlılar ve onun emelleri
doğrultusunda hareket eden ve Anadolu Rumlarına büyük zararlar veren Fener
Patrikhanesi ile bir ilgilerinin kalmadığını, kendilerini Hıristiyan Türk
olarak gördüklerini ve bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesine katılacaklarını
belirttiler(10).
Yunan ordusu Batı Anadolu'dan çekilirken bölgedeki Rumlar da
büyük şenlikler yaparak karşıladıkları bu ordunun Anadolu'da yaptıklarının
hesabının kendilerinden sorulacağını bildikleri için çekilen orduyu takip
ederek Batı Anadolu'yu boşaltmaya başladılar. İzmir'e ulaşanlar limandaki
gemileri kendilerinden önce Yunan ordusu askerlerinin doldurduğunu gördüler,
gemilere yer bulup binmekte güçlük çekerek perişan oldular. Doğu Karadeniz
bölgesinde ise Türklere saldıranlar bölgeyi daha önce terk ettikleri için durum
daha sakindi. Savaş yorgunu Anadolu'yu gözüne kestirip yağmalaya gelen Yunan
Ordusu İzmir'de denize dökülmüştü ama Birinci Dünya Harbi sonunda Yunanistan
Osmanlının mirasından büyük bir parça daha almayı başarmış ve topraklarını
büyütmüştü.
Yunanistan'ın eline geçen topraklar aslında Osmanlının diğer
mirasçısı olan Bulgaristan ve Arnavutluk, Yugoslavya gibi ülkelerin üzerinde
hak iddia ettiği topraklardı. Elde edilen toprağı nüfusa oranladığımız zaman
Yunanistan'ın çok fazla toprak elde ettiği görülüyor ve bu toprakları elinde
tutamayacağı da açıkça anlaşılıyordu. Çözümü ise bu işlerin ustası olan
İngiltere sunmuştu Yunanistan'a; Ortodoks nüfus temin etmek. Bu çerçevede
Anadolu'daki Ortodokslarla Yunanistan'daki Müslümanlar yer değiştirmeliydi.
Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı. Hem Yunanistan'a yaşaması için
göçmenlerle taze kan enjekte edilecek. Hem de Anadolu'da ekonomik ve sosyal
hayati elinde tutan Ortodoks Rumlar alınarak Anadolu'da sosyal ve ekonomik
hayat çökertilecekti. Bu durum ayrıca her türlü kaynağı elinden alınmış ve
Osmanlının borcunu ödemeye mecbur edilmiş genç Cumhuriyetin ileride tekrar
emperyalizmin kucağına düşmesi için fırsatlar yaratacaktı. Böyle bir durumda
geçmişin de hesabının sorulacağı Lozan görüşmelerinde İnönü'ye çok açık bir
şekilde söylenmişti. Bu uygulama ile Anadolu'da, çoğu Türkçe'den başka dil bilmeyen,
Türkçe ibadet eden, Türkçe dua kitapları, İncil'i ve literatürü bulunan Türk
Ortodoksların kurduğu Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesinin gelişerek Fener
Patrikhanesini bölmesi de engellenmişti. Karamanlı diye adlandırılan ve
Hıristiyan Türk olan bu gruplar Yunanistan'da çok acı çekmiş, Yunanca öğrenmeye
ve Yunanca ibadete mecbur edilmişti. Çocukları Antik Yunanlıların torunları
olduğu masalı ile eğitiliyor, Literatürlerine rağmen köklerinden kopartılıp,
asimile edilmeye çalışılıyordu.
Türkiye ve Yunanistan arasında 30.01.1923 tarihinde
imzalanan ve İstanbul hariç tüm Türkiye'deki Rumlarla, Batı Trakya hariç,
Yunanistan’daki Müslümanların mübadelesini öngören bir anlaşma uygulanır ve
Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan Ortodokslar gemilere bindirilip Yunanistan'a
gönderilir. Bölgede yaşayan Ortodokslar emperyalist devletlerin dünya
nimetlerini paylaşmak konusundaki anlaşmazlıklarından çıkan Birinci Dünya
Savaşı ve sonrasında oradan oraya savrulmanın verdiği sersemlikle öncelikle ne
olduğunu anlayamaz. Aralarında atalarının mezarlarının olduğu, doğdukları bu
topraklardan ayrılmak istemeyenler çıkar. Bir kaçı ellerindeki Rus
pasaportlarını kullanarak Rus vatandaşı oldukları için kendilerinin anlaşmanın
dışında tutulmasını ister. Bir kısmı kalmak için Müslüman olmaya bile razıdır.
Ait oldukları topluma hizmet etmesi gereken kilise daha önce olduğu gibi
emperyalizme hizmet etmeye devam eder ve topluluğu "Eve dönüyoruz"
vaazları ile bölgeden ayrılmaya ikna eder. Bu arada daha önce düşmanlık
ettikleri Türklerle bundan sonra bir arada güven içinde yaşayamayacaklarından
sıkça söz ettiklerini de belirtmek lazım.
Rum mübadillerle yüklü gemiler Karadeniz sahillerinden
ayrılırken, Türk yetkilileri de artık Pontos meselesinin bittiğine inanarak
meseleyi tarihin tozlu raflarında bırakmışlardı. Oysa ard arda çevirdikleri bir
sürü kirli oyunla Müslüman ve Hıristiyan bölge halkının çok acı çekmesine ve
bir kısmının topraklarından kopmasına sebep olan Batı için mesele kapanmamıştı.
Bizim ""Postmodern Pontosculuk "dediğimiz yeni bir dönemi açmak
üzere çalışmalar hemen başlatılmıştı.
Postmodern Pontosculuğu klasik Pontosculuktan ayıran en
önemli unsur artık Türklerin elinden alınmak istenen Doğu Karadeniz bölgesinde
Rum kalmamasıdır. Postmodern Pontosculuk Doğu Karadeniz Bölgesinden bir
mübadele anlaşması ile Yunanistan'a göçen Doğu Karadenizli göçmenler arasında
Yunanistan toprağına adım attıkları andan itibaren başlatılmıştı. İngiltere
Kraliyet ailesinin sağladığı fonlarla araştırma enstitüleri kurulmuş ve
Anadolu'dan gelen göçmenlerle görüşmeler yapılıp onların geldikleri yerlerde
yaşadıkları savaş hatıraları derlenmiş, getirebildikleri folklorik, etnoğrafik
ve dini materyallerin yanı sıra belge, fotoğraf gibi dokümanlar derlenip tasnif
edilmişti. Anadolu'daki günlük hayatlarına ve kültürlerinin dil, folklor ve
etnografyasına dair bu bilgilerin derlenip saklanması için o gün Yunanistan
şartlarının çok ilerisinde olan bir çalışma başlatılmıştı(11)
Bu çalışmalar kısa sürede meyvesini vermeye başlamıştı. Bu
konularda yapılacak araştırmalar için araştırma merkezleri, arşivler kurulmuş,
süreli yayınlar ve kitaplar yayınlanmaya başlanmıştı. Günümüzde Batı Anadolu ve
Karadeniz Bölgesinde yürütülen Yunanistan kaynaklı iddia ve faaliyetlerin
temelini bu çalışmaların oluşturduğunu konu ile ilgili yayınları izleyenler
bilmektedir. Hatta son yıllarda, adı geçen bu merkezlerde derlenmiş sözlü tarih
kayıtlarını, fotoğrafları, belge ya da yayınları kaynak gösteren ve o dönemde
sadece Anadolu Rumlarının acı çektiği ve bizim tarafımızdan mağdur edildiği
izlenimi vererek Türk kamuoyunda merhamet ve acıma hissi uyandırma ve sadece
Türk tarafını suçlu gösterme amacını taşıyan kitaplar basılmaktadır. Asıl
rahatsız edici olan ise Yunancadan tercüme edilen bu kitapların bazı Türk
yayınevleri tarafından yayınlanıyor olmasıdır(12). Her ne kadar bazıları
dostluk, barış, öteki tarafı anlamak gibi savlarla sunuluyor olsa da, bu
kitaplar bırakın karşılıklı anlayışı, kaba suçlama ifadeleri ile dolu olduğu
için tek yönlü propaganda materyali olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyen
yayınlardan ibarettir.
Postmodern Pontosculuk diye adlandırdığımız dönemdeki
faaliyetlerin iki hedefi vardı. Birincisi, Yunanistan nüfusunun 2/3'lük büyük
bir kısmını teşkil eden göçmenlerin, kendilerine daha önce anlatılan tarihi
Yunan Milletinin bir parçası oldukları yalanına rağmen Yunanistan'da
karşılaştıkları gerçeğin ortaya çıkardığı kültür ve kimlik problemlerinin
üzerini örtmek ve devamlı körüklenen Türk düşmanlığına dayalı bir milliyetçilik
baskısı ile bu insanları bir arada ve kontrol altında tutmak.
Böylece farklı coğrafyalardan, farklı etnik kökenlerden
gelerek, 19.yüzyılda oluşturulan modern Yunan Milleti’ne dâhil edilen ve
Ortodoksluk inancı dışında ortak bir yanları bulunmayan bu insanların,
geçmişlerini özgürce sorgulayıp yaşananların gerçek sorumlularını teşhis
etmeleri de önlenmiş oluyordu. Devamlı suçlanan bir düşman ve o düşmandan
kaynaklanan tehdit algılaması, geçmişteki gerçeklerin üstünü örttüğü gibi aynı
zamanda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel problemlerin de örtbas
edilmesine yarıyordu.
Türkiye mübadele ile
birlikte bu dosyaları rafa kaldırdı ve var olabilmesini Kurtuluş Savaşında,
Batı Anadolu'da yaşanan savaşlara indirgedi. Oysa Osmanlı'nın son dönemlerinde
Batı'nın Balkanlar, Anadolu ve Arap Coğrafyasına yayılan topraklardaki etnik
unsurlarla oynayarak imparatorluğu nasıl tasfiye ettiği, coğrafyayı nasıl
değiştirdiği ve milletlerin nasıl oluşturulduğu konusu üzerinde gerekli
çalışmaları yapmış olsaydı yaşanan bu senaryoların benzerlerinin her zaman
uygulanmaya hazır olduğunu çok önceden görecekti. Ve şüphesiz günümüzdeki tablo
çok daha farklı olacaktı. En azından, elde kalan son toprak olan Anadolu'daki
etnik unsur yaratma çabalarını ve bunlar üzerinde sergilenen oyunların farkına
bu tablo şekillenmeden önce varacaktı. Böylece Batılıların mozaik olarak görmek
istediği Anadolu'da uluslaşmayı çok önceden tamamladığı gibi, Anadolu'yu
savunmanın yolunun İmparatorluk coğrafyasındaki gruplarla dostane ilişkilerin
geliştirilmiş olmasından geçtiğini anlayarak gerekli çalışmaları yapmış
olacaktı.
Postmodern Pontosculuk faaliyetlerinin ikinci hedefi ise
Türkiye idi. Türkiye’ye yönelik faaliyetlerin bir bölümünü geçmişte olanların
hesabının görülmesi şeklinde özetleyebiliriz. Bu kısaca, Türkiye'ye bir
soykırım iddiası yöneltmek, bu iddiayı önce çeşitli batı parlamentolarında
kabul ettirmek ve nihayet Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkûm ettirilmeye
yönelik faaliyetlerle desteklemek olarak açıklanabilir. Bu çerçevede
Yunanistan'da 19 Mayıs katliam günü olarak anılmaktadır. Bu da konunun
Yunanistan'da bir devlet politikası olarak ele alındığını göstermektedir.
Ayrıca Avrupa Parlamentosunun çeşitli komisyonlarında bu konu değişik boyutları
ile tartışılmaya başlanmıştır.
Tabloya söyle bir göz atalım; Yunanistan'la zaten bir Kıbrıs
meselemiz vardı… Buna Ege ilave oldu, şimdilerde ise İstanbul'daki
Patrikhane'ye Vatikan statüsü tanınması ortaya çıktı, Batı Anadolu ve Doğu
Karadeniz Bölgesi gibi konuların da ısıtılmakta olduğunu görüyoruz. Yani Kıbrıs
ve Ege'de taviz versek bile Yunanistan'ın dostluğunu kazanmamız mümkün değil.
Anadolu üzerinde yeni talepler için zemin hazırlanmaya başlanmış bile… Geçmişin
tecrübesi ile geleceği görmek hiç de zor değil.
Türkiye'ye yönelik faaliyetlerin ikinci bölümü olarak
Türkiye'de bazı etnik gruplar oluşturmak ve bunlar bahane edilerek Türkiye'nin
etkisizleştirilmesi programını belirtebiliriz. Konuyu bu açıdan anlayabilmek
için Türkiye'ye yönelik diğer faaliyetleri bir bütün içinde ele almak doğru
olacaktır. Bu arada, bu tür faaliyetlerin küreselleşme dediğimiz ulus devletlerin
tasfiyesi süreciyle olan ilişkisini de gözden kaçırmamak gerekir. Küreselleşme
konunun dış çerçevesini oluşturmaktadır. Gelişmeler bu çerçeve içinde ele
alınmazsa teşhis ve tedbirlerde hataya düşeriz.
Olaya Anadolu'daki ulus devletin tasfiyesi çalışmaları
olarak baktığımızda dikkatimizi 1989 yılında Almanya'da yayınlanmış olan
"Türkiye'de Etnik Gruplar"(13) adlı bir çalışma çekmektedir. Hiç
şüphesiz eserin arka planında çok öncelere dayanan çalışmalar ve geleceğe
yönelik planlar yer almaktadır. Fakat bunları burada açıklamaya çalışmak
konunun dağılmasından başka bir fayda sağlamayacaktır. Biz sadece kitapta
ortaya konan tabloya dikkati çekeceğiz.
Bu çalışmada Türkiye'de 47 etnik grup tanımlanmış ve
bunlarla ilgili bazı veriler sunulmuştur. Çalışmanın son kısmı, tanımlanan
etnik grupların Türkiye coğrafyasında yayılışlarını gösteren haritalar
oluşturmaktadır. Bunlardan birinde Türkiye haritası etnik gruplara göre farklı
renklere boyanmış. Ancak birbirine yakın olduğunu düşünülen gruplar aynı rengin
açık ve koyu tonları ile gösterilmiştir. Böylece bu grupların ne kadar yaygın
ve büyük parçalar oluşturduğuna dikkat çekilmek istenmiş. Bu haritaya bakıldığı
zaman çalışmanın hedefi yani Batı'nın Türkiye'yi nasıl görmek istediği çok açık
bir şekilde anlaşılır.
Kitaptan, yayınlandıktan çok kısa bir süre sonra haberim
olmuş ve bir arkadaşım aracılığıyla Almanya'dan getirtmiştim. İlk
incelediğimde, kitapta adı geçen grupların bir kısmının etnik grup olarak
tanımlanmasının mümkün olamayacağını düşündüm. Kaldı ki kitapta bazı hususlar
birbiri ile karıştırılmış o güne kadar kendilerini kitapta tanımlandığı gibi
hissetmeyen insanların bazı kültürel özellikleri öne çıkartılarak bir etnik
grup oluşturmak için zorlamalar yapılmış. Örneğin, Trabzon'un bazı köylerinde Rumca
konuşabilen insanlar Müslüman Grekler/Yunanlılar olarak tanımlanmıştı. Yöreyi,
yörenin tarihini ve etnik gruplarını iyi bilenler bu tanımın tarihi ve
sosyolojik verilere dayanmadığını ve yapay olduğunu fark eder.
Bir kısmı daha sonra Türkçe olarak da yayımlanan(14) kitapta
sözü edilen bazı gruplar Ali Tayyar Önder'in Türkiye'nin Etnik Yapısı adlı
çalışmasında(15) tanımlanmamıştı. Ayrıca bu konularda en son yayımlanan,
Trabzon Bölgesindeki bazı köylerde Rumca konuşabilen insanlar üzerine yapılan
sosyolojik çalışmanın sonuçlarının değerlendirildiği "Doğu Karadeniz'de
Kültürel Kimlik" adlı çalışmada (16) bu dilin tek başına etnik grup
tanımlanması için yeterli olmayacağı, bu insanların kendilerini dışarıdan
yapıştırılan yaftalardan farklı olarak algıladıklarını ortaya koymuştur.
Aradan geçen birkaç yıl içinde, kendilerini hiçbir zaman
Yunanlı hissetmemiş olan ve bizim etnik grup olarak tanımlanamaz dediğimiz
insanları, "Müslüman Yunanlılar" diye adlandırılan bir etnik grup
olarak şekillendirmeye yönelik dış kaynaklı bir çalışmanın yapılmakta olduğunu
gördük. Olayları basın ve yayımlanmış kitaplar dışında izlememiz mümkün
olmadığından bilgilerimiz buralarda yer alan olaylar ve çevremizde yaşayanların
verdiği bilgilerle sınırlıdır. Ama bu haliyle bile organize bir hareketin
varlığını ve kültürel bağlarımız var vb… gibi iddialarla Türkiye'de Müslüman
Yunanlı olarak tanımladıkları bir etnik grup yaratma hedefini sezmek mümkün.
Yunanistan'dan Doğu Karadeniz'e turist olarak bazı gruplar
gelmekte ve bu gruplar içinde bölgede belli bir amaca yönelik faaliyetler icra
etme amacını taşıyan ve genelde aynı kişilerden oluşan bir ekip bulunmaktadır.
Ekipte yer alan ve Türkiye'yi onlarca kez ziyaret etmiş bulunan bu kişiler
bölgedeki Rumca konuşabilen köyleri ziyaret ederek hediyeler vermekte,
özellikle işsiz gençlerle temas sağlamaktadırlar. Bu temaslar çerçevesinde
bölgede tanınmış bir aile ile kız alıp vermek yolu ile akrabalık kurulmuş
ilişkiler ileri safhalara taşınmıştır. Önceleri bir lise mezunlarına
Yunanistan'da üniversite eğitimi için burs veriliyor iken daha sonra, Abdullah
Öcalan ile Kenya'da yakalanan ve o dönem İzmir'deki Yunan konsolosluğunda
görevli olan Savas Kalenderidis adlı Yunan istihbarat ajanının organizasyonu
ile bölgeden işsiz veya üniversiteyi kazanamamış çok sayıda genç, iş veya yükseköğrenim
imkânı sağlanarak Yunanistan'a götürülmeye başlanmıştır. Yine bu kişilerin
organizasyonu ile bölgeden çok sayıda grubun Yunanistan'ı ziyaret etmesi ve bu
ziyaretler esnasında Yunanistan'da düzenlenen Pontosla ilgili toplantı ve
festivallere katılması sağlanmıştır. Gezilere katılanlardan elde ettiğimiz
bilgilere göre içlerinden bazıları, yukarıda bahsettiğimiz Savas
Kalenderidis'le birlikte Türk kamuoyunda PKK'nın Kuzey Irak'taki kamplarını
organize eden kişi olarak tanınan Emekli asker Andonis Naksakis'in evinde bir
akşam yemeğinde ağırlanmışlardır. Yine bu çerçevede İstanbul'a yüksek lisans
yapmak için geldiğini söyleyen Niko adlı bir şahıs bazı mahalli sanatçılarla
temasa geçmiş, bunları Yunanistan'daki Pontos festivallerine ve toplantılara
katılmalarını sağlamıştı. Yukarıda adı geçen kişilerce ağırlanan sanatçıların
bazılarına Yunanistan'da ücretsiz kaset ve CD yapma gibi imkânlar sağlanmıştır.
Yunanistan'ın bu konudaki faaliyetlerini ve örgütlenmesinin
alt yapısını gözler önüne sermek için seçilmiş bir örnek olarak Abdi İpekçi
ödülünden bahsetmek istiyorum. Bu ödül 1993 yılında Yunan tarafında Yorgo
Andreadis'e, 1994 yılında ise Türk tarafında Ömer Asan'a verildi.
Yorgo Andreadis'in Türkçe'de ilk yayınlanan Tamama adlı
eserinde (17) kitabın Abdi İpekçi edebiyat ödülü aldığı belirtilirken, Tolika
adlı eserinde(18) yazarın Tamama adlı eserinin 1993 yılında Abdi İpekçi
Türk-Yunan Dostluk ödülünü aldığı kaydedilmektedir. Çelişki bundan ibaret
değildi. Yazar ödül aldığı ve Türkiye'deki etkinliklerine başladığı dönemde
kamuoyuna profesör olarak tanıtılıyordu. Daha sonra Andreadis'in gerçekte
profesör olmadığı ortaya çıkınca ticaretle uğraştığı söylenmeye başlandı.
Kısaca belli bir organizasyonla Türk kamuoyuna sunulan Andreadis, eserlerinden
de anlaşılacağı gibi psikolojik harp uzmanı bir kişi. Almanya ile de bazı
ilişkileri var. Pek çok defa Doğu Karadeniz Bölgesini ziyaret edenlerden. Başka
bir deyişle 90'lı yıllarda Türkiye'de kıpırdamaya başlayan Pontosculuk faaliyetlerini
organize edenlerden birisi ve Savas Kalenderidis ekibi ile yakın ilişkileri
var.
1993'de Abdi İpekçi ödülü aldıktan sonra bir rüzgâr
estirildi ve Türk-Yunan dostluğunu geliştirme amacıyla Karadeniz Bölgesi'ndeki
festivallere konuk edildi, her gittiği yerde törenlerle karşılandı, omuzlarda
taşındı ve ağırlandı. Bunda bölgeye daha önce yaptığı ziyaretlerde edindiği
dostların da rolü büyük. Arkasındaki organizasyon sayesinde basında ve kültür
etkinliklerinde kendine bol bol imkân edindi. İzmir TÜYAP Kitap Fuarı'nda onur
konuğu olarak ağırlandı.
Andreadis, 1960 yılından bu yana Doğu Karadeniz Bölgesine
yaptığı ziyaretler sırasında bölgeden seçilmiş birçok kişiyi Yunanistan'a davet
etti ve ağırladı. Dostluk (!) ödülü almış olan yazarın gerçek niyetinden haberi
olmayan Türk okurlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nda,
yaşanan bir "dramı" anlatan Tamama adlı kitabı, kitapta yer alan
Pontos Marşındaki: "Ölü ya da diri hepsi / İntikam diyor / Tüm
Pontusluları, yıkılmış ülkemiz / Silah başına çağırıyor." dizelerine
rağmen, etkilenerek okudu. Kitapları ardı ardına yayınlanmaya ve başta
Patrikhane olmak üzere bazı kişi ve kuruluşlar tarafından ücretsiz olarak
dağıtılmaya başlayınca gördüğü ilgi de gittikçe artan Andreadis'in Doğu Karadeniz
Bölgesi'ndeki ziyaretleri esnasında yaptığı faaliyetlerinden amacı sezilince
Türkiye'ye girmesi yasaklandı. Andreadis, kitaplarında yer alan Türkleri
suçlayıcı ifadeleri 'Onlar Osmanlı' diyerek kamufle edip, savunurken en son
yayınlanan Tolika adlı kitabında gerçek yüzünü bir kere daha gösterdi. Kitabın
68, 69 ve 70. sayfalarından alınan aşağıdaki ifadeleri dikkatle okuyun. Bu
satırlar, kitabın başında da açıkça yazıldığı gibi, 1993 yılında Abdi İpekçi
Türk-Yunan Dostluk ödülü aldığı belirtilen yazara aittir.
"Mustafa Kemal o sırada Havza'yı da ziyaret eder. Ve
beraberindeki asker arkadaşlarıyla Havza'nın tek oteline giderler. Bu otel
"Despotun Oteli" olarak anılırdı. Çünkü Havza Rahipler Kurulunun
mülküydü. Çok şaşaalı bir oteldi.. Lüks lambaları vardı.
Mustafa Kemal aynı davayı destekleyen, yüksek rütbeli Türk
subaylarının ileri gelenleriyle görüş alışverişinde bulunmak için üç gün
boyunca otelden çıkmaz.
Sonra Havza'nın sokaklarına çıkıp dolaşmaya başlar. Şeytani
bir rastlantı sonucu Piç Vasil'le karşılaşır. Çerkesler'in kendisine armağan
ettiği, Rus askerlerinden kalma altından bir süngüsü varmış. Mustafa Kemal Piç
Vasil'i hemen durdurur ve çok sert bir ses tonuyla sorar:
"Sen kim oluyorsun da, çarşı içerisinde bir silahla
dolaşıyorsun? Kimin emrindesin?.."
Çevresinde, yüksek kademedeki Türk subaylarını görüp te
şaşıran Piç Vasil, ona ancak şunu söyleyebilir:
"Efendi Osmanlı Devletinin emriyle"…
Mustafa Kemal sözünü keserek ona bir tokat atar ve şöyle
der:
"Ben size minare dibinde salyangoz satmanın ne demek
olduğunu gösteririm"..
Ve şöyle diyerek kovar onu:
"Devril gözümün önünden." Yani "Kaybol
gözümün önünden" demek ister. Piç Vasil karşı koyamaz, beyaz atına binerek
ortadan kaybolur.
Mustafa Kemal henüz üç sokak aşağıya doğru ilerlememiştir
ki, önünde silahlı bir atlı daha belirir. Havza kent merkezine doğru giden
atlıyı durdurur ve sorar:
"Sen kimsin ve kimin emriyle, kimden izin alarak böyle
silahlı vaziyette çarşıya doğru gidiyorsun?"
Tepeden tırnağa silah kuşanmış kişi de sinirlenir ve
söylenceye göre Kemal ve eşine şöyle der:
"Asıl sen kimsin, böyle birdenbire benim karşıma
çıkıyorsun?" Kemal, silahlı atlının kararlılığını görünce, geriye çekilir
ve onun geçmesine izin verir. Başını bilhassa geriye çevirir, atlının gidişini
izler.
İnsan şöyle bir düşünüyor de, eğer her zamanki alışkanlıkla,
Piç Vasil tokadı yediğinde içerleyip, soğukkanlılığını korumasaydı ve bıçağını
çıkartıp çekmiş olsaydı o anda Kemal ölmüş demekti.
Veya eğer Kemal zırhlara bürünmüş atlıya karşı çıksaydı ki o
atlı Deli Sokrat'tı, yine bir cinayetin işlenmesi işten bile değildi…
Bu öyle bir cinayet olurdu ki, tarihin akışı değişebilirdi
ve Türkiye kendisine yeni bir Atatürk aramaya koyulurdu."
Kitaptan öğrendiğimize göre asıl adı Çavuşidis Vasilos olan
Piç Vasil, Havza yöresinde, Deli Sokrat ise Lâdik ilçesindeki Pontos çetecilerinin
başı idi(19). Kurguladığı
hikâyede Mustafa Kemal'i Rum çete reisinin önünde korkup geri çekilen ve
Rum çetecinin ardından hayran hayran bakan bir durumda tasvir eden de yine aynı
yazardır.
1994 yılı Abdi İpekçi ödülünü Türkiye tarafında alan Ömer
Asan ise Açık Öğretim Fakültesi mezunu bir genç. İstanbul Maltepe'de
fotoğrafçılık yaparken tanıştığı bazı kişiler vasıtası ile Yunanistan'a gitmiş.
Orada birkaç ay kalıp, bazı çalışmalarda bulunmuş. Kendisine Yunanistan'da
sahip çıkanlar arasında Yorgo Andreadis de var. Karadeniz üzerine yazdığı bir
yazı nedeniyle Abdi İpekçi ödülünü 'köşe yazısı' dalında aldığını, o günlerde
ödülle ilgili yayınlanan haberlerden ve kitabına koyduğu biyografisinden
öğreniyoruz. Fakat ödüle layık bulunan yazıyı uzun müddet araştırmama rağmen
bulamadım. Daha sonra Asan'la tanıştığımda, ona ödül alan yazısını sordum.
Kendisi bana, bunun yayınlanmış bir yazı olmadığını ödül komitesine gönderilen
bir mektup olduğunu söyleyince oldukça şaşırdım. Her nedense, ödül komitesi,
ödüle yayınlanmış hiçbir yazısı bulunmayan Asan'ın, gönderdiği bir mektubu
layık görmüştü. Dışardan bakınca "Bir yazı yazdı kaderi değişti"
diyebilirsiniz.
Ödül alan genç, bir program çerçevesinde Yunanistan'a gitmiş
burada röportajlar vermiş ve bazı etkinliklere katılmış. Türkiye'ye döndükten
bir müddet sonra da "Pontos Kültürü" adlı bir kitabı
yayınlanmıştı(20). Yazar kitabında özetle, ailesinin evde Rumca konuşması
nedeniyle kimliğini merak ederek araştırmaya başladığını ve kitabının da bu
kimlik sorgulamasının bir ürünü olduğunu belirtmektedir.
Yazarın kimlik sorgulamasının, Doğu Karadeniz Bölgesi'nde
yaşayan kültürü kabaca Yunan mitolojilerine dayandırma çabalarının ve Rumca
üzerine bir dil çalışmasının yer aldığı kitap, bir bölümü ile de köy
monografisini andırmaktadır. Kitabı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde
amacının, kimlik arayışı adı altında, Doğu Karadeniz kültürünü, mitolojik ve
tarihi verileri kullanarak, Yunan kültürü ile ilişkilendirmek olduğunu görüyoruz.
Nitekim daha sonra Ömer Asan'ı doktora talebesi olarak yanına alan Prof. Dr. Neoklis
Sarris kitaba yazdığı Önsözünde Asan'ı Türkiyeli Elen olarak selamlayarak
kimlik arayışını önsöz bölümünde sonuçlandırmış görünüyor.
Türk basınında çeşitli vesilelerle kitap ve yazarı hakkında
birçok yazı ve röportaj yer almıştı. Bunlarda yazar amacının ne olduğunu tam
olarak açıklamadığı "Pontos Kültürüne" erişmek olduğunu belirtiyor ve
bir kimlik arayışı içinde olduğunu dile getiriyordu. Asan, Pontos Kültüründen
kastının, bu kavramdan Yunanistan'da anlaşılan şey olup olmadığını açıklamasa
bile Yunanistan tarafından gösterilen ilgiden aynı şeyin kastedildiği
anlaşılmaktadır. Kitap daha sonra Yunancaya çevrilmiş ve Yunanistan'da da
yayınlanmıştır. Bu çerçevede Asan'ın Yunan ve yabancı basına verdiği
röportajlarda yazarın ağzından öne çıkarttığı iddialar özetle şöyleydi. "Bugün
Trabzon bölgesinde 60 köyde ve özelikle Of bölgesinde hala eski Yunan diyalekti
ile konuşan insanlar vardır ve bunların sayısı 300.000'dir"(21) Bu da
Asan'ın Pontos Kültüründen kastının Yunan tarafının Pontos Kültüründen kastı
ile aynı olduğu savımızı doğrulamaktadır. Yazar, bir televizyon programında da
açıkladığı gibi, bu rakamları hiçbir araştırmaya dayandırmadan kendi tahminine
göre hesaplamıştır. Fakat rakam, Andrews'in kullandığı nüfus verileri ile
çelişmektedir. Bu rakamların bölgede bir etnik grup yaratmaya yönelik iddialara
temel teşkil etmesi amacıyla Türkiyeli bir yazarın ağzından sunulduğu
şüphesizdir. Nitekim Asan'la yapılan röportaj ve verdiği rakamlar Yunanistan
kaynaklı birtakım çevrelerin çabalarıyla The Herald Trubine'de bile yayınlandı.
Tesadüf bu ya 1993 ve 1994 yılında Abdi İpekçi ödülünü
verenler hem Türk ve hem de Yunan tarafında Pontos’la ilgilenen ve bu konuda
aktif çalışmalar yapan iki kişi bulmuş ve bunları Türk ve Yunan kamuoyuna
sunmuştu. Ödül sahibi kişilerden Türkiye'de şüpheli bir örgütlenme içinde olan,
Andreadis Türk-Yunan Dostluk ödülü sahibi kişi olarak tanıtılırken, Asan da
Türkiyeli Hellen olarak, Yunanistan tarafından kucaklanmış, onun ağzından
yapılan röportajlar Yunan ve batı kamuoyuna sunulmuş, Türk tarafında
huzursuzluk yaratılırken Yunanistan'da kültür ve kimlik konusunda büyük
problemleri olan Doğu Karadeniz Bölgesinden 1923 yılında göçmüş olanlar
arasında yeni heyecan fırtınaları estirilmiştir. Türkiye'de kitap yazmak ve
imzalamaktan başka etkinliği olmayan Asan Yunanistan seyahatlerinde Yunan
Faşistlerinin Karadeniz bölgesinden göçen Rumlar üzerinde oynadığı oyunlara kol
verip horonlar oynamıştır.
Bu tarz faaliyetleri açıklamak için Abdi İpekçi Ödülü örneğinin
yeterli olduğunu düşünüyorum. Örnekleri çoğaltıp bunlara Yunanistan'ın tahsis
ettiği gemiye Ortodoks Patriğiyle birlikte binip Karadeniz'de dolaşan ve Pontos
Kongresini toplayanları da ekleyerek sözü uzatmak niyetinde değilim ama bu
faaliyetlerin belli bir amacı vardı ve bu büyük ihtimalle Türk-Yunan Dostluğunu
geliştirmek değildi.
Doğu Karadeniz Bölgesine yönelik faaliyetleri doğru
değerlendirebilmek için dikkatten kaçırılmaması gereken bir boyut daha vardır.
Bunlar Almanya ve Fransa'nın Kafkasya üzerindeki hedefleri ve Yunanistan'ın
Türkiye'nin doğusunda Ermenistan ve İran'la birlikte yaptığı anlaşmalardır. Bu
çerçevede güncel olan gelişme ise Trabzon Limanının özelleştirilmesinde yatan oyunlardır.
Yunanistan İran'la yaptığı anlaşmada İstanbul'daki Ortodoks Patriğini de taraf
olarak imza attırdığına göre siz buna Patrikhaneyi de ilave edebilirsiniz.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız Postmodern Pontosculuk
faaliyetlerinin hedefi olan Karadeniz bölgesi, ekonomik olarak sahipsiz bir vaziyettedir.
Karadeniz Bölgesinde sanayi, nakliyecilik, hayvancılık, meyvecilik çökmüş,
sahile yakın kesimlerde ise sadece fındık, çay ve tütün yetiştirilmekte bu
ürünler de düşük bedellerle ve bir seneye varan ödeme programlarıyla işlem görmektedir.
Uygulanan ekonomik politikalar sayesinde köylü sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir.
Ülkeyi kasıp kavuran ekonomik kriz sanayiyi vurmuş. Özellikle gençlerin çoğu işsiz.
Geçmişte sorunlarını göç ederek çözmeye çalışan bölge halkı ekonomik kriz
nedeniyle bu imkânı da yitirmiştir. Boşalmış köylerde yaşamak zorunda
kalanların birçoğu kış aylarını geçirebilmek için kasaba merkezlerine inmek
zorundalar. Dağlar gibi biriken sorunları çözmek için hiçbir ciddi çaba sarf
edilmemektedir. Oysa bölge ekonomiye kazandırılacak birçok zenginliğe sahip.
Küçük bir örnek verelim; Bölgede eskiden bolca bulunan kestane ormanları, bölge
evlerinin yapımında olduğu gibi, Osmanlı donanması ve deniz nakliyat
araçlarının inşasında da kullanılmaktaydı. Ormanların devletleştirilmesinden
sonra yok olan kestane ormanlarından kerestesi üretimi de yok denecek
seviyelere inmiştir. Son yıllarda artan ahşap yat ve tekne yapımı için kereste
ihtiyacı ise ithalat yoluyla karşılanmaktadır. Küçük bir mevzuat değişikliği
ile kestane ağacı, meyve ağacı kapsamına alınır ve boşalan köy arazilerinde
özel kestane ormanları kurulmasına izin verilirse bölge ve ülke ekonomisine çok
büyük katkılar sağlayacak bir ürün kazanılmış olur. Geçmişte hayvancılık ve
meyvecilik önemli bir geçim kaynağı idi. Hayvancılık öldürülmüş, bir zamanlar
her yerde aranan Trabzon tereyağının ünü bilinmektedir ama "Trabzon
Tereyağı" etiketiyle Hollanda'dan ithal edilen yağlar piyasaya
sürülmektedir. Daha 25 yıl öncesine kadar bölgede 32 çeşit armut, 18 çeşit
elma, 11 çeşit erik ve narenciye türleri yetişmekteydi. Hepsi de yöredeki iklim
şartlarına uygun olan ve hastalıklara dayanıklı türlere dayanan meyvecilik,
Tarım Bakanlığının geçmiş yıllarda dağıttığı yabancı menşeli fidanların bölge
iklimine uygun olmaması ve geleneksel meyveciliğin geliştirilip, modern
depolama, ambalajlama ve pazarlama organizasyonları ile ulusal ekonomiye
açılmaması nedeni ile yok olmuştur. Bu gün bölgede neredeyse yok olan
meyvecilik, Osmanlı döneminde özellikle Rusya'ya yapılan ihracatta önemli bir
yer tutmaktaydı.
IMF uygulamaları çerçevesinde bölgedeki tütün üretimine de
önemli bir darbe vurulmuştur. Bölgede özel ormancılık, hayvancılık ve
meyvecilik bir master planla canlandırılabilir, bölge ekonomisine istihdam
sağlayacak sağlıklı alternatif kaynaklar kazandırılabilir. Böylesi zenginliklerimiz
değerlendirilmek için beklerken halkın sefalet çekmesini kabul etmek mümkün
değil.
Bölgede ekonomik sorunları ağırlaştıran birçok doğal felaket
de yaşanmaktadır. Coğrafi yapı ve aşırı yağışlar sonucu su taşkınları ve toprak
kaymaları olmaktadır. Çoğu kez ağır maddi kayıplarla atlatılan bu doğal afetler
yüzünden zaman zaman ölümler de olmaktadır. 1998 yılında Beşköy beldesi 47
ölümle sonuçlanan bir afetle tamamen ortadan kalkmıştı. Bu felaketin hemen
ertesinde, bu konularda etkin çalışmaları olan bir Yunan elçilik görevlisi
beldeye gelerek halkla yakın temasa geçti. Yunanistan'ın kendilerine yardım
etmeye ve yaralarını sarmaya hazır olduğunu söyledi. Tabii Türkiye
Cumhuriyetinden de başta Cumhurbaşkanı olmak üzere birçok yetkili ve politikacı
da bölgeyi ziyaret etti ama rüzgâr gibi gelip geçtiler. Aradan geçen 4 yıla
rağmen bu beldenin hiçbir sorunu çözülmemiş, bölge Bakanlar Kurulu tarafından
afet kararnamesi kapsamına bile alınmamıştır. Bazı gençlerin sağlanan imkânlarla
eğitim ve iş için Yunanistan'a gittiği bu belde insanı, karşılaştığı felaketin
yaralarını saramazken, sorunlar altında ezilmekte ve istismara açık bir durumda
yaşamını devam ettirmeye çalışmaktadır. Bölgedeki ekonomik durumun bu tür
faaliyetler için uygun şartlar içinde olması Postmodern Pontosculuk
faaliyetleri karşısında Türkiye'nin zayıf karnını oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, Postmodern Pontosculuk olarak tanımladığımız
bu organize hareketlerin bir yönünün, geçmişte yaşananlardan dolayı Türkiye'yi
Dünya kamuoyu önünde soykırım iddiaları ile suçlu duruma düşürüp, tazminat
ödemeye mahkûm ettirmek olduğunu biliyoruz. Diğer yönü de Karadeniz Bölgesinden
Yunanistan'a göçenlerin bu gün bile çözemedikleri kültür ve kimlik sorunlarının
üstünü örtebilmek. Bildiğimiz gibi, son yıllarda Rusya'dan göçenlerle birlikte,
Karadeniz göçmenlerinin sayısı Yunanistan nüfusu içinde önemli bir miktara
ulaştı. Çözülemeyen sorunlardan dolayı Yunanistan'daki ulus devlete
yönelebilecek tepkileri bu tür organizasyonlarla Türkiye üzerine çevirerek,
onları aşırı milliyetçi bir baskı altında tutmak Yunanistan'ın izlediği
politikaların ana çizgisini oluşturmaktadır. Postmodern Pontosculuk
faaliyetlerinin üçüncü hedefinin de bölgede yeni bir etnik grup oluşturmaya
yönelik olduğunu söylemek için kâhin olmak gerekmez. Yunan tarafının 'bölge ile
kültürel bağlarımız var' iddiası ve bu iddiayı özellikle Türk tarafında olan
kişilerle dile getirmeye çalışması olayın sistematik, orta ve uzun vadeli
hedefleri olan bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Konu bu çerçevede
değerlendirilirse tedbir için de ilk adım atılmış olur.
KAYNAK
(1) Akdes Nimet Kurat. Türkiye ve Rusya XVIII Yüzyıl
Sonundan Kurtuluş Savaşına Kadar Türk-Rus İlişkileri (1798-1919) 1970 Ankara s.
VII.
(2)Miralay A.Süleyman. Pontos Davasından: Rusların 1810'da
Trabzon'a Bir Baskını. Askeri Mecmua. Sayı 45-48 (1339) s.24-28.
(3)Mehmet Bilgin Sürmene Tarihi. İstanbul 1990 s. 328.
(4)Age s 330.
(5)Mehmet Bilgin. Doğu Karadeniz Tarih Kültür İnsan. Serander
Yayınevi Trabzon 2000.
(6)Neal Ascherson. Karadeniz.Çev.Kudret Emiroğlu.İstanbul
2001 s.336 .
(7) Age s.336.
(8) Mesut Çapa. Pontus Meselesi.Trabzon 2001 s 32-33.
(9)Stefanos Yerasimos. Milliyetler ve Sınırlar
Balkanlar,Kafkasya ve Orta-Doğu 2.bs İstanbul 1995 s 388.
(10) Çapa .Age s 40-41.
(11) Bu merkezlerde birisi Küçük Asya Araştırmaları Merkezi (Centre d'Etudes d'Asie Mineure, Kydathineon 11 ,105 58 Athen/Greece) diğeri ise
Pontos Araştırmaları Komitesidir (Epitropi Pontiakon Meleton , Agnoston Martyron
73, 171 23 Nea Symrne-Athen/Greece) adresindedir.
(12) Yunanistan da bu konuda kurulan enstitülerin başında
Küçük Asya Araştırma Merkezi gelmektedir. Küçük Asya Araştırma Merkezi
tarafından yukarıda anlattığımız şekilde hazırlanan ve sözlü tarih çalışmalarına
dayanan ve Türkçe'ye çevrilen kitaplara bir örnek vermek gerekirse. Küçük Asya
Araştırmaları Merkezi. Göç. Türkçe Basımı Derleyen Herkül Milas, Yunanca’dan
Çeviren: Damla Demirözü 2.bs İletişim Yayınları İstanbul 2002.
(13) Peter Alford Andrews – Rüdiger Benninghaus.Ethnic
Groups in the Republic of Turkey.Wiesbaden 1989.
(14) P.Alford Andrews. Türkiye'de Etnik Gruplar . Çev. Mustafa
Küpüşoğlu. Ant Tümzamanlar Yayımcılık İstanbul 1992.
(15) Ali Tayyar Önder. Türkiye'nin Etnik Yapısı Halkımızın
Kökenleri ve Gerçekleri. 4.bs İstanbul 2002.
(16) Ethem Yıldız-Muammer Ak. Doğu Karadeniz'de Kültürel
Kimlik(Çaykara ve Tonya Örneklemeleri).Çatı Kitapları İstanbul 2002.
(17) Yorgo Andreadis. Tamama Pontus'un Yitik Kızı. Çev. Ragıp
Zarakolu. Belge Uluslararası Yayıncılık İstanbul 1993.
(18) Yorgo Andreadis. Tolika "Bacikam Al Beni"
Çev. Tanju İzbek Belge Uluslararası Yayıncılık İstanbul 1999.
(19) Age s 67-68.
(20) Ömer Asan.Pontos Kültürü. Belge Yayınları İstanbul
1996.
TÜRK ORDUSUNUN EVRENSEL UYGARLIKLARDAKİ DEĞERİ BİÇİLMEZ YERİ
Son
zamanlarda Türk ordusunu karalama siyaseti güdülmektedir. Bu siyaseti
yürütenler Türk Ordusunun zaman ve mekânda, Uygarlıklar dünyasındaki
evrensel değerini bilmemektedirler. Şunu kuvvetle iddia edebiliriz ki,
Türk ordusunun bu seçkin yerine tüm dünyada, başlangıçtan günümüze kadar
kurulmuş ve yok olmuş en büyük ordular ve günümüzdeki en kudretli
Amerikan ordusu dahil, hiç biri sahip olamamışlardır. Olamazlar da…
Çünkü, onun değeri tarihin içinde, onun derinliklerinde oluşan Ön-Türk
Evrensel Uygarlığının ayrılmaz bir parçası olarak gelmektedir. Sahip
oldukları ileri seviyedeki düşünce kabiliyetleriyle Yazıyı bulan ilk
siyasal kuruluşları oluşturan, Gök Kültü / Ateş Kültü inançlarıyla Tek
tanrı kavramını kuramsallaştıran, varlık / yokluk kavramlarını inceleyen
ve ondan bu şekilde çok kapsamlı varmış olan Ön-Ata Kültürü’nde
doğmuştur.
Tarihteki Batı’da, krallar ve askerler okuma yazma
bilmezler . Ancak rahip sınıfı okuma yazma sahibidirler. Ve bu
üstünlükleriyle, derebeylikleri ve krallıkları etkileriyle istedikleri
şekle sokmuşlardır. Ön-atlarımızda ise, okuyup yazma bilenler
kumandanlar ve, İsız Uyubuz qul’lar(rahipler)dır.
.
Batı dünyası
ve Batı’nın yazdığı Evrensel tarihe göre, İlk büyük tarihçi Herodot’tur.
Dünya günümüze kadar bu yanılgı içinde yaşamıştır. Tarihsel gerçekler
bu şerefin , ilk tarihçilere sahip olma şerefinin ,ön-Atlarımıza ait
olduğunu gösterirler :
K.Mirşan’ın Üst Asya’da Uluğ-Kem vadisinde,
Sülyek köyündeki kaya yazıtlarında bulduğu ve okuduğu Karargâh
personeli yetiştirmek için verilen ders cümlesi, askerin okuyup yazma
bildiğini uygarlık dünyasına haykıran, değeri henüz resmî(K.Mirşan
Alfabetik yazı başlangıcı) araştırmacılarımız tarafından takdir
edilmemiş olan bir görsel belgedir. Tarihini, yazı karakterine bakarak –
şimdilik (– 7 / 6binler) olacağını düşünüyoruz.
Gelelim tarihçilere :
Herodot İ.Ö.484/420 yıllarında yaşamıştır.
İlk Türk tarihçisine gelince, Ordu Komutanı Bilge Atung Uquq İ.Ö 572 / 535 yıllarında yani,Herodot’tan 87 yıl önce…
İkincisi ise, Ordu Komutanı Öngre-Binğabaşı İ.Ö 530/535, yani, 46 yıl önce doğmuşlardır.
Örneğin,
Öngre- Binğabaşı’nın , Bilinmeyen ya da Bilinmek İstenmeyen geçmişteki
Türk tarihine ışık tutan iki büyük yazıtını aşağıya alıyoruz TARİAT ve
ŞİNE-USU
Yazıtların başlığı şöyledir :
ÖTÜMİN KÜNLİG BİTİG BïLGÜ BİTİNGÜÇÜ , ÖNGRE-BİNĞABAŞI
Geçmiş Günlere Ait Yazılı Belge, yazanı ÖNGRE-BİNĞABAŞI .
TARİAT
yazıtı : Moğul Cumhuriyetinin Arxanğay aymağının TARİAT bölgesindeki
Terhingol ırmağı vadisinde 1969 yılında bulunmuştur , Bir kaplumbağa
heykelinin üstüne oturtulmuştur.T.Tekin tarafından Belleten, cilt XLVI
sayı 184 , ekim 1982’de yayınlanmıştır
Bölüm 1 : Tengride Bolmış Ïl Ïtmiş,, Bïlge Qağan…Bu başlangıç cümlesinin anlamı şudur ;
Tengride Bolmış , Tanrıda var olmuş, yani ezeldenberi var olan,
Ïl = halk, Ïtmiş = kalkındırmış, Halkı kalkındırmış
Bïlge…Bil/e,
belde’ye, egemenlik’e demektirki, Bu kelime (bil)in, (bilgi)nin kökü
olduğ sanılmış ve BİLGE – çok yanlış olaral bilgin anlamına
kullanılmıştır. BİL/ge, Asya Türkçelerinde ,örneğin, Edirne/ge, İzmir/ge
şeklinde kullanılmaktadır.
Bïlge Qağan, Egemenliğe Qağan, Egemenliğin Qağanı demektir.
Cümleyi toplarsak :
“Evren’in yaradılışından beri var olan halkı kalkındıran, Egemenliğin Qağanı” demektir.
Bölüm
2 : Türük Bil’in kuruluşunu anlatır. Birbirini devamı hâlindedir.Bu
yazıt da Moğolistanın Mogoitsu ırmağı Şine Usu gölü yöresinde Finliler
tarafından 1909’da bulunmuş Ve Ramstedt tarafından 1918’de
yayımlanmıştır.18 bölümdür
Resmî tarihin sırtını dönmüş olduğu bu
Türük Egemenliği, İ.Ö. 879’da kurulmuş ve İ.S.580’de sona ermiş, 1450
yıllık 5 At-Oğ(hanedan)u içeren Türk tarih ve kültürünü ortaya
koymuştur. Her iki yazıt K. Mirşan tarafından okunarak Anadolu
Prototürkleri kitabında sunulmuştur.
Batılılarca ileri sürülmüş
olan Resmî Türk tarihi, Türük Bïl diye bir Qağanlığın varlığını bilmez,
Bu egemenliğin İsadan sonraki döneminde örneğin, Gök Türk devletini
yaratırlar. Ayrıca Bu ad gerekli Türkçeler bilinmediğinden -çünkü Türkçe
41 lehçeden oluşur, bunlardan , Anadolu Türkçe’si Türk Kültürü
araştırmaları için asla yeterli değildir. Osmanlıca ise söz konusu bile
olamaz.– önce GÖK-TÜRK diye okunmuş sonraları bu adın okunuşu KÖK
TÜRK’e dönüştürülmüştür. Gerçek okunuş şekli ÖKÜK-TÜRÜK’tür ve Rabbânî
Türk demektir. İşte burada karşımıza büyük bir târihî gerçek çıkar :
Asyalı kardeşlerimiz, BİZ BÖYLE BİR TARİH YAŞAMADIK derler, resmî tarih
ise.hâlâ, Gök-Türk devletinden söz eder..
Bu serinin 15’nci,
TUTUQ BAŞ ( Çanakkale) seferi bölümü’nde İstanbul’da İlk kurulan
devletin Ön-Türk Devleti olduğunu ve adının da :
OY- URUM ATIN,
Başkentin
adının, yani İstanbul’un tarihteki ilk adının OY-OĞ olduğunu da
öğrenmekteyiz…Bu yazılı belgeden sonra hâlâ BİZANS diye tutturmanın ne
kadar boş olduğu meydandadır ; yeter ki Resmî Tarih bu yazılı belgelere
sırtını dönmekten vazgeçsin.. Yazıtın, Makedonya ve Balkanları ,
yazıları ve ileri seviyedeki kültürleriyle yurt edinmelerinin Yunandan
binlerce yıl önce olduğuyla ilgili bilgiler verdiğini bu kısa yazıda
açıklayamayız.
Kimi süper entellerin ,“ Adriyatik’ten Çin’e
kadar” diye alay konusu yaptıkları geniş sahada ,her şeyden önce ,Türk
dil ve kültürüyle egemen olduğu Türük Bil’in
topraklarını teftiş etmek,
askerî teşkilât kurmak ve
savaşlar
nedeniyle, bu uçsuz bucaksız toprakları at üstünde dolaşarak tanıyan
kimi komutanlar, gördüklerini, bildiklerini taşa vurdutmuşlar, böylece
bir bölüm, Ön-ata tarihinin ve kültürünün evrensel uygarlıklarda aldığı
yeri ebedîleştirmişlerdir
Türk ordusu, tarih boyunca aydın ve türdeş bir kitle olmak niteliğini daima korumuştur.
Günümüzde,
çok yönlü bir okul vasfı yanında, Demokrasi, Bölünmez Ulus Devletin ve
Lâikliğin koruyucu ve kollayıcısı olarak ulusal görevini
sürdürmektedir.
Ülkemizi kargaşa içinde bırakmak isteyen Dış
güçlerin yaptıkları,ordumuzu değersizlendirme kampanyasına ancak, vatan
sevgisi açık eksiltmeye konulmuş, cehalet ve gaflet içinde yolunu
şaşırmış olan kendi iş birlikçileri Inanmaktadır ya da, pespaye
çıkarları uğruna inanmış olma rolünü, en ufak bir vicdan azabı duymadan
oynamaktadırlar. …Binlerce yıldır dimdik ayakta duran Ordumuz sarsılmaz
gücüyle sap sağlam yerindedir.
ËBİN ËMÜ UQ ËS A
Karagâhı
yönetecek personelin okuyup yazma bilmeleri için ,üst Asyada ULUĞ-KEM
vadisindeki SÜLYEK köyünün adını taşıyan yazıtların arasında bulunan bu
yazıt “ Karargâh(personeli) yetiştirmek için verilen ders “ diye
okunmaktadır.(K.Mirşan)
*( Evrensel Uygarlıkların Köken Kültürü 1A -1B, Halûk Tarcan)
Halûk Tarcan
----------------
Karadenizde Pontus Devleti Kurma Çabaları
Türkiye
toprakları üzerinde ilk Pontus örgütlenmesi, İnebolu’da, halkın
Manastır adını verdiği bir tepede, Rum asıllı ABDli papaz olan Klematios
tarafından gerçekleştirilmişti. Pontus Derneği ise, 1904 yılında
Merzifon Amerikan Koleji’nde gizli olarak kurulmuş ve onu, 1908′de
Samsun’daki Yasal Savunma ve daha sonra Kutsal Anadolu Rum Dernekleri
izlemiştir. Böylece Pontus örgütlenmesi genişlemiş ve Batum’dan
İnebolu’ya kadar olan bütün Karadeniz Bölgesi’nde bir çok şubeler
açılmıştır. Devamı...
PONTUS RUM SOYKIRIM'I TANIMA ÜYELİK ŞARTI OLSUN
PONTOS RUMLARINA YÖNELİK SOYKIRIM
İNGİLİZ SEYYAH ROBERT BARKLEY SHAW’A GÖRE DOĞU TÜRKİSTAN’DA
YAŞAYAN TOPLULUKLAR
HÂKİMİYET-İ MİLLİYE GAZETESİ’NE YANSIYAN YUNAN MEZALİMİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder