10 Mayıs 2018 Perşembe

Karadeniz'de Etnik Kozlar.

1 Temmuz 2008 tarihli arşivimden...

Bölgede istikrarsızlık artıyor...
Karadeniz'de etnik kozlar

Karadeniz bölgesindeki ilerleyişini NATO aracılığıyla yapmak isteyen ABD ile bu duruma karşı çıkan Rusya etnik kozları kullanıyorlar. Kilit konumdaki Türkiye'nin ise milli kimliği zayıflatılmaya çalışılıyor.

Anar SOMUNCUOĞLU
TUSAM Rusya-Ukrayna Araştırmaları Masası
asomuncuoglu@tusam.net

Irak savaşının başladığı 2003'de Ortadoğu'daki askeri varlığını yeni bir düzeye -bağımsız bir ülkenin doğrudan işgaline- taşıyan ABD'nin ortaya attığı Büyük Ortadoğu Projesinin önemli bir ayağının Büyük Karadeniz Projesi olduğu anlaşıldı. Bu çerçevede 2003'de Gürcistan, 2004'de ise Ukrayna'da Batı yanlısı yönetimlerin iktidara gelmesi için çaba sarf edildi ve başarılı olundu. 2003'den başlayarak Moldova Komünist Partisi yönetimiyle yapılan görüşmeler neticesinde Moldova'nın da 'devrim' olmadan Batı'ya yönelmesi sağlandı. 2005-2006 yıllarında ABD, Romanya ve Bulgaristan'da askeri üs anlaşmaları yaptı ve böylece bu iki Karadeniz'e kıyıdaş ülkeye askeri olarak yerleşti. Karadeniz havzasının ABD'nin kontrolü altına girmesinin şartı ise, başlatılan 'Doğu'ya doğru ilerleyişin' sürdürülmesi, yani Ukrayna, Moldova, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'ın Batı ile bütünleşmesinin sağlanmasıdır. 

İSTİKRARSIZLIKLARIN ARTMASI
Gürcistan ve Ukrayna'daki iktidar değişikliklerinden sonra, bu devletlerin Batı ile bütünleşmelerini kolaylaştırmak için Batı kurumlarının devreye girmesi gerektiği açıktı. Ancak kısa süre içerisinde, AB'nin Ukrayna ve Gürcistan'a üyelik perspektifi veremeyeceği anlaşıldı. AB'nin bu yaklaşımının Ukrayna ve Gürcistan için bir Batı çıpası işlevini yerine getiremeyeceği açıktı. ABD ise, böyle bir çıpanın NATO olabileceği kararına vardı. ABD'nin, iki ülkeye NATO perspektifi verilmesi önerisini Batı Avrupa başından beri serinkanlı karşıladı. Buna rağmen ABD çabalarının, 2008 NATO zirvesinde sonuçsuz kaldığını söylemek mümkün değildir. Ukrayna ve Gürcistan için Üyelik Eylem Planı kabul edilmemiş olabilir, ancak zirvede bu ülkelere doğru NATO genişlemesinin devam edeceği yönünde prensip karar alındı. Dolayısıyla bu konusundaki Avrupa-ABD anlaşmazlığı stratejik değil, taktik boyutlardadır.

NATO'nun genişlemesiyle alakalı olarak Rusya, sadece kısa bir tenefüs molası kopardığının farkındadır. Dolayısıyla Rusya'nın, Ukrayna ve Gürcistan'ı NATO'ya sokmamak için çabalarını sürdürmesi gerekiyor. Tartışmalı geçen NATO-Rusya Konseyi'nin toplantısında Rusya, sadece zaten fiilen parçaladığı Gürcistan'ın değil, şimdiye kadar toprak bütünlüğünü tanıdığı Ukrayna'nın bile NATO'ya üye olması halinde parçalanabileceğini göstermeye çalıştı. Toplantıdan sonra çıkan haberlere ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un açıklamalarına göre, tartışmalar sırasında Putin, üstü kapalı olarak Kırım meselesini dile getirdi. 1997'de Ukrayna ve Rusya arasında kapsamlı bir anlaşma imzalandıktan sonra kapanmış gibi görünen sorun böylece tekrar gün ışığına çıkarıldı. Ayrıca Rusya, Kosova etrafındaki tartışmaları kullanarak, Gürcistan'ın ayrılıkçı bölgelerinin bağımsızlık taleplerini pekiştirecek adımlar atmaya başladı. Rusya, Abhazya ve Güney Osetya ile ilgili olarak 'tanıma dışında her şey' formülünü uygulamaya koymuş durumda.

DİNYESTER HATTI
Gürcistan ile Ukrayna'daki problemlerin benzerlerini yaşayan ve bundan dolayı BDT içindeki Batıcı ülkeler arasında sayılan Moldova, bugün NATO genişlemesi bağlamında konu edilmiyor. Moldova, aynen Ukrayna gibi, tarihte farklı zaman dilimlerinde Rusya tarafından ele geçirilen bölgelerden oluşuyor. Nitekim, Rus Çarlığı tarafından en önce ele geçirilen Dinyester nehrinin sağ tarafındaki Rus nüfusunun ayrılıkçı talepleri sonucu, bu bölge Moldova'nın fiili kontrolü altında değil. Ne var ki, buradaki gelişmeler, Gürcistan'dakinden farklı bir seyir içerisindedir. Bugün Moldova ve Rusya arasında aktif görüşme süreci devam ediyor. İddialara göre, Dinyester'deki dondurulmuş çatışma konusunda iki taraf da çözüme yakındır. Son zamanlarda Moldova-Rusya ilişkilerinin seyri, bu iddiayı doğrular niteliktedir. Ne var ki, 2003 yılında da Rusya'nın askerlerin kalıcılığı konusundaki ısrarının ve Batı ülkelerinin müdahalelerinin sonucu olarak, imzalanmaya hazır bir anlaşmanın ortada kaldığı hatırlatılmalıdır. Bugün de Batı tarafı, Dinyester problemi konusunda 5+2 (Rusya, Ukrayna, AGİT, ABD, AB ve Moldova ile Dinyester bölgesi) görüşmelere dönülmesinden yanadır. Bugün görünen o ki, Moldova ve Rusya bir orta yol arayışı içerisindedir. Bu orta yol arayışında ise belirleyici olan Dinyester bölgesindeki halkın durumu değil, Rusya'nın güvenlik endişelerinin giderilmesidir. Bu endişe, zaman içerisinde Moldova'nın Romanya ile birleşmesi ve bu durumun Rusya'nın güvenliği açısından yaratacağı durumdur.

ETNİK KART DEVREDE
NATO'nun genişlemesi konusundaki rekabet çerçevesinde, 'taarruz eden' ABD'nin de, 'savunma yapan' Rusya'nın da ellerindeki etnik kartları olabildiğince kullandıkları dikkat çekicidir. Sovyetler yıkılırken, Abhazya, Güney Osetya ve Dinyester bölgesinde patlak veren etnik ve kültür çatışmalarının kullanılması sonucunda bu bölgelerdeki Rus askeri varlığı bugüne kadar sürdürüldü. Balkanlarda ise benzer sürecin, bu bölgede ABD askeri varlığının oluşturulması yönünde kullanıldığı görülüyor. ABD ve Rusya arasındaki fark, Kosova'nın bağımsızlığı konusunda tam olarak sergilendi. İki ülke de etnik çatışmaları kendi nüfuz alanlarını oluşturmak için kullanıyor. Ancak bu süreç içerisinde Rusya, 'koruma altına aldığı' bölgeleri hukuki bağımsızlığa kavuşturma isteğine ve gücüne sahip değildir. ABD ise, Kosova'nın bağımsızlığının tanınması noktasında hem böyle bir niyete hem de uluslararası topluluğu sürükleyecek güce sahiptir. Dolayısıyla ABD ve Rusya'nın etnisite kartını kullanmalarının sonuçları düzey olarak farklıdır. ABD'nin etkisi istikrarsızlaştırma ile kalmayarak, bölgedeki ve dünyadaki diğer etnik ayrışmaları tetikleyebilecek, uluslararası hukuku etkileyebilecek niteliktedir.

TÜRKİYE ANAHTAR ÜLKE
Karadeniz havzasındaki durum genel olarak değerlendirildiğinde, 2003-2006 döneminde ABD'nin bölgede karşılaştığı sorun, ortağı Türkiye'nin ABD'den uzaklaşmış olması ve Rusya ile yakın işbirliği içerisine yönelmesiydi. Bunun en çarpıcı örneği, Türkiye ve Rusya'nın Karadeniz'de ABD deniz gücünün varlığına ortaklaşa karşı çıkmış olmalarıdır. Bölgedeki çıkarlarının Rus-Türk işbirliğinden dolayı zedelendiğinin farkında olan ABD, yeni bir yaklaşım geliştirdi. Bu yaklaşımın amacı Türkiye'yi yanına çekmekti. Bu amaçla Türkiye'ye karşı sindirme-özendirme politikası devreye sokuldu. Özendirme olarak Türkiye ve Batı arasındaki enerji işbirliği canlandırılarak, Türkiye'nin enerji piyasasında belirleyici aktör olma planları desteklendi. İdeolojik bazda ise Rusya'nın hala bir tehdit olduğuna dair algılama yerleştirilmeye çalışıldı. Ancak aynı süreç içerisinde Türkiye'ye karşı Ermeni iddiaları kullanılarak Türkiye'nin Ermenistan ile sınır kapılarını açması sağlanmaya çalışıldı. PKK terör örgütü saldırıları da diğer bir baskı unsurudur. Bu süreç içerisinde Türkiye üzerindeki etnik ayrıştırma çabaları arttı. Kısacası Türkiye'yi 'kazanmaya' çalışan ABD'nin bunu 'kabadayı' üslubuyla yaptığı gözlendi. Süreç içerisinde Temmuz 2006'da ABD ve Türkiye arasında ortak vizyon belgesi imzalanarak, iki ülkenin bölgesel ve küresel problemlerle ilgili çakışan çıkarlara sahip oldukları vurgulandı. Enerji konusunda denge politikasından vazgeçen Türkiye, tekrar tamamen Batı projelerine bel bağladı.

Yaşanan gelişmeler, bulunduğumuz dönemin Soğuk Savaş döneminden ne kadar farklı olduğunu gözler önüne seriyor. ABD'nin Büyük Karadeniz Projesinin gerçekleştirilmesi noktasında Türkiye anahtar ülkedir. Ermenistan dahil Güney Kafkasya ülkelerinin Batı ile bütünleşmesi ve Hazar havzasından Batı piyasalarına enerji kaynaklarının aktarılması gibi amaçların Türkiye olmadan gerçekleşmesi imkansızdır. Ayrıca Türkiye'nin bugünkü çıkar algılamaları çerçevesinde ABD'nin Karadeniz'deki askeri varlığının sağlanması mümkün değildir. ABD açısından Türkiye'nin bu 'vazgeçilmezliği', Türkiye'yi içeriden kontrol etme ve dönüştürme zorunluluğunu getiriyor. Zira bugünkü ABD'nin dış politikası, çıkarlar uyumuna değil, tabiri caizse kimlikler uyumuna dayanıyor. Kimliğin çıkarı belirlediğine inanan ABD, çıkarlarına uygun olarak hedef ülkelerdeki milli kimlikleri zayıflatma veya güçlendirmeye çalışıyor. Bu bağlamda, Türk milli kimliğinin ABD tarafından bölgedeki çıkarlarına bir tehdit olarak ele alındığı ortadadır.  


PONTUS RÜYALARI

Konuk ağırlamayı sürdürüyoruz..
Bu günde Karadenizimizden devam ediyoruzz
Başlık ve Yazı Sayın Haluk Tarcan'a ait...
Sayın Tarcan'ın yazısı yayınlamam arzasu ile bana ulaştırıldı..Bende bilgilerin yayılması amacı ile sizlere aktarıyorum..
Yazı şöyle..
Ogrendigimize gore tarihte kisa bir sure Trabzon yoresinde ortaya cikmis olan PONTUS RUM kralligini canlandirmak icin 176 dernek kurulmus imis... 1 numarali Kanada Pontus Federasyonu...176'nci ise, Iskeceliler Pontus Dernegi.(Dr.H.Ertekin, enternet gurubu strateji bolum baskani).

Hayâl etmek guzel, hattâ cok guzeldir. Ama, o hayal yeryuzune inince balon gibi soner ve arkasindan hemen aci gercekler cikar , onlari ozet halde ve sirayla gorelim :

RUM, Yunan kulturuyle ilgisi olmayan On-Turk kulturunden gelen bir Kavram, bir ad'dir ,13 anlami arasinda biri de (kent - kurulus) demektir, Mezoptamyada ki UR ve URUQ gibilerden...Oteki anlami ''bayindir''dir , gene kent , ulke anlamlarini verir.

Demek ki, bu kurulusun topraginin esas sahibi, DIP KULTURU, ON-TURK KULTURU OLAN Anadolu kisisidir.

DIP KULTURU inceleyelim :

1- Karadenize Batililar PONTUS OGZINUS derler...PONT,''kopru'' demektir. US ise on-turkce ''yuce'' demektir, burada son ek halindedir.

•           OGZINUS,  ''deniz demek...IMIS?..OGZIN, on-turkcede OG-IZ; ''akarsu, su ortusu'' demek olduguna gore, ''deniz'' adinin asli'ni bulmus olmaktayiz.

•           On-Atalarimiz, bu denize Yunanlilardan cok sayida binlerce yil once OQ-OZ ULIQ KOL demislerdir.OQ-OZ, ''Tanriyla ozdeslesmis OQ'lar, OQ halki demektir. Dikkat, asla benzetme yoluya OGUZ sozcugunu uretmeyelim. OQ'lar ise, biz Anadolu Turklerinin On-Turk gurubudur.

•           ULIQ , ulastiran , KOL deniz olduguna gore, bir cumle olan bu denizin adi: ''Tanriyla ozdeslemis Oq halkini ulastiran deniz'' halinde ortaya cikar. 

2 - Trabzon magaralarinda bulunan uc yazit , tarihleri, yazinin sekli goz onune alindiginda en yakin tarih olarak (-2.000)i dusunmegi gerektirir. 

 Fakat, ote yandan, Ilk yazit BASARI INANCI diye okunur... ''Tanriya inanma basarisini elde etmis'' kisi...Bu kisi ancak bir Ermis, bir filozof ya da bir peygamberdir. Eger, bu bir peygamber ise ( -516)da Trabzondan goge ucmustur.

•           ONEMLI BIR NOKTA : Dinler tarihi, tarafsiz incelendiginde gok'e (Isa hareket noktasi alinirsa) uc peygamber ucmustur.

•           Ilk'i Misir'dan Nil'den

•           Ikincisi Trabzon'dan

•           ucuncusu Kudus'ten(rus kaynaklarina gore Izmir dogumlu) ISA'dir.

Isadan once ( -516) tarihi gosteriyor ki, Pontus Rum kralliginda bu tarihe kadar konusulan dil ve yazi On-turkcedir..

3- Ayni magaralarda,

•           OY ËSINIS ''iNANCI ANMA''  ve

•           UW-ON OÑULUS UQUS, '' KUTSAL EVRENDE KOZMOSLASMA, TANRIYLA OZDESLESME  anlamlarini verirler .

4- TRABZON kentinde Bizans doneminde kurulmus olan AYA-SOFYA kilisesinin icindeki yazilar da On-turkcedirler. Bu Yazilarin, ''eski Grekce'' olduklari iddia edilmisse de asla bu dille okunamamislardir.(*)

Karadeniz  kiyilarindaki oteki kurulus ve kentlerdeki On-turkce yazitlari geciyoruz. Istanbul'un tarihteki ilk adinin OY-OG oldugunu animsatip, birkac LAZCA kelime veriyoruz: ilki on-turkce , ikincisi Lâzca'dir, anlamlari estir ;

ËM AT = med ma...ËS AT = sed si...OQ ËM = him...US UQUV = sima ...

AT-UCUVA = tkva...OQ OYUNU = hini...
 176 kurulusa bildirlir.

Bu kisaca sundugumuz belgelere gore , Tuccar Yunanlilar, Yunan oncesi mevcut bu yorede bir TICARET KONTUARI(tezgâhi) kurmuslar buraya, yavas yavas yerlesmisler ve kendi dillerini - bir dereceye kadar- kabulettirmislerdir. Fakat, bu Topragin esas sahibinin Anadolulu On-turkler dil ve yazilarinin da On-turkce olmasi Dip kulturun tumuyle On-turk kiulturu oldugunu gosterir ki, bu dip kultur Bizans zamaninda da yazilarla ortaya cikmistir.

ozetlersek : tarihte kisa bir sure ticaretle buraya yerlesmis olan Yunanlilar, kendilerinden once, (kendilerinin zamaninda) ve sonra, bu toprak ve kulturunun, dolayisiyle Tarihin, Anadolu On-turk Kultur tarihi oldugunu kabul etmek geregindedirler.(*)(Anadolu'nun esas sahipleri On-Atalarimiz - Caft Editions Paris) 15 agustota kitapcilarda....(Tore yayinlarindaki -iceriklerinde yapilan degisIkliklerle benim olmaktan cikmis kitaplarimla ilgim yoktur) (On-Turkce ogeler K. Mirsan'dan alinmistir)

Haluk Tarcan



 
**********
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Erenerol, Hrant Dink'in katil zanlısının Ogun'ün soyadının 'Samast'ın kilise bekçisi anlamına geldiğini söyledi.
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Sevgi Erenerol, Hrant Dink cinayeti ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu. Patrikhane olarakaslen Protestan Ermeni olan Dink'in Kumkapı Ortodoks Ermeni Mezarlığı'na defnedilmesinin ardında kurgulanmış bir tezgah olduğunu ifade eden Erenerol, tezgahı kuranların da Ermeni Diasporası olduğunu belirtti.
Dink'in ailesi ve yakınlarının da bu tezgahın içine alındığını söyleyen Erenerol, "Hrant Dink'in inancına bile saygı gösterilmedi. Ove ailesi, Protestan Ermeni'ydi. Hatta Gedikpaşa Ermeni Protestan
 Kilisesi'nin Ruhani Lideri Kirkor Ağabaloğlu, Dink'in çocukluğundanberi kendi kiliselerinde dini vecibelerini yerine getirdiğini, cemaatin içinde yer aldığını, kilisede Dink için özel bir köşe bile
 hazırladıklarını belirtti" diye konuştu. Türkiye üzerinde ki büyük oyun Dink'in mensubu olduğu kilisenin Ruhani Lideri Ağabaloğlu'nun asıl cenazeyi kaldıracak kişi olduğunu belirten Erenerol, "KirkorAğabaloğlu'nun cenazeyi değil kaldırmak, dua edilmesine bile izin verilmedi. Türk milleti üzerinde çok büyük oyun oynanıyor" dedi.Dink'i kullandılar
Hrant Dink'in kullanıldığına dikkat çeken Erenerol şunları söyledi:
 "Onu öldüren Ermeni Diasporası ve ardındaki güçtür. Dink, son zamanlarda onların işlerine çomak soktu. Çünkü kullanıldığını anlayıp   uyandı. Ermeni Soykırımı iddialarında tamamen Türkler'den yana tavıralmaya başladı. Güneydoğu'daki Kürtler'i, 'Oyuna geliyorsunuz' diye aydınlattı. Ancak bu onun sonu oldu. Kullanıldığını fark edince ortadan kaldırdılar. Tetiği çeken kişinin soyadının 'Samast' (Kilise Bekçisi) anlamına gelmesi önemlidir." ALINTI...
********
İŞTE YUNANLILARIN PONTUS HAYALİ   Bakınız..
.geocities


Diğer araştırmalara ışık tutacak adresler....
http://ahmetdursun374.blogcu.com/2196292/  de yayınlanmıştır.
********
 LAZ:KOL-ETİ,Laz dediğimiz kardeşlerimiz için bakınız...
http://ahmetdursun374.blogcu.com/955859/

Not: Sayın Ertekin'e bu konu hakkında soru yönelttim.yanıtıgelince yayınlayacağım. İlgilenenlerin bilgisine......
Ahmet Dursun
***
Sayın Ertekin'den yanıt:

Kıymetli kardeşim,
 bendeniz  Dr.Hayrettin ERTEKİN  1956 dogumlu kayserili MEMLEKETİ OLAN DEVLET MEMURU BİR AİLENİN :(  mehmet oglu fatmadan olma ist. hukuk fak .1979  mezunu  BİR OGLUYUM....
1980  YILINDA  TUZLA P. OKULU 172. DÖNEM yedeksubaylıktan sonra ordunun isteği üzerine TSK  askerde  teğmen olarak kalmış  22  yıl orduya  ÇEŞİTLİ YERLERDE  RÜTBELERDE  hizmet etmiş VE  ALNINI AKIYLA gazi olmuş malullen de   emekli olmuş bir hukukcu  askerim... kardeşim  şimdi  evinde  koltuga baglı  olarak bilğisayar üzerinde  çalışan ekmeğimi  kazanmaya çocuklarını okutup eğiten bir babayım...türklük için  çalışan  bir  türk  insanıyım...beni  aslında kimse tanımaz  beni  az kişi  tanır  hiç  dışarılarda dolaşmadım..
görevim üzerine gittiğim baküde bilişim  üzerine  azarbayacan ilimler  akedemisinde  doktora yaptım...eğitim kariyerim böyle diyer yönlerime gelince  hırslı bilğili bir türk milletinin ferdi olarak buralarda yazılar yazmaya devam ediyorum....  malum kişilerce yazılarımdan dolayı  çok   çok tehtid  edildiğim  için  adres yer yurt bilğisini  kimselere vermiyorum ... benim ölüm bu millete  ve   kimseye fayda saglamaz...
bu on yıldaha   canlı kalmalıyım...:) benim  siz  sadece  bu  yönlerimi  bilmenzide  fayda  vardır...benim için kim ne yazarsa  yazsın  çok  aldırış  etmiyorum...sizdebende mücadeleye devam edelim...ülkeye  sahip  çıkalım.. ben gelmişim  ve  gidiyorum... yediğim   mermiler beni  sakat   bıraktı...böylece intikamını almak istiyorum bu kürt denilen  yaratıklardan...  sizler  de çok  dikkat edin...sevğiyle  kalın  hoşça  kalın
dr.h.ertekin 
16 Mar 2007 Saat:09:29
****

Ne oldu da Business Channel bitti?

Bundan tam bir yıl önce bugünlerdi. Büyük bir şevk ve heyecanla sarıldığım Business Channel’dan sürpriz biçimde ayrılmıştım. O tarihlerde ayrılışımı sizlerle paylaşmış ve “Medya, sahiplik durumuna da mutlaka bakmalı, olmadık kişilerin medyaya girmesine izin verilmemeli” demiştim. Ondan sonra da bu konuya hiç değinmemiştim. En az bir yıl geçmesini bekledim. Şimdi olan biteni ana hatlarıyla yazmak istiyorum. Merak edenler için, bazı generaller ve Büyükanıt da bu olayın içinde.

Kanalın gizli sahibi

Business Channel’in başına geçmem için ilişki kuran kişi Hayrettin Ertekin adlı bir kuyumcuydu. Bu kişi kanalın “gizli sahibi” olduğunu ama Musevi asıllı iş adamı Semih Sadi’nin sahip görüneceğini söyledi.

Askerlerle iyi ilişki

Ertekin askerle arasının çok iyi olduğunu bu nedenle yönetim kurulunda bazı emekli generallerin ve Kenan Evren’in basın danışmanı Ali Baransel’in olacağını söyledi. Yönetim kurulunun bu şekilde oluşturulmasına, “asker televizyonu” görüntüsü vereceğini belirterek karşı çıktım. Ertekin kendisinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın danışmanı olduğunu bunun da ötesinde “tek sırdaşı” konumunda bulunduğunu belirterek “Dolmabahçe görüşmesini sadece bana anlattı” dedi.

Semra Özal’ın kuyumcusu

Bu kişinin anlattıklarından şüphe duyarak internette bir araştırma yaptım. Karşıma çıkan tablo çok ilginçti. Çünkü “Semra Özal’ın kuyumcusu” olarak şöhret yapan Ertekin bir Yunan bankasını sanal ortamda dolandırmak isterken yakalanmış ve üç yıl hapis yatmıştı. Ertekin bu olayı “derin devlet” adına yaptığını ve kendisinin de MİT ajanı olduğunu söylüyordu. Ertekin ayrıca bir dönemin ünlü mali polisi Salih Güngör’le telefonlarını dinledikleri bir kadından şantajla para istemekten de yargılanmıştı.

Gizli sahibin hissesi bile yok

Bu durumu görünce kanaldan gelen teklifi kabul etmemeye karar vererek, sahip konumunda göründüğü söylenen Semih Sadi’ye durumu aktardım. Ancak Sadi “Ertekin’in bizde tek kuruşluk hissesi bile yok. Bir zamanlar babama iyilik yapmış, babam da kendisini kolluyor. Ayrıca Büyükanıt’ın en yakın adamı, bu nedenle de gönlünü hoş tutuyorum. Ama size söz, televizyon işine onu asla karıştırmayacağım, siz de yardım ederseniz ayağını tam olarak keseriz” dedi.

Kadro oluşuyor

Bu bilgiler ışığında rahatladım ve işe koyuldum. Birkaç takviye ile kadroyu oluşturdum, herkese “hatırı sayılır” zamlar yaptım. Stüdyo ve çalışma ortamlarını yeniledim. 25 Ağustos günü yeni yayın dönemini başlatmaya karar verdim.

Sürekli canlı yayın

Bu yayın Türkiye’de hatta belki dünyada bir ilkti. Gün boyu kanaldaki tüm faaliyetler canlı yayınla izleyiciye aktarılıyordu. Haber toplantı masasını canlı yayınlıyor haberlerin nasıl geldiğini, üzerinde neler konuşulduğunu, kısacası haberin nasıl hazırlandığını tüm ayrıntılarıyla izleyiciye sunuyorduk.

İzleyici ve reklam artışı

Bu format kısa sürede büyük ilgi gördü. İzleyici sayısında gözle görünür bir artış sağlandı. Bu, reklamlara da hemen yansıdı. 15 gün içinde bir aylık reklam gelirinin 6 kat üzerine çıkıldı. Diğer haber kanalları Business Channel’ı ilgiyle ve hatta biraz da endişe ile izliyordu artık.

Emekli generaller geliyor

Yayın başlayana kadar ortada görünmeyen Hayrettin Ertekin, benimle hiç görüşmeden yine kanala gidip gelmeye ve Semih Sadi ile toplantılar yapmaya başladı. Semih Sadi “Hayrettin Bey’in iki emekli generali var. Biri Yalçın Yakış, diğeri Rıza Küçükoğlu. Bu kişiler AKP ile temas kurmuş. Bizim adımıza işlerimizi görecekler. Ankara’dan da Ali Baransel AKP ile ilişkileri sağlayacak” dedi.

Şaibeli birine destek

Semih Sadi’ye bunların hepsinin yutturmaca olduğunu, askerleri kanala sokması halinde sonumuzun geleceğini anlatmaya çalıştım. Bir gün sonra Semih Sadi, Hayrettin Ertekin ve generallerle Ali Baransel’i getirdi. Aramızda çok şiddetli bir tartışma çıktı. Generallere ve Baransel’e “hakkında şaibeler olan birinin yanında olmaktan hiç mi utanç duymuyorsunuz?” dedim.

Kürtçe dublajlı film

Bir hafta kadar sonra gece yarısında yayınlanan bir yabancı filmin Kürtçe dublajlı olduğu yayın başladıktan sonra gelen bir telefon uyarısıyla anlaşıldı. Uyarıyı yapan kişi “Böyle bir rezalet olamayacağını, bunun hesabının verileceğini” sinkaflı küfürlerle bildirdikten sonra “Benim maaşlı adamlarım var gazetelerde bunları yazdıracağım” dedi.

Milliyet haber yapıyor
Hiç ciddiye bile almadım. Ama bir gün sonra Milliyet Gazetesi’nin TV eleştirileri köşesinde “Business Channel’da Kürtçe yayın skandalı” diye yazıldı. Yazarı bir TV eleştirmeni olmasına rağmen yeni yayına başlayan bir kanala başarı bile dilemeden yaptığı saldırı çok manidardı. Telefon eden kişi boşa konuşmuyormuş. (Daha sonra telefon eden kişinin de Hayrettin Ertekin olduğunu bir iş adamına yaptığı itiraftan öğrendim. Büyük ihtimalle film kaseti de bu kişi tarafından değiştirilmişti.)


Milliyet'te TV eleştireleri yapan Sina Koloğlu konuya köşesinde yer vermişti. 


“Siz haklısınız ama...”

Bu yayına cevap bile vermedim. Ancak aradan bir hafta geçtikten sonra Semih Sadi “Benimle çalışmak istemediğini” söyledi. Kendisine “Ben farkındayım. Askerin adını kullanan kişi benden rahatsız. Ama bilin ki gözü sizin paranızda. Asla güvenmemeniz gereken Hayrettin Ertekin sizin başınızı yakacak” dedim. Semih Sadi bir gün sonra gönderdiği e-mail mesajında “Can Bey, sizin söylediğiniz her şey doğru, ama yapacak bir şeyim yok, baskı çok büyük” dedi

Büyükanıt’ı arıyorum

Oyun belliydi. Elimden bir şey gelmezdi artık. Sadece Genelkurmay Başkanlığı’nı aradım. Orgeneral Büyükanıt’ın adını kullananların beni işimden etmeye çalıştıklarını bilmesini istedim. Cevap alamadım. Daha sonra üç etkili isim daha Büyükanıt’a ulaşarak durumu aktardı. Yine hiç ses çıkmadı. O ana kadar Büyükanıt’a büyük saygım vardı. Hayrettin Ertekin’in “danışmanlık ve sırdaşlık” konusunda doğru söylemediğine inanıyordum. Ama sonradan aldığım bilgilere göre Ertekin gerçekten Büyükanıt’a çok yakındı. İstediği an telefon ediyor, istediği an Genelkurmay’a giriyor ve paşanın makamına çıkabiliyordu. Bu benim için gerçekte büyük hayal kırıklığı oldu.

İki general geliyor

Aradan bir ay geçti. Kanalın sahibi Semih Sadi’nin babası Metin Sadi şunları anlattı: “Kürtçe yayın olunca Hayrettin Ertekin geldi ve Genelkurmay Başkanı’nın çok rahatsız olduğunu söyledi. Paşa kanalın kapanmasını istemiş. Hayrettin kendisini yatıştırmış. Bir yol bulunacağını söylemiş. Bunun üzerine Yaşar Paşa’nın görevlendirdiği iki muvazzaf general bize geldi. Can Ataklı’yı işten atmazsak kanalı kapattıracaklarını söylediler. Bu durumda elimizden gelen bir şey yoktu.”

Büyükanıt işin içinde olamaz

İşte başımdan geçen bunlar. Hâlâ üzüntülü ve kırgınım. Eski Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın böyle bir oyunun içinde olduğuna asla inanmak istemiyorum. Ama Büyükanıt’ın konuyla ilgili çok çeşitli kanallardan bilgi sahibi olmasına rağmen hiçbir şey yapmaması “Büyükanıt’ın danışmanı ve sırdaşıyım” diyen Ertekin’e adeta sahip çıkılması insanı çok şaşırtıyor..

Ertekin Ergenekon’dan tutuklu

Ayrıca Hayrettin Ertekin şu anda Ergenekon davası nedeniyle tutuklu. Bu bile başlı başına çok garip bir durum. Büyükanıt için gerçekten çok üzülüyorum.

Bir yıl boyunca bu olayı yazmak istemedim. Çünkü makama saygım vardı. Şimdi o makamda çok saygın başka bir orgeneral oturduğuna göre Büyükanıt’la ilgili bu olayı yazmayı bir borç bildim.

Burada üzüldüğüm şu: Türkiye çok ilginç ve etkili bir formatla yepyeni bir TV yayıncılığı ile tanışmıştı. Arkadaşlarımla birlikte tıkanmaya doğru giden haber yayıncılığında bir yenilik kapısı açmıştık. Ne yazık ki, bu kapı kapatılmış oldu.  canatakli.com


TÜRKİYE'DE YEREL TELEVİZYON YAYINCILIĞI

Yerel televizyonlar ve demokrasi. 



Dublaja bak!
Business Channel film konusunda özenli bir kanal. İyi seçim yapıyor. Pazar akşamı da "Kanlı Pazar" (Bloody Sunday) filmi vardı.. Film, 30 Ocak 1972'de Kuzey İrlanda Darry kentinde meydana gelen olayları anlatıyor. "Kanlı Pazar", bugüne kadar toplam 19 ödül almış. Böyle önemli bir film. Daha önce de CNBC-E'de yayınlanmıştı. O gece filmi izlemek üzere oturanların aÇzı bir karış açık kaldı. Çünkü film Kürtçe dublaj, Türkçe alt yazı ile yayınlanıyordu! Hani özel olarak arasan bulamazsın. Kürtçe olması önemli deÇil. Önemli olan bu filmin bu hali ile nereden bulunduÇu? Film bu şekilde yani Kürtçe dublaj ve Türkçe alt yazı ile bir 15 dakika devam etmiş. Sonra acele "The Cure" konseri girmiş. Kanalı aradım olayı doÇruladılar. Türkiye'de televizyonlarda daha önce gösterilmiş bu film nasıl olur bu hale gelir? Bir yanlışlık var tabii. Ama bir de filmin korsan olma ihtimali var galiba!

Kulüp 63'te ne oldu?
İbrahim Tatlıses'in Bodrum'daki kulübünde TuÇba Ekinci Hanım kimi ziyaret etti? Efendim biz duyduklarımızın yalancısıyız. Artık dedikodu alenen televizyonlarda canlı yayında yapıldıÇı için magazin programı izlemeye pek gerek kalmıyor. Nitekim son "İbo Show"da böyle bir durum yaşandı. TuÇba Ekinci ile İbrahim Tatlıses arasında "geçmişe dair" bazı hikâyeler anlatıldı. Buna göre Tatlıses, TuÇba Ekinci ile Kral TV'de karşılaştıÇında telefonunu istemiş. İbrahim Bey de karşı atak olarak Tuba Ekinci'nin "Kulüp 63"te nasıl tesadüfen yanına geldiÇini söyledi. Bir de ekledi " Şova katılmak için 100 defa aradın". Sonra reklam girdi. Dönüşte TuÇba Ekinci yoktu.

Kim aldatmalı?
Laf "İbo Show"dan açılmışken kadının aldatması durumu konuşuluyordu. Kadının aldatmasının daha aÇır olduÇu söylendi. Ekinci ekledi; "Bizim örf adetlerimize uymaz". Ben de geçenlerde sordum "örf adet listemizi bir ortaya çıkarsak" diye. İlk öneri Ekinci'den gelmiş oldu. "Kadın aldatmaz, erkek aldatır. Bu örf ve âdetlerimize uyar".

Reklam kalitesi
Levent Erdem (Euro RSCG-İcra Başkanı) benim de liseden arkadaşım ve o yıllardan kapı komşum. Epey zaman oldu görüşmeyeli. Pazar öÇlen Sky Türk'te rastladım. Kristal Elma üzerine konuşuyordu. Reklamın hangi sektörlerde başarılı hangisinde başarısız olduÇu örnekle anlattı. "Otomobilde iyi işler var ama emlakta yok". Kesinlikle haklı. Son zamanlarda lüks inşaat aldı başını gidiyor TV'de de bol bol izliyorum bu reklamları. Sanki ofiste müşteriye maket üstünde anlatır gibi. Hani slogan, çekim vs. hiç bir numara yok. Ev duruyor ama araba yürüyor, fark
bundan mı oluyor?

Müzikler tekrar
Dizilerimiz artık jenerik müzikleri ile tanınır oldu. Albüm yapmaya gerek yok, dillerde dolaşan bir şarkı bul yeter. Bir genç kız sesi mutlaka olmalı. Sözler içli ve aÇlatan cinsten yazılmalı. Gitar, keman, kanun ya da ney enstrüman olarak bulunmalı. Buna en son örnek "Sır Gibi" dizisinin müziÇi. Nasıl da düşünülüp taşınılıp yazılmış. Hangi akorlar tutar, hangi sözler tutar, hangi ses etkiler, hepsi düşünülmüş.

Elma ve nar
CNBC-E 'nin "Bir Reklam" kuşağındaki elma ve nar görüntüleri çok iştah açıcı. Elma ve nar ikiye bölünüyor. Epey uğraşılmış olmalı insanı buzdolabına koşturup "Elma nerede"diye çıldırtan bu görüntü için. 
s.kologlu@milliyet.com.tr







Yunanistan Parlamentosu'nun 'Küçük Asya Felaketi' adı altında her 19 Mayıs'ta andığı sözde 'Pontus Soykırımı' tarihi belgelerle çürütülüyor. Devamı için...



Pontusçuluk neyin nesi? İçin...

Özelde Trabzon genelde Karadeniz bölgesinde son zamanlarda seslendirilmeye çalışılan “Pontusculuk” acaba neyin nesidir? Bu gün Yunanistan da ve dünyanın muhtelif yerlerinde, Türkiye Cumhuriyetine dönük zararlı faaliyetler gösteren sayıları yüz yetmişi aşmış “Pontus” dernekleri acaba neyi amaçlamaktadırlar. yenimesaj.com







Tarih Perspektifi İçinde Pontus Olayı: Yakın Tarihimize ve Günümüze Etkileri.

Yrd. Doç. Dr. Hamit Pehlivanlı

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 29, Cilt: X, Temmuz 1994 için bakınız...


Pontus Meselesi ve Yunanistan'ın Politikası

Doç. Dr. Yusuf Sarınay

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 31, Cilt: XI, Mart 1995 için bakınız...



ŞİMDİ DE PONTUS SOY KIRIMI.

Atina'da 'Pontus soykırımı' yürüyüşü.
Yunanistan'ın başkenti Atina'da Pontus soykırımı iddiaları için bir anma yürüyüşü düzenlendi.

Atina Metropolitliği’nde yapılan dini ayinden sonra kent merkezindeki Sindagma meydanında toplanan göstericiler, daha sonra Türkiye'nin Atina Büyükelçiliği’ne yürüdüler.

Çevre yolları kapatarak büyükelçilik binasına yaklaşılmasına izin vermeyen polisle bir süre tartışan göstericiler, Türkiye aleyhin esloganlar attıktan sonra dağıldılar.

Yunanistan Pontus Dernekleri tarafından düzenlenen "anma" etkinlikleri çerçevesinde dün de Selanik'te bir gösteri düzenlenmiş ve Türkiye'nin Selanik Başkonsolosluğu önünde sona eren bir yürüyüş yapılmıştı.

Yunan Parlamentosu 1994 yılında aldığı kararla 19 Mayıs tarihini sözde Pontus soykırımını anma günü ilan etmişti.


Şu Lazca isimlerin güzelliğine bakar mısınız: Şana, Tanura, Loya, İrden, Tenda, Tutaste, Gubaz , Evro, Teona.

30 Temmuz 2007
Ayşe Arman/aarman@hurriyet.com.tr

Doğu Karadeniz’den sadece izlenim yazısıyla dönmedim. 3 tane de röportaj vardı elimde, biri Lazlarla, diğer ikisi de bölgenin Rum Pontus ve Ermeni geçmişiyle ilgili.

Bugün İsmail Avcı ile başlıyoruz. Lazuri.com’un kurucusu. Lazca-Türkçe sözcüğün yaratıcısı. İşine tutkuyla bağlı biri. Bugünlerde Chivi Yayınları’ndan piyasaya çıkan 25 bin kelimelik sözlüğü oluşturabilmek için, 17 yıldır saha çalışması yapıyor. Köy köy, dağ dağ, mahalle mahalle geziyor. Şahane bir adam. Ondan öğrendiklerimi sizinle paylaşıyorum... Hürriyet


POSTMODERN PONTOSCULUK

Mehmet BİLGİN


Son yıllarda gündeme gelen, dış kaynaklı Pontosculuk faaliyetleri ile daha çok Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı sırasında Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesindeki Rum Çetecilerin faaliyetleri hatırlatılarak mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Konu ile ilgili Türkçe literatüre bakıldığında, 1800'lü yılların ilk dönemlerinde başlayan ve 1923 yılında sona eren Pontosculuk hareketlerini, 1900 -1923 yılları arasındaki faaliyetleri aktarılarak anlamaya çalıştığımız ve olayların çetecilik boyutu dışındaki boyutları ile pek ilgilenmediğimiz anlaşılacaktır. Oysa mesele dün olduğu gibi bugün de çok boyutludur.



Pontosculuk faaliyetleri, ilk başladığı günden Cumhuriyetin kurulduğu güne kadar Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan ve Rum olarak adlandırılan, fakat etnik köken itibariyle değişik gruplardan oluşan Ortodoks Hıristiyanları kullanılarak bölgeyi Osmanlıdan koparmak gayesini gütmektedir. Bu amaçla konuya ilk el atan devlet Rusya'dır.



Karadeniz'e indikten sonra boğazları ele geçirip sıcak denizlere açılmak Rusların ulusal politikasıydı.(1) 1917'de Çarlık Rusyası'nın yerini Sovyetler aldıktan sonra bu siyasetin değişmediğini Stalin bize hatırlatmıştır.



Karadeniz'de donanma hazırlayan Ruslar, Karadeniz sahillerinde yayılma planlarının bir parçası olarak Trabzon'u da ele geçirmek istemekteydiler. Bu amaçla hazırlıklar yapmış, Kasım ve Haziran 1806'da yapılan iki keşif harekâtından sonra 1810 yılında Trabzon ve bölgesini işgal etmek için hazırladıkları filoya, Rus askerlerinin yanı sıra bölgedeki Rumlardan alıp eğittiği bir grubu da dâhil etmişlerdi. Bunlar bölgede Ruslara yol gösterecek, yerli Rumlarla irtibat kurmalarını sağlayarak onların da Osmanlıya karşı ayaklanmasını temin edecekti. Ayrıca gemilere, kışkırtmalar sonucu Ruslara katılacak olan yerli Rumlara dağıtılmak üzere silah ve cephane de yüklenmişti(2). Hıristiyan ve Ortodoks olma ögesini kullanarak Kuzey Doğu Anadolu'daki Rumları tahrik eden Ruslar 1916 yılında bölgeyi işgal edene kadar bu tür çalışmalarını sürdürmüş ve bölgeyi işgal ettiği zaman yerli Ortodokslara "Ortodoks Çar'ın yönetimi altında yaşama" nın ötesinde bir şey vaat edip sunmamıştı.



Bu sırada İngiltere, zaman zaman Rusya ile müttefik olsa da Rusların sıcak denizlere inme politikalarını yakından takip etmiş, özellikle Hindistan'ı elinde tutabilmek için Rusların hedef aldığı coğrafya ve etnik varlıklarla yakından ilgilenmiştir. İngiltere'nin ve içinde bulunduğu Batı dünyasının bölgede izlediği siyaset kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için bölgedeki kısaca Rum diye adlandırdığımız Ortodoks grupları, yeni ortaya çıkan Yunanistan devleti ile oluşturmaya çalışılan "Yunan Milleti'nin" bir parçası haline getirmekti. Bu amaçla yazdırılan tarih kitaplarında; 'Karadeniz Bölgesinde yaşayan Rumlar ilk çağlarda Karadeniz sahillerinde ticari koloniler kurmuş olan eski Yunanlılarının torunları 'olarak anılmaya başlandılar. Oysa ne bugün Yunanistan'da yaşayan Yunanlıların büyük çoğunluğu ne de Doğu Karadeniz Bölgesinden giden Ortodokslar, ilk çağ Yunan Medeniyetini oluşturanların torunu idi. Doğu Karadeniz Bölgesinde Rum kültürünün yayılması Ortodoks Hıristiyanlığın yayılması ile eş zamanlıdır.



19.yy başında Batı dünyası bu bölgedeki Rumlar'la birebir temasa geçmiş ve konsolosluklar açmaya, bölge limanlarına gemi seferleri düzenleyip buradan İran'a uzanan ticareti organize etmeye çalışmışlardı. Bu gelişmenin sonucu olarak bölgede zengin Rum tüccarlar ve bankerler ortaya çıkmıştı.



1856'da yayınlanan Islahat Fermanı sonrası gelişmelerde bölgedeki Rum toplumu batılı devletlerin ve özellikle İngiliz Konsoloslarının eliyle yeniden şekillenmeye başlamıştı. Daha önce Türklerle aynı köyde karışık olarak yaşayan Rumlar, her bölgede uygun bir yer merkez olarak seçilip onun etrafında yeniden yapılan köylerde toplandı ve sadece Rumların oturduğu köylerden bir bütünlük oluşturuldu. Çoğu kez, Rum köylerinin arasına Türk köyü ya da mahallesinin girmemesi için aradaki Türk köyleri ile merkezin etrafında yer alan Rum köyleri ya da mahallelerinin yerleri değiştirildi(3). Bu iskân organizasyonu ile Türk toplumunun içinde ada şeklinde bir arada yaşayan Rum toplulukları oluşturulduktan sonra kalabalık hale gelen yeni Rum köylerinde bulunan eski küçük kiliseler yıkılarak birbirini görebilen yerlerde daha büyük yeni kiliseler inşa edildi. Bu kiliselerin yanı başında modern eğitim yapan ilkokullar ve orta dereceli okullar kuruldu. Öğretmen ve yöneticileri Yunanistan'dan gelen bu okullardan mezun olanlar üniversite eğitimi için Yunanistan'a gönderilmeye başlandı(4).



Bu okullarda modern usullerle eğitim yapıldığı halde okutulan tarih derslerinde bölgedeki Ortodoksların, "Anavatan" Yunanistan'da yaşayan Yunan toplumunun bir parçası olduğu masalı anlatılıyordu. Masalı diyorum, çünkü gerçekte bölge halkı olsa olsa ilk çağlarda bölgede yaşayan Haldi, Macrones, Kolkh, Mossynoik, Halyb gibi halkların ya da Osmanlıdan önce bölgede yaşadığını tespit ettiğimiz Tzan/Can, Laz, Avar, Bulgar, Peçenek, Sabir, Macar, Karluk,Uz, Hazar ve Kumanların torunları olabilirdi. Bu konuda biraz daha ayrıntıya girersek bunlara Lezgi, Abhaz ve Çerkez gibi Kafkas unsurlarını da ilave edebiliriz. Osmanlı belgeleri bu unsurlara Osmanlının fethinden sonra Arnavut ve Boşnakları da ilave etmemize imkân sağlamaktadır(5). Osmanlının fethinden önce bu grupların tek ortak noktası Ortodoks olmak ve Ortodoks kilisesine bağlı olmaktı.



Bazılarının sandığı gibi Trabzon Rumcası, Pontoika ya da Pontos Rumcası denilen dil bunların ortak lisanı değildi. Aralarında Lazca konuşan ya da Türkçe'den başka dil bilmeyen gruplar da vardı. Kaldı ki Pontos Rumcası denilen dil ile bugün Yunanistan'da konuşulan Yunanca birbirlerinden anlaşmaya imkan vermeyecek kadar farklıdır. Çünkü Pontos Rumcası, arkaik Yunanca, Türkçe, Farsça, Arapça, Lazca ve artık konuşulmayan yerel dillere ait kelimelerden oluşan bir dildir. Bu şekliyle bile kendi içinde Tonya Rumcası ve Çaykara Rumcası olarak ayrılan ve bölgesel farklılıklar gösteren dil, sadece Yunanistan'da konuşulan Yunanca'dan değil Orta ve Batı Anadolu'da konuşulan Rumca'dan da oldukça farklıdır.



Osmanlı yönetimi tarafından Ortodoks kilisesinin etrafında Rum milleti olarak organize edilen bu topluluğa Ruslar Ortodoks-Hıristiyan olarak yaklaşırken, Batı Emperyalizmi "Yunanlılık " kimliği aşılamak istemişti. Batılı araştırmacılar bölge halkına Yunan kimliğini aşılamayı bugün bile "Karadeniz Rum-Hıristiyan topluluklarının Rönesansı" olarak görmektedir(6).Oysa bu, günümüzde örneğini bolca gördüğümüz emperyalizmin, hedeflerine ulaşabilmek için etnik milliyetçilik pompalaması ve kışkırtmasından başka bir şey değildir.



Rum cemaatine ait bu okullardan başka, bölgede yabancı devletlere ait kolejler de açılmıştı ve yine bu kolejlerde de bölgedeki Rumların Osmanlı'dan ayrılıp bağımsız bir devlet haline gelmesi için benzer faaliyetler sürdürülmekteydi. Bu organizasyon içinde dikkati çeken bir diğer uygulama da yine Avrupa'dan getirtilen ustaların bazı merkezi Kiliselerde açılan kurslarla Ortodoks gençlerine demircilik ve dövme bakırcılık gibi konularda modern maden işleme ve döküm sanatlarını öğretmesi ve her Ortodoks köyünün ekonomik hayatını canlı tutacak belli bir sanat ya da işle uğraşmasının temin edilmesi idi.



1860'lardan sonraki 40-50 yıllık bir sürece yayılan bu gelişmelerde dikkati çeken bir başka husus da Avrupalı firmaların bölgedeki madenlerin işletme imtiyazlarını alarak işletmeye başlaması ve kıyı şehirlerinde Batılı firmaların acentesi olan onların mallarını alıp satan zengin bir Rum zümrenin oluşmasıdır. Yine bu süreç içinde iç bölgelerden sahildeki şehirlere bir göç yaşandı ve Samsun, Giresun, Trabzon gibi şehirlerdeki Ortodoks nüfusta önemli artışlar meydana geldi.



Rusya ise bu dönemde Karadeniz sahillerine ve Kafkasya'ya iyice yerleşirken bir yandan da Kuzey Doğu Anadolu'daki Osmanlı topraklarına göz dikmişti. Bu emeline erişmek için de bölgedeki Rum ve Ermenileri bu amaç doğrultusunda örgütlüyordu. Türkçe literatürde bu çalışmaların Rumlarla ilgili kısmı hakkında Rum Papazların Rusya topraklarında dolaşıp Trabzon bölgesindeki manastırlar için yardım toplaması hikâyelerinden başka pek bilgi yok, ama batılı araştırmacılar 1828-29 Rus-Türk savaşında işgal edilen Bayburt ve Gümüşhane bölgelerinden tüm bölge nüfusunun nerdeyse beşte biri olan yaklaşık 42.000 Rum'un Rus ordusuyla birlikte bölgeden çekildiğini,1877-78 deki 93 savaşından sonra 100 000, 1916-18 savaşından sonra 80.000 Rum'un Rus ordusu ile birlikte bölgeyi boşalttığı ve1855'deki Kırım savaşından sonra ise daha fazla sayıda Rum'un Kafkasya ve Kırım sahillerine yerleştiğini kaydediyor(7). Çarlık Rusya izlediği bu siyasette, Kuzey Doğu Anadolu sahillerinden göç ettirdiği bu insanlar vasıtasıyla Kuzey Karadeniz sahillerine iyice tutunmak ve güney sahillerinde etkinliğini arttırmak amacındaydı. Ruslar Karadeniz sahillerindeki şehirlerini serbest ticarete açmıştı. Bölgedeki Rum'ların yanı sıra Türkler de bu şehirlerde çalışabiliyor ya da ticaret yapabiliyordu. Birçoğu serbest ticaret sayesinde canlanan Rus şehirlerinde yer satın alarak buralara yerleşmiş ve servet sahibi de olmuştu. Fakat Osmanlı-Rus savaşları esnasında Türk tüccarlar enterne edilip bölgeden gönderilirken Rumlar özel himaye görüyordu. Bu, himaye ve servet elde edebilme imkânı, Rumların kalan kısmının da savaş harici nedenlerden dolayı buralara göç etmesine ve Rusya'nın Karadeniz'in güney sahillerinde kalan Rum halkı arasında sahip olduğu nüfuzunu sürdürmesine yol açıyordu.



Bu aslında emperyalizmin ekonomik ve etnik unsurları kullanarak Osmanlı İmparatorluğunu tasfiye etmek isterken, Osmanlı imparatorluğunun bu gelişmelere doğru bir teşhis koyamayıp, doğru tavır alamadığı için tasfiye olmaktan kurtulamaması hikâyesinin bir parçasıdır. Diğer benzer hikâyelerden tek farklı tarafı ise olayların bölgede yaşayan Ortodoksların 1924 yılında bir anlaşma ile Yunanistan'a gitmesi ve bölgenin tamamının Türklerin elinde kalması ile sonlanmasıdır.



Birinci Dünya Savaşı ve onu takip eden Kurtuluş Savaşı dönemine yayılan süreçte Anadolu'nun diğer bölgelerinde yaşayan Hıristiyan nüfus, batılı devletler ve Rusya tarafından doğal müttefik olarak görülmüş ve bunlar üzerinde neredeyse yüzyıla dayanan bir süre çeşitli kışkırtmalar denenmiştir. İlk aşamada seferberlik ilanı ile askere gitmesi gereken Ortodoks gençler tahrik edilip askere gitmemeleri ve köylerinin civarındaki dağlarda saklanmaları temin edildi. Kilise ve Rum okulları dâhil birçok kurum dış mihraklı bu faaliyetlerde etkin görev almış, zengin ailelerin çocukları ise genellikle Rus sahillerindeki şehirlere gitmeyi tercih etmişlerdi.



Gündüzleri dağlarda saklanıp geceleri evlerine gelen ve sayıları bir hayli kalabalık olan köylü gençlerin, daha önceden eğitilmiş ve küçük gruplar halinde bölgede önceden faaliyet gösteren veya yeni ortaya çıkmış olan çete reislerinin etrafında toplanmaları sağlanmıştı. Rum çetelerinin çevre Türk köylerine yaptığı baskın ve katliamlara karşı, Türklerin intikam harekâtından korkan Ortodoks köylülerin Rum çetecilerle birlik olup, bütünleşmesi de çok dikkat çekicidir. Bu çetelerin çekirdeği genellikle eğitilmiş ve bölgeye dışardan gelmiş kişilerden oluşurken, giderek çoğunluğunu yerli gençlerin oluşturduğu gruplar haline gelmişlerdi.



Birinci Dünya savaşının ilerleyen yıllarında Rus orduları, Tirebolu'nun doğusundaki Harşit Çayına kadar ilerlerken kendi ordusunda öncü kuvvet olarak Ermenilerden oluşan birlikleri kullanmış cephe gerisinde oluşturduğu Ermeni ve Rum çeteleri ile Türk ordusunun ikmal faaliyetlerini sekteye uğratmıştı. Cephe gerisi olan bölgelerde, daha ayrıntılı bir söyleyişle Ruslar Batum bölgesinde iken özellikle Trabzon-Yomra bölgesinde ve Giresun'un doğusundaki kazalarda 1916 da Trabzon işgal edildikten sonra Amasya-Giresun-Samsun hattında yoğunlaşan faaliyetlerle Osmanlı Ordusunun ikmal yapması ve Rus kuvvetleri karşısında cephe oluşturması engellenmek istenmiştir.1918 de Rusların Trabzon'dan çekilmesi ile 40.000 kadar işbirlikçi Rum da bölgeyi terk etmişti. Burada ayrıntı olarak gözden kaçmaması gereken bir olay daha vardır ki bölgede oynanan oyunun en önemli planlayıcısı olarak gördüğümüz İngiltere'nin rolünü daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. O da Rus Çarlığını ortadan kaldıran Bolşevik ihtilaline karşı İngiltere'nin geliştirdiği siyasetin bir parçası olan ve bölgedeki İngiliz egemenliğinin devamını sağlamak için Kafkasya'ya inen Bolşevik ordusunu durdurmak amacı ile yürütülen faaliyetlerdir. Bu faaliyetlerde, Beyaz Rus ve İngiliz birliklerinin yanı sıra Yunan birlikleri de vardı. Daha da önemlisi Karadeniz'in kuzey sahillerindeki şehirlerde bulunan ve bir kısmı 1800'lerden bu yana uygulanan Rus siyasetinin bir sonucu olarak Kuzey Doğu Anadolu sahillerinden buralara göçmüş olan Rumlar da bu kuvvetin destekçileri arasında yer almıştı 1919'da İngiliz siyaseti doğrultusunda Yunanlılar bölgedeki Rumların da desteğini alarak Odessa ve Sivastopol'a çıkmıştı. Kısa süreli bu hareket bölgedeki Rumlar tarafından sevinçle karşılanmış fakat daha sonra bölgedeki Rumlar Bolşeviklerin baskılarına maruz kalarak gemilerle Anadolu sahillerine göçmeye başlamıştı.



İngilizlerin de yardımıyla Trabzon ve Samsun gibi şehirlere çıkan ve bir kısmı silahlı olan bu gruplar, bölgedeki Pontosçuluk hareketlerinde kullanılacakları endişesiyle tedirginlik yaratmıştı. Bu grupların bölgeye gelmesini organize eden İngiltere gelişen siyasi senaryolara göre fikir değiştirmiş ve bu grupları karşılayan ve ihtiyaçlarını sağlayan kilise vasıtası ile onları Anadolu sahillerinden Batum istikametine göndermişti. Bu hareketin amacı, Batum da oluşturulmasına karar verilen gönüllü Rum Alaylarına katılmalarını sağlamaktı. Bu Alaylar sonunda Yunanistan'a oradan da İzmir bölgesine nakledileceklerdi(8).



Bolşevik ordusu, General Denikin Komutasındaki Beyaz Rus ordusunu Mart 1920 de Novorossiysk'de denize dökünce Sovyet yönetimi kesin olarak Karadeniz'in kuzey ve doğu sahillerine hâkim olmuştu. Fakat bu olayın asıl faturası Kırım ve Kafkasya sahillerindeki Rumlara çıktı. Birçoğu öldürüldü ve canını kurtarabilenlerin bir kısmı gemilere binerek Anadolu sahillerine sığındı, kalanlar ise geçmiş olayları doğru tahlil eden Sovyet yönetimince, Batı emperyalizmi tarafından kolaylıkla kullanılabilecek bir topluluk olarak görüldüler. Nitekim Stalin 2. Dünya savaşında onları Orta Asya'ya sürdü. Sovyetlerin çökmesinden sonra sürgünden Karadeniz sahillerine dönebilen bu insanlar son yıllarda da Yunanistan'a göçmektedir. Fakat 1919'da İngiliz Emperyalizminin bölgedeki ayağı olmaya soyunan Yunanistan'ın birer Yunan pasaportu vererek kolayca kandırdığı ve mahvolmalarına sebep olduğu bu Yunanlılıkla alakası olmayan bu insanların acı dolu yıllardan sonra doksanlı yıllarda Yunanistan'a dönebildikleri zaman çok da iyi karşılandıklarını söylemek ne yazık ki mümkün değil. Onlar bu gün modern Yunan toplumu tarafından daha çok Rus olarak görülmektedir. Sayıları bir milyona yaklaşan ve Yunanistan'ın nüfusuna göre önemli bir yekûn teşkil eden bu mülteci grubu ve onlardan kaynaklanan sorunlar Yunanlıları bu konuda yeni planlar yapmaya yöneltmektedir.



Birinci Dünya Savaşı sonunda Batı emperyalizminin oynadığı Pontos oyununun sondan bir önce oynanan sahnesinde, yani Sevr sürecinde, daha önce çeşitli vaatlerle Osmanlıya isyan etmesi sağlanan bölgedeki Ortodokslardan bağımsız bir devlet kurmak yerine, Doğu Anadolu'da kurulacak olan Ermeni Devletine omuz vermelerinin istenmesi vardır. Bu konuda onlara baskı yapanların arasında İngilizlerle birlikte Yunanistan da vardır(9). Bölgede yaşayan Ortodokslar asla kabul etmeyecekleri bu teklifin şokunu yaşarken İngilizlerin teşviki ile Anadolu'yu işgale başlayan Yunanistan, Batı Cephesinde savaşacak Türk ordusunu arkadan vurmak için bölgedeki Ortodoksları kullanmak üzere bölgeye kızıl haç ve diğer sivil toplum örgütü mensubu kimliği ile Yunan subayları ve silah göndermeye,



Kendi kimliklerini sorgulamak ve ait oldukları toplumla bütünleşmek yerine emperyalizmin kiliseyi ve okulları kullanarak kendilerine sunduğu kimliği benimsemek durumunda kalan Doğu Karadeniz Bölgesinin Ortodoksları emperyalizmin ayağında top olmuş oradan oraya savrulmuş ve bunun bedelini de çok ağır bir şekilde ödemişlerdi.



Türk kurtuluş savaşını yürüten kadronun emperyalizmin oyununu bozup Anadolu'ya hâkim olmasından sonra yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Ortodoksların bağlı bulunduğu Fener Patrikhanesinin, Emperyalizmin işbirlikçisi olarak Anadolu'nun kana bulanmasında oynadığı rolü gören Anadolu Ortodoksları, Fener Patrikhanesinden ayrılarak bağımsız Türk Ortodoks kilisesini kurmak üzere harekete geçmişlerdi. Bu konuda Keskin Metropolid Vekili Papa Eftim'in faaliyetleri çok önemlidir ve Atatürk'ün "Bize bir ordu kadar yardım etti" diye bahsettiği Papa Eftim'in kurduğu Türk Ortodoks Patrikhanesi kısa sürede Anadolu'da büyük destek görmüştü. Bu çerçevede Trabzon Rum Cemaati temsilcileri 1921'de T.B.M.M. ne müracaat ederek bağlılıklarını bildirdi. Fener Patrikhanesinin hareketlerini protesto ederek, Türk Ortodoks Patrikhanesinin kurulması için Keskin Metropolidi Papa Eftim'e vekâlet verdiler. Aynı yıl Trabzon/Maçka bölgesi Rumları da yaptıkları müracaatlarda "...Anadolu'da tarihen dahi müsebbit olduğu üzere Rum Elenik namıyla hiçbir millet yoktur. Mevcut olan Rumlar yalnız asırlarca Türk Müslümanlarla birlikte yaşayan Türk Ortodoks Rumlardır..." diyerek Fener Patrikhanesini faaliyetlerinden dolayı kınadılar ve Milli Mücadeleye destek vereceklerini belirttiler. Aynı tarihlerde Çorum; Mecidözü, Samsun ve Torul Rumları, Yunanlılar ve onun emelleri doğrultusunda hareket eden ve Anadolu Rumlarına büyük zararlar veren Fener Patrikhanesi ile bir ilgilerinin kalmadığını, kendilerini Hıristiyan Türk olarak gördüklerini ve bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesine katılacaklarını belirttiler(10).



Yunan ordusu Batı Anadolu'dan çekilirken bölgedeki Rumlar da büyük şenlikler yaparak karşıladıkları bu ordunun Anadolu'da yaptıklarının hesabının kendilerinden sorulacağını bildikleri için çekilen orduyu takip ederek Batı Anadolu'yu boşaltmaya başladılar. İzmir'e ulaşanlar limandaki gemileri kendilerinden önce Yunan ordusu askerlerinin doldurduğunu gördüler, gemilere yer bulup binmekte güçlük çekerek perişan oldular. Doğu Karadeniz bölgesinde ise Türklere saldıranlar bölgeyi daha önce terk ettikleri için durum daha sakindi. Savaş yorgunu Anadolu'yu gözüne kestirip yağmalaya gelen Yunan Ordusu İzmir'de denize dökülmüştü ama Birinci Dünya Harbi sonunda Yunanistan Osmanlının mirasından büyük bir parça daha almayı başarmış ve topraklarını büyütmüştü.



Yunanistan'ın eline geçen topraklar aslında Osmanlının diğer mirasçısı olan Bulgaristan ve Arnavutluk, Yugoslavya gibi ülkelerin üzerinde hak iddia ettiği topraklardı. Elde edilen toprağı nüfusa oranladığımız zaman Yunanistan'ın çok fazla toprak elde ettiği görülüyor ve bu toprakları elinde tutamayacağı da açıkça anlaşılıyordu. Çözümü ise bu işlerin ustası olan İngiltere sunmuştu Yunanistan'a; Ortodoks nüfus temin etmek. Bu çerçevede Anadolu'daki Ortodokslarla Yunanistan'daki Müslümanlar yer değiştirmeliydi. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı. Hem Yunanistan'a yaşaması için göçmenlerle taze kan enjekte edilecek. Hem de Anadolu'da ekonomik ve sosyal hayati elinde tutan Ortodoks Rumlar alınarak Anadolu'da sosyal ve ekonomik hayat çökertilecekti. Bu durum ayrıca her türlü kaynağı elinden alınmış ve Osmanlının borcunu ödemeye mecbur edilmiş genç Cumhuriyetin ileride tekrar emperyalizmin kucağına düşmesi için fırsatlar yaratacaktı. Böyle bir durumda geçmişin de hesabının sorulacağı Lozan görüşmelerinde İnönü'ye çok açık bir şekilde söylenmişti. Bu uygulama ile Anadolu'da, çoğu Türkçe'den başka dil bilmeyen, Türkçe ibadet eden, Türkçe dua kitapları, İncil'i ve literatürü bulunan Türk Ortodoksların kurduğu Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesinin gelişerek Fener Patrikhanesini bölmesi de engellenmişti. Karamanlı diye adlandırılan ve Hıristiyan Türk olan bu gruplar Yunanistan'da çok acı çekmiş, Yunanca öğrenmeye ve Yunanca ibadete mecbur edilmişti. Çocukları Antik Yunanlıların torunları olduğu masalı ile eğitiliyor, Literatürlerine rağmen köklerinden kopartılıp, asimile edilmeye çalışılıyordu.



Türkiye ve Yunanistan arasında 30.01.1923 tarihinde imzalanan ve İstanbul hariç tüm Türkiye'deki Rumlarla, Batı Trakya hariç, Yunanistan’daki Müslümanların mübadelesini öngören bir anlaşma uygulanır ve Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan Ortodokslar gemilere bindirilip Yunanistan'a gönderilir. Bölgede yaşayan Ortodokslar emperyalist devletlerin dünya nimetlerini paylaşmak konusundaki anlaşmazlıklarından çıkan Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında oradan oraya savrulmanın verdiği sersemlikle öncelikle ne olduğunu anlayamaz. Aralarında atalarının mezarlarının olduğu, doğdukları bu topraklardan ayrılmak istemeyenler çıkar. Bir kaçı ellerindeki Rus pasaportlarını kullanarak Rus vatandaşı oldukları için kendilerinin anlaşmanın dışında tutulmasını ister. Bir kısmı kalmak için Müslüman olmaya bile razıdır. Ait oldukları topluma hizmet etmesi gereken kilise daha önce olduğu gibi emperyalizme hizmet etmeye devam eder ve topluluğu "Eve dönüyoruz" vaazları ile bölgeden ayrılmaya ikna eder. Bu arada daha önce düşmanlık ettikleri Türklerle bundan sonra bir arada güven içinde yaşayamayacaklarından sıkça söz ettiklerini de belirtmek lazım.



Rum mübadillerle yüklü gemiler Karadeniz sahillerinden ayrılırken, Türk yetkilileri de artık Pontos meselesinin bittiğine inanarak meseleyi tarihin tozlu raflarında bırakmışlardı. Oysa ard arda çevirdikleri bir sürü kirli oyunla Müslüman ve Hıristiyan bölge halkının çok acı çekmesine ve bir kısmının topraklarından kopmasına sebep olan Batı için mesele kapanmamıştı. Bizim ""Postmodern Pontosculuk "dediğimiz yeni bir dönemi açmak üzere çalışmalar hemen başlatılmıştı.



Postmodern Pontosculuğu klasik Pontosculuktan ayıran en önemli unsur artık Türklerin elinden alınmak istenen Doğu Karadeniz bölgesinde Rum kalmamasıdır. Postmodern Pontosculuk Doğu Karadeniz Bölgesinden bir mübadele anlaşması ile Yunanistan'a göçen Doğu Karadenizli göçmenler arasında Yunanistan toprağına adım attıkları andan itibaren başlatılmıştı. İngiltere Kraliyet ailesinin sağladığı fonlarla araştırma enstitüleri kurulmuş ve Anadolu'dan gelen göçmenlerle görüşmeler yapılıp onların geldikleri yerlerde yaşadıkları savaş hatıraları derlenmiş, getirebildikleri folklorik, etnoğrafik ve dini materyallerin yanı sıra belge, fotoğraf gibi dokümanlar derlenip tasnif edilmişti. Anadolu'daki günlük hayatlarına ve kültürlerinin dil, folklor ve etnografyasına dair bu bilgilerin derlenip saklanması için o gün Yunanistan şartlarının çok ilerisinde olan bir çalışma başlatılmıştı(11)



Bu çalışmalar kısa sürede meyvesini vermeye başlamıştı. Bu konularda yapılacak araştırmalar için araştırma merkezleri, arşivler kurulmuş, süreli yayınlar ve kitaplar yayınlanmaya başlanmıştı. Günümüzde Batı Anadolu ve Karadeniz Bölgesinde yürütülen Yunanistan kaynaklı iddia ve faaliyetlerin temelini bu çalışmaların oluşturduğunu konu ile ilgili yayınları izleyenler bilmektedir. Hatta son yıllarda, adı geçen bu merkezlerde derlenmiş sözlü tarih kayıtlarını, fotoğrafları, belge ya da yayınları kaynak gösteren ve o dönemde sadece Anadolu Rumlarının acı çektiği ve bizim tarafımızdan mağdur edildiği izlenimi vererek Türk kamuoyunda merhamet ve acıma hissi uyandırma ve sadece Türk tarafını suçlu gösterme amacını taşıyan kitaplar basılmaktadır. Asıl rahatsız edici olan ise Yunancadan tercüme edilen bu kitapların bazı Türk yayınevleri tarafından yayınlanıyor olmasıdır(12). Her ne kadar bazıları dostluk, barış, öteki tarafı anlamak gibi savlarla sunuluyor olsa da, bu kitaplar bırakın karşılıklı anlayışı, kaba suçlama ifadeleri ile dolu olduğu için tek yönlü propaganda materyali olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyen yayınlardan ibarettir.



Postmodern Pontosculuk diye adlandırdığımız dönemdeki faaliyetlerin iki hedefi vardı. Birincisi, Yunanistan nüfusunun 2/3'lük büyük bir kısmını teşkil eden göçmenlerin, kendilerine daha önce anlatılan tarihi Yunan Milletinin bir parçası oldukları yalanına rağmen Yunanistan'da karşılaştıkları gerçeğin ortaya çıkardığı kültür ve kimlik problemlerinin üzerini örtmek ve devamlı körüklenen Türk düşmanlığına dayalı bir milliyetçilik baskısı ile bu insanları bir arada ve kontrol altında tutmak.



Böylece farklı coğrafyalardan, farklı etnik kökenlerden gelerek, 19.yüzyılda oluşturulan modern Yunan Milleti’ne dâhil edilen ve Ortodoksluk inancı dışında ortak bir yanları bulunmayan bu insanların, geçmişlerini özgürce sorgulayıp yaşananların gerçek sorumlularını teşhis etmeleri de önlenmiş oluyordu. Devamlı suçlanan bir düşman ve o düşmandan kaynaklanan tehdit algılaması, geçmişteki gerçeklerin üstünü örttüğü gibi aynı zamanda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel problemlerin de örtbas edilmesine yarıyordu.



 Türkiye mübadele ile birlikte bu dosyaları rafa kaldırdı ve var olabilmesini Kurtuluş Savaşında, Batı Anadolu'da yaşanan savaşlara indirgedi. Oysa Osmanlı'nın son dönemlerinde Batı'nın Balkanlar, Anadolu ve Arap Coğrafyasına yayılan topraklardaki etnik unsurlarla oynayarak imparatorluğu nasıl tasfiye ettiği, coğrafyayı nasıl değiştirdiği ve milletlerin nasıl oluşturulduğu konusu üzerinde gerekli çalışmaları yapmış olsaydı yaşanan bu senaryoların benzerlerinin her zaman uygulanmaya hazır olduğunu çok önceden görecekti. Ve şüphesiz günümüzdeki tablo çok daha farklı olacaktı. En azından, elde kalan son toprak olan Anadolu'daki etnik unsur yaratma çabalarını ve bunlar üzerinde sergilenen oyunların farkına bu tablo şekillenmeden önce varacaktı. Böylece Batılıların mozaik olarak görmek istediği Anadolu'da uluslaşmayı çok önceden tamamladığı gibi, Anadolu'yu savunmanın yolunun İmparatorluk coğrafyasındaki gruplarla dostane ilişkilerin geliştirilmiş olmasından geçtiğini anlayarak gerekli çalışmaları yapmış olacaktı.



Postmodern Pontosculuk faaliyetlerinin ikinci hedefi ise Türkiye idi. Türkiye’ye yönelik faaliyetlerin bir bölümünü geçmişte olanların hesabının görülmesi şeklinde özetleyebiliriz. Bu kısaca, Türkiye'ye bir soykırım iddiası yöneltmek, bu iddiayı önce çeşitli batı parlamentolarında kabul ettirmek ve nihayet Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkûm ettirilmeye yönelik faaliyetlerle desteklemek olarak açıklanabilir. Bu çerçevede Yunanistan'da 19 Mayıs katliam günü olarak anılmaktadır. Bu da konunun Yunanistan'da bir devlet politikası olarak ele alındığını göstermektedir. Ayrıca Avrupa Parlamentosunun çeşitli komisyonlarında bu konu değişik boyutları ile tartışılmaya başlanmıştır.



Tabloya söyle bir göz atalım; Yunanistan'la zaten bir Kıbrıs meselemiz vardı… Buna Ege ilave oldu, şimdilerde ise İstanbul'daki Patrikhane'ye Vatikan statüsü tanınması ortaya çıktı, Batı Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgesi gibi konuların da ısıtılmakta olduğunu görüyoruz. Yani Kıbrıs ve Ege'de taviz versek bile Yunanistan'ın dostluğunu kazanmamız mümkün değil. Anadolu üzerinde yeni talepler için zemin hazırlanmaya başlanmış bile… Geçmişin tecrübesi ile geleceği görmek hiç de zor değil.



Türkiye'ye yönelik faaliyetlerin ikinci bölümü olarak Türkiye'de bazı etnik gruplar oluşturmak ve bunlar bahane edilerek Türkiye'nin etkisizleştirilmesi programını belirtebiliriz. Konuyu bu açıdan anlayabilmek için Türkiye'ye yönelik diğer faaliyetleri bir bütün içinde ele almak doğru olacaktır. Bu arada, bu tür faaliyetlerin küreselleşme dediğimiz ulus devletlerin tasfiyesi süreciyle olan ilişkisini de gözden kaçırmamak gerekir. Küreselleşme konunun dış çerçevesini oluşturmaktadır. Gelişmeler bu çerçeve içinde ele alınmazsa teşhis ve tedbirlerde hataya düşeriz.



Olaya Anadolu'daki ulus devletin tasfiyesi çalışmaları olarak baktığımızda dikkatimizi 1989 yılında Almanya'da yayınlanmış olan "Türkiye'de Etnik Gruplar"(13) adlı bir çalışma çekmektedir. Hiç şüphesiz eserin arka planında çok öncelere dayanan çalışmalar ve geleceğe yönelik planlar yer almaktadır. Fakat bunları burada açıklamaya çalışmak konunun dağılmasından başka bir fayda sağlamayacaktır. Biz sadece kitapta ortaya konan tabloya dikkati çekeceğiz.



Bu çalışmada Türkiye'de 47 etnik grup tanımlanmış ve bunlarla ilgili bazı veriler sunulmuştur. Çalışmanın son kısmı, tanımlanan etnik grupların Türkiye coğrafyasında yayılışlarını gösteren haritalar oluşturmaktadır. Bunlardan birinde Türkiye haritası etnik gruplara göre farklı renklere boyanmış. Ancak birbirine yakın olduğunu düşünülen gruplar aynı rengin açık ve koyu tonları ile gösterilmiştir. Böylece bu grupların ne kadar yaygın ve büyük parçalar oluşturduğuna dikkat çekilmek istenmiş. Bu haritaya bakıldığı zaman çalışmanın hedefi yani Batı'nın Türkiye'yi nasıl görmek istediği çok açık bir şekilde anlaşılır.



Kitaptan, yayınlandıktan çok kısa bir süre sonra haberim olmuş ve bir arkadaşım aracılığıyla Almanya'dan getirtmiştim. İlk incelediğimde, kitapta adı geçen grupların bir kısmının etnik grup olarak tanımlanmasının mümkün olamayacağını düşündüm. Kaldı ki kitapta bazı hususlar birbiri ile karıştırılmış o güne kadar kendilerini kitapta tanımlandığı gibi hissetmeyen insanların bazı kültürel özellikleri öne çıkartılarak bir etnik grup oluşturmak için zorlamalar yapılmış. Örneğin, Trabzon'un bazı köylerinde Rumca konuşabilen insanlar Müslüman Grekler/Yunanlılar olarak tanımlanmıştı. Yöreyi, yörenin tarihini ve etnik gruplarını iyi bilenler bu tanımın tarihi ve sosyolojik verilere dayanmadığını ve yapay olduğunu fark eder.



Bir kısmı daha sonra Türkçe olarak da yayımlanan(14) kitapta sözü edilen bazı gruplar Ali Tayyar Önder'in Türkiye'nin Etnik Yapısı adlı çalışmasında(15) tanımlanmamıştı. Ayrıca bu konularda en son yayımlanan, Trabzon Bölgesindeki bazı köylerde Rumca konuşabilen insanlar üzerine yapılan sosyolojik çalışmanın sonuçlarının değerlendirildiği "Doğu Karadeniz'de Kültürel Kimlik" adlı çalışmada (16) bu dilin tek başına etnik grup tanımlanması için yeterli olmayacağı, bu insanların kendilerini dışarıdan yapıştırılan yaftalardan farklı olarak algıladıklarını ortaya koymuştur.



Aradan geçen birkaç yıl içinde, kendilerini hiçbir zaman Yunanlı hissetmemiş olan ve bizim etnik grup olarak tanımlanamaz dediğimiz insanları, "Müslüman Yunanlılar" diye adlandırılan bir etnik grup olarak şekillendirmeye yönelik dış kaynaklı bir çalışmanın yapılmakta olduğunu gördük. Olayları basın ve yayımlanmış kitaplar dışında izlememiz mümkün olmadığından bilgilerimiz buralarda yer alan olaylar ve çevremizde yaşayanların verdiği bilgilerle sınırlıdır. Ama bu haliyle bile organize bir hareketin varlığını ve kültürel bağlarımız var vb… gibi iddialarla Türkiye'de Müslüman Yunanlı olarak tanımladıkları bir etnik grup yaratma hedefini sezmek mümkün.



Yunanistan'dan Doğu Karadeniz'e turist olarak bazı gruplar gelmekte ve bu gruplar içinde bölgede belli bir amaca yönelik faaliyetler icra etme amacını taşıyan ve genelde aynı kişilerden oluşan bir ekip bulunmaktadır. Ekipte yer alan ve Türkiye'yi onlarca kez ziyaret etmiş bulunan bu kişiler bölgedeki Rumca konuşabilen köyleri ziyaret ederek hediyeler vermekte, özellikle işsiz gençlerle temas sağlamaktadırlar. Bu temaslar çerçevesinde bölgede tanınmış bir aile ile kız alıp vermek yolu ile akrabalık kurulmuş ilişkiler ileri safhalara taşınmıştır. Önceleri bir lise mezunlarına Yunanistan'da üniversite eğitimi için burs veriliyor iken daha sonra, Abdullah Öcalan ile Kenya'da yakalanan ve o dönem İzmir'deki Yunan konsolosluğunda görevli olan Savas Kalenderidis adlı Yunan istihbarat ajanının organizasyonu ile bölgeden işsiz veya üniversiteyi kazanamamış çok sayıda genç, iş veya yükseköğrenim imkânı sağlanarak Yunanistan'a götürülmeye başlanmıştır. Yine bu kişilerin organizasyonu ile bölgeden çok sayıda grubun Yunanistan'ı ziyaret etmesi ve bu ziyaretler esnasında Yunanistan'da düzenlenen Pontosla ilgili toplantı ve festivallere katılması sağlanmıştır. Gezilere katılanlardan elde ettiğimiz bilgilere göre içlerinden bazıları, yukarıda bahsettiğimiz Savas Kalenderidis'le birlikte Türk kamuoyunda PKK'nın Kuzey Irak'taki kamplarını organize eden kişi olarak tanınan Emekli asker Andonis Naksakis'in evinde bir akşam yemeğinde ağırlanmışlardır. Yine bu çerçevede İstanbul'a yüksek lisans yapmak için geldiğini söyleyen Niko adlı bir şahıs bazı mahalli sanatçılarla temasa geçmiş, bunları Yunanistan'daki Pontos festivallerine ve toplantılara katılmalarını sağlamıştı. Yukarıda adı geçen kişilerce ağırlanan sanatçıların bazılarına Yunanistan'da ücretsiz kaset ve CD yapma gibi imkânlar sağlanmıştır.



Yunanistan'ın bu konudaki faaliyetlerini ve örgütlenmesinin alt yapısını gözler önüne sermek için seçilmiş bir örnek olarak Abdi İpekçi ödülünden bahsetmek istiyorum. Bu ödül 1993 yılında Yunan tarafında Yorgo Andreadis'e, 1994 yılında ise Türk tarafında Ömer Asan'a verildi.



Yorgo Andreadis'in Türkçe'de ilk yayınlanan Tamama adlı eserinde (17) kitabın Abdi İpekçi edebiyat ödülü aldığı belirtilirken, Tolika adlı eserinde(18) yazarın Tamama adlı eserinin 1993 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk ödülünü aldığı kaydedilmektedir. Çelişki bundan ibaret değildi. Yazar ödül aldığı ve Türkiye'deki etkinliklerine başladığı dönemde kamuoyuna profesör olarak tanıtılıyordu. Daha sonra Andreadis'in gerçekte profesör olmadığı ortaya çıkınca ticaretle uğraştığı söylenmeye başlandı. Kısaca belli bir organizasyonla Türk kamuoyuna sunulan Andreadis, eserlerinden de anlaşılacağı gibi psikolojik harp uzmanı bir kişi. Almanya ile de bazı ilişkileri var. Pek çok defa Doğu Karadeniz Bölgesini ziyaret edenlerden. Başka bir deyişle 90'lı yıllarda Türkiye'de kıpırdamaya başlayan Pontosculuk faaliyetlerini organize edenlerden birisi ve Savas Kalenderidis ekibi ile yakın ilişkileri var.



1993'de Abdi İpekçi ödülü aldıktan sonra bir rüzgâr estirildi ve Türk-Yunan dostluğunu geliştirme amacıyla Karadeniz Bölgesi'ndeki festivallere konuk edildi, her gittiği yerde törenlerle karşılandı, omuzlarda taşındı ve ağırlandı. Bunda bölgeye daha önce yaptığı ziyaretlerde edindiği dostların da rolü büyük. Arkasındaki organizasyon sayesinde basında ve kültür etkinliklerinde kendine bol bol imkân edindi. İzmir TÜYAP Kitap Fuarı'nda onur konuğu olarak ağırlandı.



Andreadis, 1960 yılından bu yana Doğu Karadeniz Bölgesine yaptığı ziyaretler sırasında bölgeden seçilmiş birçok kişiyi Yunanistan'a davet etti ve ağırladı. Dostluk (!) ödülü almış olan yazarın gerçek niyetinden haberi olmayan Türk okurlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nda, yaşanan bir "dramı" anlatan Tamama adlı kitabı, kitapta yer alan Pontos Marşındaki: "Ölü ya da diri hepsi / İntikam diyor / Tüm Pontusluları, yıkılmış ülkemiz / Silah başına çağırıyor." dizelerine rağmen, etkilenerek okudu. Kitapları ardı ardına yayınlanmaya ve başta Patrikhane olmak üzere bazı kişi ve kuruluşlar tarafından ücretsiz olarak dağıtılmaya başlayınca gördüğü ilgi de gittikçe artan Andreadis'in Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki ziyaretleri esnasında yaptığı faaliyetlerinden amacı sezilince Türkiye'ye girmesi yasaklandı. Andreadis, kitaplarında yer alan Türkleri suçlayıcı ifadeleri 'Onlar Osmanlı' diyerek kamufle edip, savunurken en son yayınlanan Tolika adlı kitabında gerçek yüzünü bir kere daha gösterdi. Kitabın 68, 69 ve 70. sayfalarından alınan aşağıdaki ifadeleri dikkatle okuyun. Bu satırlar, kitabın başında da açıkça yazıldığı gibi, 1993 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk ödülü aldığı belirtilen yazara aittir.



"Mustafa Kemal o sırada Havza'yı da ziyaret eder. Ve beraberindeki asker arkadaşlarıyla Havza'nın tek oteline giderler. Bu otel "Despotun Oteli" olarak anılırdı. Çünkü Havza Rahipler Kurulunun mülküydü. Çok şaşaalı bir oteldi.. Lüks lambaları vardı.



Mustafa Kemal aynı davayı destekleyen, yüksek rütbeli Türk subaylarının ileri gelenleriyle görüş alışverişinde bulunmak için üç gün boyunca otelden çıkmaz.



Sonra Havza'nın sokaklarına çıkıp dolaşmaya başlar. Şeytani bir rastlantı sonucu Piç Vasil'le karşılaşır. Çerkesler'in kendisine armağan ettiği, Rus askerlerinden kalma altından bir süngüsü varmış. Mustafa Kemal Piç Vasil'i hemen durdurur ve çok sert bir ses tonuyla sorar:



"Sen kim oluyorsun da, çarşı içerisinde bir silahla dolaşıyorsun? Kimin emrindesin?.."



Çevresinde, yüksek kademedeki Türk subaylarını görüp te şaşıran Piç Vasil, ona ancak şunu söyleyebilir:



"Efendi Osmanlı Devletinin emriyle"…



Mustafa Kemal sözünü keserek ona bir tokat atar ve şöyle der:



"Ben size minare dibinde salyangoz satmanın ne demek olduğunu gösteririm"..



Ve şöyle diyerek kovar onu:



"Devril gözümün önünden." Yani "Kaybol gözümün önünden" demek ister. Piç Vasil karşı koyamaz, beyaz atına binerek ortadan kaybolur.



Mustafa Kemal henüz üç sokak aşağıya doğru ilerlememiştir ki, önünde silahlı bir atlı daha belirir. Havza kent merkezine doğru giden atlıyı durdurur ve sorar:



"Sen kimsin ve kimin emriyle, kimden izin alarak böyle silahlı vaziyette çarşıya doğru gidiyorsun?"



Tepeden tırnağa silah kuşanmış kişi de sinirlenir ve söylenceye göre Kemal ve eşine şöyle der:



"Asıl sen kimsin, böyle birdenbire benim karşıma çıkıyorsun?" Kemal, silahlı atlının kararlılığını görünce, geriye çekilir ve onun geçmesine izin verir. Başını bilhassa geriye çevirir, atlının gidişini izler.



İnsan şöyle bir düşünüyor de, eğer her zamanki alışkanlıkla, Piç Vasil tokadı yediğinde içerleyip, soğukkanlılığını korumasaydı ve bıçağını çıkartıp çekmiş olsaydı o anda Kemal ölmüş demekti.



Veya eğer Kemal zırhlara bürünmüş atlıya karşı çıksaydı ki o atlı Deli Sokrat'tı, yine bir cinayetin işlenmesi işten bile değildi…



Bu öyle bir cinayet olurdu ki, tarihin akışı değişebilirdi ve Türkiye kendisine yeni bir Atatürk aramaya koyulurdu."



Kitaptan öğrendiğimize göre asıl adı Çavuşidis Vasilos olan Piç Vasil, Havza yöresinde, Deli Sokrat ise Lâdik ilçesindeki Pontos çetecilerinin başı idi(19). Kurguladığı hikâyede Mustafa Kemal'i Rum çete reisinin önünde korkup geri çekilen ve Rum çetecinin ardından hayran hayran bakan bir durumda tasvir eden de yine aynı yazardır.



1994 yılı Abdi İpekçi ödülünü Türkiye tarafında alan Ömer Asan ise Açık Öğretim Fakültesi mezunu bir genç. İstanbul Maltepe'de fotoğrafçılık yaparken tanıştığı bazı kişiler vasıtası ile Yunanistan'a gitmiş. Orada birkaç ay kalıp, bazı çalışmalarda bulunmuş. Kendisine Yunanistan'da sahip çıkanlar arasında Yorgo Andreadis de var. Karadeniz üzerine yazdığı bir yazı nedeniyle Abdi İpekçi ödülünü 'köşe yazısı' dalında aldığını, o günlerde ödülle ilgili yayınlanan haberlerden ve kitabına koyduğu biyografisinden öğreniyoruz. Fakat ödüle layık bulunan yazıyı uzun müddet araştırmama rağmen bulamadım. Daha sonra Asan'la tanıştığımda, ona ödül alan yazısını sordum. Kendisi bana, bunun yayınlanmış bir yazı olmadığını ödül komitesine gönderilen bir mektup olduğunu söyleyince oldukça şaşırdım. Her nedense, ödül komitesi, ödüle yayınlanmış hiçbir yazısı bulunmayan Asan'ın, gönderdiği bir mektubu layık görmüştü. Dışardan bakınca "Bir yazı yazdı kaderi değişti" diyebilirsiniz.



Ödül alan genç, bir program çerçevesinde Yunanistan'a gitmiş burada röportajlar vermiş ve bazı etkinliklere katılmış. Türkiye'ye döndükten bir müddet sonra da "Pontos Kültürü" adlı bir kitabı yayınlanmıştı(20). Yazar kitabında özetle, ailesinin evde Rumca konuşması nedeniyle kimliğini merak ederek araştırmaya başladığını ve kitabının da bu kimlik sorgulamasının bir ürünü olduğunu belirtmektedir.



Yazarın kimlik sorgulamasının, Doğu Karadeniz Bölgesi'nde yaşayan kültürü kabaca Yunan mitolojilerine dayandırma çabalarının ve Rumca üzerine bir dil çalışmasının yer aldığı kitap, bir bölümü ile de köy monografisini andırmaktadır. Kitabı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde amacının, kimlik arayışı adı altında, Doğu Karadeniz kültürünü, mitolojik ve tarihi verileri kullanarak, Yunan kültürü ile ilişkilendirmek olduğunu görüyoruz. Nitekim daha sonra Ömer Asan'ı doktora talebesi olarak yanına alan Prof. Dr. Neoklis Sarris kitaba yazdığı Önsözünde Asan'ı Türkiyeli Elen olarak selamlayarak kimlik arayışını önsöz bölümünde sonuçlandırmış görünüyor.



Türk basınında çeşitli vesilelerle kitap ve yazarı hakkında birçok yazı ve röportaj yer almıştı. Bunlarda yazar amacının ne olduğunu tam olarak açıklamadığı "Pontos Kültürüne" erişmek olduğunu belirtiyor ve bir kimlik arayışı içinde olduğunu dile getiriyordu. Asan, Pontos Kültüründen kastının, bu kavramdan Yunanistan'da anlaşılan şey olup olmadığını açıklamasa bile Yunanistan tarafından gösterilen ilgiden aynı şeyin kastedildiği anlaşılmaktadır. Kitap daha sonra Yunancaya çevrilmiş ve Yunanistan'da da yayınlanmıştır. Bu çerçevede Asan'ın Yunan ve yabancı basına verdiği röportajlarda yazarın ağzından öne çıkarttığı iddialar özetle şöyleydi. "Bugün Trabzon bölgesinde 60 köyde ve özelikle Of bölgesinde hala eski Yunan diyalekti ile konuşan insanlar vardır ve bunların sayısı 300.000'dir"(21) Bu da Asan'ın Pontos Kültüründen kastının Yunan tarafının Pontos Kültüründen kastı ile aynı olduğu savımızı doğrulamaktadır. Yazar, bir televizyon programında da açıkladığı gibi, bu rakamları hiçbir araştırmaya dayandırmadan kendi tahminine göre hesaplamıştır. Fakat rakam, Andrews'in kullandığı nüfus verileri ile çelişmektedir. Bu rakamların bölgede bir etnik grup yaratmaya yönelik iddialara temel teşkil etmesi amacıyla Türkiyeli bir yazarın ağzından sunulduğu şüphesizdir. Nitekim Asan'la yapılan röportaj ve verdiği rakamlar Yunanistan kaynaklı birtakım çevrelerin çabalarıyla The Herald Trubine'de bile yayınlandı.



Tesadüf bu ya 1993 ve 1994 yılında Abdi İpekçi ödülünü verenler hem Türk ve hem de Yunan tarafında Pontos’la ilgilenen ve bu konuda aktif çalışmalar yapan iki kişi bulmuş ve bunları Türk ve Yunan kamuoyuna sunmuştu. Ödül sahibi kişilerden Türkiye'de şüpheli bir örgütlenme içinde olan, Andreadis Türk-Yunan Dostluk ödülü sahibi kişi olarak tanıtılırken, Asan da Türkiyeli Hellen olarak, Yunanistan tarafından kucaklanmış, onun ağzından yapılan röportajlar Yunan ve batı kamuoyuna sunulmuş, Türk tarafında huzursuzluk yaratılırken Yunanistan'da kültür ve kimlik konusunda büyük problemleri olan Doğu Karadeniz Bölgesinden 1923 yılında göçmüş olanlar arasında yeni heyecan fırtınaları estirilmiştir. Türkiye'de kitap yazmak ve imzalamaktan başka etkinliği olmayan Asan Yunanistan seyahatlerinde Yunan Faşistlerinin Karadeniz bölgesinden göçen Rumlar üzerinde oynadığı oyunlara kol verip horonlar oynamıştır.



Bu tarz faaliyetleri açıklamak için Abdi İpekçi Ödülü örneğinin yeterli olduğunu düşünüyorum. Örnekleri çoğaltıp bunlara Yunanistan'ın tahsis ettiği gemiye Ortodoks Patriğiyle birlikte binip Karadeniz'de dolaşan ve Pontos Kongresini toplayanları da ekleyerek sözü uzatmak niyetinde değilim ama bu faaliyetlerin belli bir amacı vardı ve bu büyük ihtimalle Türk-Yunan Dostluğunu geliştirmek değildi.



Doğu Karadeniz Bölgesine yönelik faaliyetleri doğru değerlendirebilmek için dikkatten kaçırılmaması gereken bir boyut daha vardır. Bunlar Almanya ve Fransa'nın Kafkasya üzerindeki hedefleri ve Yunanistan'ın Türkiye'nin doğusunda Ermenistan ve İran'la birlikte yaptığı anlaşmalardır. Bu çerçevede güncel olan gelişme ise Trabzon Limanının özelleştirilmesinde yatan oyunlardır. Yunanistan İran'la yaptığı anlaşmada İstanbul'daki Ortodoks Patriğini de taraf olarak imza attırdığına göre siz buna Patrikhaneyi de ilave edebilirsiniz.



Yukarıda açıklamaya çalıştığımız Postmodern Pontosculuk faaliyetlerinin hedefi olan Karadeniz bölgesi, ekonomik olarak sahipsiz bir vaziyettedir. Karadeniz Bölgesinde sanayi, nakliyecilik, hayvancılık, meyvecilik çökmüş, sahile yakın kesimlerde ise sadece fındık, çay ve tütün yetiştirilmekte bu ürünler de düşük bedellerle ve bir seneye varan ödeme programlarıyla işlem görmektedir. Uygulanan ekonomik politikalar sayesinde köylü sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Ülkeyi kasıp kavuran ekonomik kriz sanayiyi vurmuş. Özellikle gençlerin çoğu işsiz. Geçmişte sorunlarını göç ederek çözmeye çalışan bölge halkı ekonomik kriz nedeniyle bu imkânı da yitirmiştir. Boşalmış köylerde yaşamak zorunda kalanların birçoğu kış aylarını geçirebilmek için kasaba merkezlerine inmek zorundalar. Dağlar gibi biriken sorunları çözmek için hiçbir ciddi çaba sarf edilmemektedir. Oysa bölge ekonomiye kazandırılacak birçok zenginliğe sahip. Küçük bir örnek verelim; Bölgede eskiden bolca bulunan kestane ormanları, bölge evlerinin yapımında olduğu gibi, Osmanlı donanması ve deniz nakliyat araçlarının inşasında da kullanılmaktaydı. Ormanların devletleştirilmesinden sonra yok olan kestane ormanlarından kerestesi üretimi de yok denecek seviyelere inmiştir. Son yıllarda artan ahşap yat ve tekne yapımı için kereste ihtiyacı ise ithalat yoluyla karşılanmaktadır. Küçük bir mevzuat değişikliği ile kestane ağacı, meyve ağacı kapsamına alınır ve boşalan köy arazilerinde özel kestane ormanları kurulmasına izin verilirse bölge ve ülke ekonomisine çok büyük katkılar sağlayacak bir ürün kazanılmış olur. Geçmişte hayvancılık ve meyvecilik önemli bir geçim kaynağı idi. Hayvancılık öldürülmüş, bir zamanlar her yerde aranan Trabzon tereyağının ünü bilinmektedir ama "Trabzon Tereyağı" etiketiyle Hollanda'dan ithal edilen yağlar piyasaya sürülmektedir. Daha 25 yıl öncesine kadar bölgede 32 çeşit armut, 18 çeşit elma, 11 çeşit erik ve narenciye türleri yetişmekteydi. Hepsi de yöredeki iklim şartlarına uygun olan ve hastalıklara dayanıklı türlere dayanan meyvecilik, Tarım Bakanlığının geçmiş yıllarda dağıttığı yabancı menşeli fidanların bölge iklimine uygun olmaması ve geleneksel meyveciliğin geliştirilip, modern depolama, ambalajlama ve pazarlama organizasyonları ile ulusal ekonomiye açılmaması nedeni ile yok olmuştur. Bu gün bölgede neredeyse yok olan meyvecilik, Osmanlı döneminde özellikle Rusya'ya yapılan ihracatta önemli bir yer tutmaktaydı.



IMF uygulamaları çerçevesinde bölgedeki tütün üretimine de önemli bir darbe vurulmuştur. Bölgede özel ormancılık, hayvancılık ve meyvecilik bir master planla canlandırılabilir, bölge ekonomisine istihdam sağlayacak sağlıklı alternatif kaynaklar kazandırılabilir. Böylesi zenginliklerimiz değerlendirilmek için beklerken halkın sefalet çekmesini kabul etmek mümkün değil.



Bölgede ekonomik sorunları ağırlaştıran birçok doğal felaket de yaşanmaktadır. Coğrafi yapı ve aşırı yağışlar sonucu su taşkınları ve toprak kaymaları olmaktadır. Çoğu kez ağır maddi kayıplarla atlatılan bu doğal afetler yüzünden zaman zaman ölümler de olmaktadır. 1998 yılında Beşköy beldesi 47 ölümle sonuçlanan bir afetle tamamen ortadan kalkmıştı. Bu felaketin hemen ertesinde, bu konularda etkin çalışmaları olan bir Yunan elçilik görevlisi beldeye gelerek halkla yakın temasa geçti. Yunanistan'ın kendilerine yardım etmeye ve yaralarını sarmaya hazır olduğunu söyledi. Tabii Türkiye Cumhuriyetinden de başta Cumhurbaşkanı olmak üzere birçok yetkili ve politikacı da bölgeyi ziyaret etti ama rüzgâr gibi gelip geçtiler. Aradan geçen 4 yıla rağmen bu beldenin hiçbir sorunu çözülmemiş, bölge Bakanlar Kurulu tarafından afet kararnamesi kapsamına bile alınmamıştır. Bazı gençlerin sağlanan imkânlarla eğitim ve iş için Yunanistan'a gittiği bu belde insanı, karşılaştığı felaketin yaralarını saramazken, sorunlar altında ezilmekte ve istismara açık bir durumda yaşamını devam ettirmeye çalışmaktadır. Bölgedeki ekonomik durumun bu tür faaliyetler için uygun şartlar içinde olması Postmodern Pontosculuk faaliyetleri karşısında Türkiye'nin zayıf karnını oluşturmaktadır.



Sonuç olarak, Postmodern Pontosculuk olarak tanımladığımız bu organize hareketlerin bir yönünün, geçmişte yaşananlardan dolayı Türkiye'yi Dünya kamuoyu önünde soykırım iddiaları ile suçlu duruma düşürüp, tazminat ödemeye mahkûm ettirmek olduğunu biliyoruz. Diğer yönü de Karadeniz Bölgesinden Yunanistan'a göçenlerin bu gün bile çözemedikleri kültür ve kimlik sorunlarının üstünü örtebilmek. Bildiğimiz gibi, son yıllarda Rusya'dan göçenlerle birlikte, Karadeniz göçmenlerinin sayısı Yunanistan nüfusu içinde önemli bir miktara ulaştı. Çözülemeyen sorunlardan dolayı Yunanistan'daki ulus devlete yönelebilecek tepkileri bu tür organizasyonlarla Türkiye üzerine çevirerek, onları aşırı milliyetçi bir baskı altında tutmak Yunanistan'ın izlediği politikaların ana çizgisini oluşturmaktadır. Postmodern Pontosculuk faaliyetlerinin üçüncü hedefinin de bölgede yeni bir etnik grup oluşturmaya yönelik olduğunu söylemek için kâhin olmak gerekmez. Yunan tarafının 'bölge ile kültürel bağlarımız var' iddiası ve bu iddiayı özellikle Türk tarafında olan kişilerle dile getirmeye çalışması olayın sistematik, orta ve uzun vadeli hedefleri olan bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Konu bu çerçevede değerlendirilirse tedbir için de ilk adım atılmış olur.



KAYNAK

(1) Akdes Nimet Kurat. Türkiye ve Rusya XVIII Yüzyıl Sonundan Kurtuluş Savaşına Kadar Türk-Rus İlişkileri (1798-1919) 1970 Ankara s. VII.

(2)Miralay A.Süleyman. Pontos Davasından: Rusların 1810'da Trabzon'a Bir Baskını. Askeri Mecmua. Sayı 45-48 (1339) s.24-28.

(3)Mehmet Bilgin Sürmene Tarihi. İstanbul 1990 s. 328.

(4)Age s 330.

(5)Mehmet Bilgin. Doğu Karadeniz Tarih Kültür İnsan. Serander Yayınevi Trabzon 2000.

(6)Neal Ascherson. Karadeniz.Çev.Kudret Emiroğlu.İstanbul 2001 s.336 .

(7) Age s.336.

(8) Mesut Çapa. Pontus Meselesi.Trabzon 2001 s 32-33.

(9)Stefanos Yerasimos. Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar,Kafkasya ve Orta-Doğu 2.bs İstanbul 1995 s 388.

(10) Çapa .Age s 40-41.

(11) Bu merkezlerde birisi Küçük Asya Araştırmaları Merkezi (Centre d'Etudes d'Asie Mineure, Kydathineon 11 ,105 58 Athen/Greece) diğeri ise Pontos Araştırmaları Komitesidir (Epitropi Pontiakon Meleton , Agnoston Martyron 73, 171 23 Nea Symrne-Athen/Greece) adresindedir.

(12) Yunanistan da bu konuda kurulan enstitülerin başında Küçük Asya Araştırma Merkezi gelmektedir. Küçük Asya Araştırma Merkezi tarafından yukarıda anlattığımız şekilde hazırlanan ve sözlü tarih çalışmalarına dayanan ve Türkçe'ye çevrilen kitaplara bir örnek vermek gerekirse. Küçük Asya Araştırmaları Merkezi. Göç. Türkçe Basımı Derleyen Herkül Milas, Yunanca’dan Çeviren: Damla Demirözü 2.bs İletişim Yayınları İstanbul 2002.

(13) Peter Alford Andrews – Rüdiger Benninghaus.Ethnic Groups in the Republic of Turkey.Wiesbaden 1989.

(14) P.Alford Andrews. Türkiye'de Etnik Gruplar . Çev. Mustafa Küpüşoğlu. Ant Tümzamanlar Yayımcılık İstanbul 1992.

(15) Ali Tayyar Önder. Türkiye'nin Etnik Yapısı Halkımızın Kökenleri ve Gerçekleri. 4.bs İstanbul 2002.

(16) Ethem Yıldız-Muammer Ak. Doğu Karadeniz'de Kültürel Kimlik(Çaykara ve Tonya Örneklemeleri).Çatı Kitapları İstanbul 2002.

(17) Yorgo Andreadis. Tamama Pontus'un Yitik Kızı. Çev. Ragıp Zarakolu. Belge Uluslararası Yayıncılık İstanbul 1993.

(18) Yorgo Andreadis. Tolika "Bacikam Al Beni" Çev. Tanju İzbek Belge Uluslararası Yayıncılık İstanbul 1999.

(19) Age s 67-68.

(20) Ömer Asan.Pontos Kültürü. Belge Yayınları İstanbul 1996.

 
 
 TÜRK ORDUSUNUN EVRENSEL UYGARLIKLARDAKİ DEĞERİ BİÇİLMEZ YERİ

Son zamanlarda  Türk ordusunu karalama siyaseti  güdülmektedir. Bu siyaseti yürütenler Türk Ordusunun  zaman ve mekânda, Uygarlıklar dünyasındaki evrensel değerini bilmemektedirler. Şunu kuvvetle iddia edebiliriz ki, Türk ordusunun bu seçkin yerine tüm dünyada, başlangıçtan günümüze kadar kurulmuş ve yok olmuş en büyük ordular ve günümüzdeki en kudretli Amerikan ordusu dahil, hiç biri sahip olamamışlardır. Olamazlar da… Çünkü, onun değeri tarihin içinde, onun derinliklerinde oluşan Ön-Türk Evrensel Uygarlığının ayrılmaz bir parçası olarak gelmektedir. Sahip oldukları ileri seviyedeki  düşünce kabiliyetleriyle Yazıyı bulan ilk siyasal kuruluşları oluşturan, Gök Kültü / Ateş Kültü inançlarıyla Tek tanrı kavramını kuramsallaştıran, varlık / yokluk kavramlarını inceleyen ve ondan bu şekilde çok kapsamlı varmış olan Ön-Ata Kültürü’nde doğmuştur.

Tarihteki Batı’da, krallar ve askerler okuma yazma bilmezler . Ancak rahip sınıfı okuma yazma sahibidirler. Ve bu üstünlükleriyle, derebeylikleri ve krallıkları etkileriyle istedikleri şekle sokmuşlardır. Ön-atlarımızda ise, okuyup yazma bilenler kumandanlar ve, İsız Uyubuz qul’lar(rahipler)dır.
.
Batı dünyası ve Batı’nın yazdığı Evrensel tarihe göre, İlk büyük tarihçi Herodot’tur. Dünya günümüze kadar bu yanılgı içinde yaşamıştır. Tarihsel gerçekler  bu şerefin , ilk tarihçilere sahip olma şerefinin ,ön-Atlarımıza ait olduğunu gösterirler :
K.Mirşan’ın  Üst Asya’da Uluğ-Kem vadisinde, Sülyek köyündeki kaya yazıtlarında bulduğu ve okuduğu  Karargâh personeli yetiştirmek için verilen ders  cümlesi,  askerin okuyup yazma bildiğini uygarlık dünyasına haykıran, değeri henüz resmî(K.Mirşan Alfabetik yazı başlangıcı) araştırmacılarımız tarafından takdir edilmemiş olan bir görsel belgedir. Tarihini, yazı karakterine bakarak – şimdilik (– 7 / 6binler) olacağını düşünüyoruz.

Gelelim tarihçilere :
Herodot İ.Ö.484/420 yıllarında yaşamıştır.
İlk Türk tarihçisine gelince, Ordu Komutanı Bilge Atung Uquq İ.Ö 572 / 535 yıllarında yani,Herodot’tan 87 yıl önce…
İkincisi ise, Ordu Komutanı  Öngre-Binğabaşı İ.Ö 530/535, yani, 46 yıl önce doğmuşlardır.
Örneğin, Öngre- Binğabaşı’nın , Bilinmeyen ya da Bilinmek İstenmeyen geçmişteki Türk tarihine ışık tutan iki büyük yazıtını aşağıya alıyoruz TARİAT ve ŞİNE-USU

Yazıtların başlığı şöyledir :
ÖTÜMİN KÜNLİG BİTİG BïLGÜ BİTİNGÜÇÜ , ÖNGRE-BİNĞABAŞI
Geçmiş Günlere Ait Yazılı Belge, yazanı ÖNGRE-BİNĞABAŞI .

TARİAT yazıtı : Moğul Cumhuriyetinin Arxanğay aymağının TARİAT bölgesindeki Terhingol ırmağı vadisinde 1969 yılında bulunmuştur , Bir kaplumbağa heykelinin üstüne oturtulmuştur.T.Tekin tarafından Belleten, cilt XLVI sayı 184 , ekim 1982’de yayınlanmıştır
Bölüm 1 : Tengride Bolmış  Ïl Ïtmiş,, Bïlge Qağan…Bu başlangıç cümlesinin anlamı şudur ;
Tengride Bolmış , Tanrıda var olmuş, yani ezeldenberi var olan,
Ïl = halk, Ïtmiş = kalkındırmış, Halkı kalkındırmış
Bïlge…Bil/e, belde’ye, egemenlik’e demektirki, Bu kelime (bil)in, (bilgi)nin kökü olduğ sanılmış ve BİLGE – çok yanlış olaral bilgin anlamına kullanılmıştır. BİL/ge, Asya Türkçelerinde ,örneğin, Edirne/ge, İzmir/ge şeklinde kullanılmaktadır.
Bïlge Qağan, Egemenliğe Qağan, Egemenliğin Qağanı demektir.
Cümleyi toplarsak :
“Evren’in yaradılışından beri var olan halkı kalkındıran, Egemenliğin Qağanı” demektir.

Bölüm 2 :  Türük Bil’in kuruluşunu anlatır. Birbirini devamı hâlindedir.Bu yazıt da Moğolistanın Mogoitsu ırmağı Şine Usu gölü yöresinde Finliler tarafından 1909’da bulunmuş Ve Ramstedt tarafından 1918’de yayımlanmıştır.18 bölümdür
Resmî tarihin sırtını dönmüş olduğu bu Türük Egemenliği, İ.Ö. 879’da kurulmuş ve İ.S.580’de sona ermiş, 1450 yıllık 5 At-Oğ(hanedan)u içeren Türk tarih ve kültürünü ortaya koymuştur. Her iki yazıt K. Mirşan tarafından okunarak Anadolu Prototürkleri kitabında   sunulmuştur.
Batılılarca ileri sürülmüş olan Resmî Türk tarihi, Türük Bïl diye bir Qağanlığın varlığını bilmez, Bu egemenliğin İsadan sonraki döneminde örneğin, Gök Türk devletini yaratırlar. Ayrıca Bu ad gerekli Türkçeler bilinmediğinden -çünkü Türkçe 41 lehçeden oluşur, bunlardan , Anadolu Türkçe’si Türk Kültürü araştırmaları için asla yeterli değildir. Osmanlıca ise söz konusu bile olamaz.– önce GÖK-TÜRK  diye okunmuş sonraları  bu adın okunuşu  KÖK TÜRK’e dönüştürülmüştür. Gerçek okunuş şekli ÖKÜK-TÜRÜK’tür ve Rabbânî Türk demektir. İşte burada karşımıza büyük bir târihî gerçek çıkar : Asyalı kardeşlerimiz, BİZ BÖYLE BİR TARİH YAŞAMADIK  derler, resmî tarih ise.hâlâ, Gök-Türk devletinden söz eder..

Bu serinin  15’nci, TUTUQ BAŞ ( Çanakkale) seferi bölümü’nde İstanbul’da İlk kurulan devletin Ön-Türk Devleti olduğunu ve adının da :
OY- URUM ATIN,
Başkentin adının, yani İstanbul’un tarihteki ilk adının OY-OĞ olduğunu da öğrenmekteyiz…Bu yazılı belgeden sonra hâlâ BİZANS diye tutturmanın ne kadar boş olduğu meydandadır ; yeter ki Resmî Tarih bu yazılı belgelere sırtını dönmekten vazgeçsin.. Yazıtın, Makedonya ve Balkanları , yazıları ve ileri seviyedeki kültürleriyle yurt edinmelerinin  Yunandan binlerce yıl önce olduğuyla ilgili bilgiler verdiğini bu kısa yazıda açıklayamayız.

Kimi süper entellerin ,“ Adriyatik’ten Çin’e kadar” diye alay konusu yaptıkları geniş sahada ,her şeyden önce ,Türk dil ve kültürüyle egemen olduğu Türük Bil’in
topraklarını teftiş etmek,
askerî teşkilât kurmak ve
savaşlar nedeniyle,  bu uçsuz bucaksız toprakları at üstünde  dolaşarak tanıyan kimi komutanlar, gördüklerini, bildiklerini taşa vurdutmuşlar, böylece  bir bölüm, Ön-ata tarihinin ve kültürünün evrensel uygarlıklarda aldığı yeri ebedîleştirmişlerdir

Türk ordusu, tarih boyunca  aydın ve türdeş bir kitle olmak niteliğini daima korumuştur.
Günümüzde, çok yönlü bir okul vasfı yanında, Demokrasi, Bölünmez Ulus Devletin  ve Lâikliğin koruyucu ve kollayıcısı olarak  ulusal görevini sürdürmektedir.

Ülkemizi kargaşa içinde bırakmak isteyen Dış güçlerin yaptıkları,ordumuzu  değersizlendirme kampanyasına ancak, vatan sevgisi açık eksiltmeye konulmuş, cehalet ve gaflet içinde yolunu şaşırmış olan kendi iş birlikçileri Inanmaktadır ya da, pespaye çıkarları uğruna inanmış olma rolünü, en ufak bir vicdan azabı duymadan oynamaktadırlar. …Binlerce yıldır dimdik ayakta duran Ordumuz sarsılmaz gücüyle sap sağlam yerindedir.

ËBİN ËMÜ UQ ËS A
Karagâhı yönetecek personelin okuyup yazma bilmeleri için ,üst Asyada ULUĞ-KEM vadisindeki SÜLYEK köyünün adını taşıyan yazıtların arasında bulunan bu yazıt “ Karargâh(personeli) yetiştirmek için verilen ders “ diye okunmaktadır.(K.Mirşan)
*( Evrensel Uygarlıkların Köken Kültürü 1A -1B, Halûk Tarcan)
Halûk Tarcan
----------------
Karadenizde Pontus Devleti Kurma Çabaları
Türkiye toprakları üzerinde ilk Pontus örgütlenmesi, İnebolu’da, halkın Manastır adını verdiği bir tepede, Rum asıllı ABDli papaz olan Klematios tarafından gerçekleştirilmişti. Pontus Derneği ise, 1904 yılında Merzifon Amerikan Koleji’nde gizli olarak kurulmuş ve onu, 1908′de Samsun’daki Yasal Savunma ve daha sonra Kutsal Anadolu Rum Dernekleri izlemiştir. Böylece Pontus örgütlenmesi genişlemiş ve Batum’dan İnebolu’ya kadar olan bütün Karadeniz Bölgesi’nde bir çok şubeler açılmıştır. Devamı...


PONTUS RUM SOYKIRIM'I TANIMA ÜYELİK ŞARTI OLSUN

PONTOS RUMLARINA YÖNELİK SOYKIRIM

İNGİLİZ SEYYAH ROBERT BARKLEY SHAW’A GÖRE DOĞU TÜRKİSTAN’DA YAŞAYAN TOPLULUKLAR

HÂKİMİYET-İ MİLLİYE GAZETESİ’NE YANSIYAN YUNAN MEZALİMİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder