10 Mayıs 2018 Perşembe

Ermeni Terörü ve Dış Bağlantıları.

1 Temmuz 2008 tarhli arşivimden...

Osmanlı İmparatorluğu yıllarında başlayan Ermeni terörü modern anlamda terörün ilk örneklerinden birini oluşturur.

Osmanlı toprakları üzerinde bağımsız bir Ermenistan hayaliyle kendisini meşrulaştırmaya çalışan Ermeni terörü, ayaklanmaların başarısızlığa uğramasıyla birlikte kendisini "intikam ve adalet hareketi" olarak tanımlamaya başlamıştır.
Bugüne kadar ki terör olayları incelendiğinde Ermeni terörünün ilk özelliğinin dış kaynaklı oluşu olduğu gözlenir. Nitekim gerek Taşnaklar, gerekse Hınçaklar hedeflerini Osmanlı toprakları üzerinde gerçekleştirmek istemelerine karşın biri Cenevre'de, diğeri ise Tiflis'te kurulmuştur. Diğer bir deyişle hareket içerisinde başı çeken Ermeniler Osmanlı vatandaşı olmadıkları gibi faaliyetlerine Osmanlı topraklarında başlamış da değildirler.

Bu da Ermeni Osmanlı vatandaşlarının mevcut yönetime karşı bağımsızlık talep edecek bir noktaya gelmediklerini, hallerinden memnun olduklarını gösterir. Bu nedenledir ki ilk Ermeni terör örgütleri saldırı hedefi olarak Ermenileri seçmiştir ve çok sayıda Ermeni bu teröre kurban gitmiştir. Ne yazık ki bu öldürmelerin bir çoğu da Batı basınına "Türklerin Ermenilere zulmü" olarak yansıtılmıştır. Yaratılan terör ortamında etki sahasını genişleten Ermeni terör grupları daha sonra diğer etnik gruplara saldırarak etnik gerginliğine ve akabinde de Ermeni-Türk ya da Ermeni-diğer etnik gruplar çatışmalarına yol açmışlardır.

İlk dönem Ermeni terörü incelendiğinde en önemli özelliğin dışa bağımlılık olduğu söylenebilir. Mevcut güçleriyle hedeflerine ulaşamayacaklarını anlayan terör örgütleri büyük güçleri "oyun"a dahil edebilmek amacıyla büyük bir gayret sarf etmişler, bunda başarılı da olmuşlardır. Aslında bu ilişki iki yönlüdür: Batılı ülkelerin çıkarları ve Ermeni radikallerin hedefleri birbirinden ayrıdır, fakat hedefe ulaşabilmek için geçici de olsa bir ittifak gerekli görülmüştür.

1915 olaylarından sonra ise terör olaylarının görünümü oldukça değişmiştir. Artık Osmanlı topraklarında bağımsız bir Ermenistan olamayacağını anlayan terör örgütleri bu kez de "intikam" yeminleri etmeye başlamışlar, ayaklanmaları unutturarak Ermeni saldırganlığını Ermenilere yapılan bir zulüm olarak göstermeye başlamışlardır. NEMESİS olarak adlandırdıkları bu "intikam" harekatının sonunda çok sayıda eski Osmanlı yöneticisi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırılar yeni cumhuriyete ve hatta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'e de yönelmiş, ancak başarılı olamamıştır.

1960'lı yıllara "uyur" görünümde olsa da bu yılların Ermeni terörünü yeni bir şekil altında canlandırdığı, terör için gerekli ortamı hazırladığı söylenebilir. Bu dönemde özellikle Batılı ülkelere göç eden Ermeniler varlıklarını Türk düşmanlığına dayandırmışlardır. Diğer bir deyişle Ermeni olmanın ilk şartı olarak Türklere düşman olmayı görmüşlerdir.
Bu anlayışa göre Türkler Ermenileri yok etmek istemektedirler. Bunun bir sonucu olarak ikinci ve üçüncü kuşaklar Türklere karşı büyük bir nefretle yetişmişlerdir. Bunun dışında Sovyet Ermenistan'ında Stalin ve sonrasında diğer Sovyet yöneticileri ne zaman Erivan ile bir problemleri olsa Ermenilere Türklere karşı olan düşmanlıklarını hatırlatmışlardır. Tüm bu gelişmeler 1970'lerde yeniden patlak verecek olan Ermeni terörü için uygun ortamı sağlamıştır.

1970'li yıllarda Ermeni terörü incelendiğinde de ilk özelliğinin dışa bağımlılık olduğu rahatça görülebilir. Bunun ilk nedeni zayıflık ve diğer ülkelerin desteğine muhtaç durumda olmaksa ikinci en önemli nedeni de uluslar arası alanda cereyan eden güç politikaları ve rekabettir. Türk diplomatlarına dönük Ermeni terörünün Türk - Yunan ve Türkiye - Suriye ilişkilerindeki krizlere paralel olarak hız kazanması bu savın kanıtlarındandır. Yine Soğuk Savaş ortamının bir sonucu olarak SSCB'nin sol Ermeni fraksiyonlarına verdiği destek de bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Sonuç olarak Ermeni kilisesi, radikal gruplar ve örgütler eliyle kimliklerini Türk karşıtlığı üzerinde şekillendiren Ermeni gençleri belki de hiç görmedikleri bir ülkeye ve insanlarına karşı nefretle doldular ve uluslararası ortamdaki yönlendirmelerin de etkisiyle teröre yöneldiler.

Çok sayıda Türk diplomatı ve yabancı uyruklu kişinin ölümüyle sonuçlanan terör olaylarında dış bağlantıyı doğrulayan bir diğer kanıt da özellikle ASALA'nın hemen hemen her kıtada eylem yapabilme gücüne ulaşabilmesi ve bu eylemlerinde neredeyse hiçbir iz bırakmadan kaçabilmesidir. Böylesine bir yeteneğe ulusal istihbarat örgütlerinin desteği olmaksızın ulaşılamayacağı aşikardır.

Diğer taraftan ASALA ile başlayan terör olayları rakip Ermeni gruplarını da cesaretlendirmiş ve bu örgütler arasındaki rekabet sonucunda saldırıların sayısı artmıştır. Saldırılar ne yazık ki Batılı ülkelerce yeterince "ciddiye" alınmamıştır. Bu durum saldırıların Batılı hedeflere yönelmesine kadar devam etmiştir. Saldırılar Batı Avrupa ülkelerini de vurmaya başlayınca ASALA terörüne karşı önlemlerde ciddi bir artış gözlenmiş ve Ermeni teröründeki düşüş de bu döneme rastlamıştır.
Terörün önlenmesinde 1980li yıllarda Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm kurumlarının büyük bir uyum içinde göstermiş olduğu gayretlerin asıl etken olduğu da belirtilmelidir.

Türkiye terörle mücadelede aktif bir çaba göstermiş olmasına karşın Ermeni terörünün kökleri olarak belirttiğimiz alanlarda arzulanan noktaya gelememiştir. Özellikle bilimsel çalışmalar ve çalışmaların diğer ülkelerde imaj yapımında değerlendirilmesindeki sıkıntılar nedeniyle Türkiye Ermenilerce suçlanmaya devam etmiş, yeni nesiller Türk düşmanlığı ile beslenmeye devam etmiş, buna karşın Batılı ülkelerden istenen destek sağlanamamıştır. Türkiye'nin haklı olduğu bir konuda içine düştüğü bu durum soğuk kanlılıkla değerlendirilmeli ve tutarlı politikalar belirlenerek ısrarla uygulama konulmalıdır.

            11 Eylül ve Ermeni Terörü
            Denebilir ki günümüzde Ermeni terörünün sona erdiği hissi uyanmıştır. Oysa ki 1990'ların başında dahi Ermeni militanlar Türk diplomatlarına saldırmışlardır. Ayrıca 1980'lerin aktif örgütlerinde rol alan militanlar halen hayattadır ve her an saldırıları canlandırabilecek durumdadırlar.
11 Eylül olayları yeniden canlanabilecek bir Ermeni terörünün ne kadar yıkıcı olabileceğini göstermiştir. Buna karşın 11 Eylül, terörle tek başına bir ülkenin mücadele edebilmesinin güçlüğünü de ortaya koymuştur. Bu ortamda Türkiye'nin Ermeni terörü de dahil olmak üzere genel olarak teröre karşı diğer ülkelerin işbirliğini aramasında büyük yararlar vardır.

            Sonuç olarak Ermeni terörü incelendiğinde özellikleri itibariyle ciddi bir süreklilik gösterdiği söylenebilir. 100 yılı aşan bu süreklilik gelecek için iyimser olmamızı engelliyorsa da dünyanın terör konusunda ulaşmış olduğu yeni bilinç seviyesi ümitleri korumamızı da sağlıyor.
Doç. Dr. İhsan BAL


TOPAL OSMAN AĞA VE TARİHİ SAPTIRMAK.

Tarih bilincinden yoksun insanların doluştuğu medya ve internet dünyasında değişik konularda dezenformasyona yönelik yayınlar yapılmaktadır. Bu konuda sabıkaları tescilli kuruluş ve isimlerin yanında isimlerinin önünde Prof. sıfatlı adamlarda bilmedikleri, yabancı oldukları konularda kalem oynatarak Türk tarihinin büyük isimlerini karalamaya, kirletmeye çalışıyorlar. Yalanlarla bir hikâye inşa ediyor ve vicdanlarını rahatlatarak büyük şahsiyetlere çalakalem saldırıyorlar. Türkiye’de haksızlığa uğramış isimlerin başında Hürriyet Kahramanı Enver Paşa gelmektedir. Enver Paşa’ya dair bir yazı kaleme alarak bu yanlışlıkların giderilmesi yolunda küçük bir adım atmaya çalıştım. Bu yazının konusu olmamakla beraber tarihçi ve tarih felsefecisi Ziya Nur Aksun’un kısa Enver Paşa değerlendirmesini sizlere yeniden hatırlatmak isterim. “Enver Paşa, Osmanlı neslinin büyük bir temsilcisidir. Bu neslin özelliği gerilimlerinin yüksek bağlanışlarının derin olmasıdır. Bütün varlıklarıyla sever, bütün varlıklarıyla bağlanırlar. Ama ne yazık ki Cumhuriyet nesilleri bu derin bağlanışlardaki güzelliği kavrayamamış, politik, günlük, çıkar çatışmalarını aşamayan değerlendirmeler içinde bu değerleri yok saymış yahut küçültmeye çalışmıştır. Oysa Osmanlının bu son nesli ellerinden gelenin en iyisini yapabilmek adına hayatlarını vermekten çekinmemişlerdir.” Bu karalama kampanyalarının ikinci mağduru Topal Osman’dır. Birkaç gün evvel internette gezinirken bir haber sitesinde profesör namlı bir tarih yoksununun Ergenekon’u Topal Osman’a bağladığı yazısına rastladım. Ergenekon’un kökü Topal Osman’da başlıklı tamamı tarihi yanlışlıklarla dolu bu yazıda Topal Osman çeteci, yağmacı, azınlıkları katleden biri olarak sunulmaktadır. Eğer cehaletten yapılmıyorsa aşağılık bir satın almışın kaleminden dökülecek kelimeler bir Profesörün eliyle Türk Milletine yazı diye takdim edilmektedir. Bu yalancı tarih çığırtkanlarının lince maruz bıraktığı Enver Paşa gibi, Topal Osman gibi biri Türk tarihinin diğeri Kurtuluş Savaşının kahramanlarından olan mümtaz şahsiyetlerin kendilerini savunamayacağı öngörülerek yapılan bu saldırılara artık son vermek zamanı gelmiştir. Bir millet kendine hizmet edenleri bilmeli, sevmeli, hatıralarında yaşatmalıdır. Amerikan Mandacılarının Milli Şef olarak tarihte anıtlaştırıldığı, Sabatayistlerin ilk kurşunu atan kahramanlar gibi gösterildiği bu ülkede Topal Osmanları da savunacak milli kuşaklara, aydınlara, münevverlere ihtiyaç vardır. Milli bilincin yok edilemediğinin en güzel emaresi olan tarihe ve tarihi şahsiyetlere hakkıyla sahip çıkmaktır. Erzurum ve Sivas kongrelerinde Mustafa Kemal’e karşılıksız bağlanan, Mustafa Kemal’in canını emanet ettiği, Balkan Savaşı Gazisi, Sakarya Meydan Muharebesi iştirakçisi, Giresun Müdaafayı Kukuk Kurucusu, Karadeniz’i Ermeni ve Rum çetelerinden temizleyen Topal Osman’a yönelik yetmiş seksen yıldır yöneltilen haksız suçlamalara karşılık verilmesi Topal Osman’ın genç kuşaklara değeriyle tanıtılması gerekmektedir. Kurtuluş Savaşının büyük kahramanı Gazi Milis Yarbay Topal Osman Ağa 1883 yılında Giresun’da zengin bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. İttihatçıdır. Giresun’da Müdaafai Hukuk Cemiyetinin de kurucusudur. Ailesinin bedelini ödemesine rağmen bugün birilerinin asla anlayamayacağı bir şekilde gönüllü olarak Balkan Savaşlarına katılmıştır. Sağ bacağından vurularak Gazi olmuş, topal kalmıştır. Rusların Batum’dan saldırması üzerine Teşkilatı Mahsusa saflarına katılarak Batum cephesine geçmiştir. tifo olduğu için dönmek zorunda kaldığı Giresun’da Ruslara casusluk yapan Ermenileri imha etmiştir. Rusların Trabzon’u işgal etmesi üzerine Tirebolu Gönüllüleri ile birlikte Harşit cephesini kurmuş ve Rusların ilerlemesini durdurmuştur. Ermeniler gibi Ruslara casusluk yapan Rumlar için gelen sürgün emrini bizzat kendisi uygulayarak bu Rumların Şebin Karahisara gönderilmesini sağlamıştır. Rusların geri çekilmesi sırasında Ermeni ve Rum çetecileri ile savaşa savaşa Batum’u ele geçirmiştir. Hasan İzzettin Dinamo anılarında Topal Osman’ın Pontus çetelerini imha ile görevlendirildiğini yazmaktadır. Dinamo’ya göre Mustafa Kemal “Pontus belasından kurtulmayı Topal Osman’ın tecrübeli ellerine” bırakmıştır. Bu görevlendirmeden evvel Teşkilatı Mahsusa’nın son başkanı Hüsamettin Ertürk’e göre Topal Osman Mustafa Kemal’in Samsun’a gelişinde Havza’da gizlice bir görüşme yapmıştır. Hakkında çıkarılan Ermeni tehciri suçundan idam kararına rağmen Topal Osman Ağa bu görevi de başarıyla yerine getirmiş ve Türk ahaliye zulmeden Pontus çetelerini yok etmiştir. Topal Osman Ağa komutasındaki 47. Alay’ın başardığı mühim işlerden biri de Pontus’cuların önemli direniş merkezlerinden olan Havza’yı temizlemesidir. Rum ve Ermenisever lobinin Topal Osman’a tüm saldırılarına rağmen Topal Osman’ın Rum çetelerden elde ettiği mühimmat Kurtuluş Savaşında kullanılmıştır. 8 Temmuz 1919’da Osman Ağa hakkındaki tutuklama kararı Padişah Vahdettin tarafından kaldırılmıştır. Mustafa Kemal’in bizzat isteği doğrultusunda da 1920 yılı sonlarında oluşturduğu gönüllü Giresun Uşakları ile hayatının sonuna kadar Mustafa Kemal’i korumuştur. Topal Osman’ın Giresun Uşaklarından oluşturduğu 47. Alay 1921 Mart’ında patlayan Koçgiri isyanını da başarı ile bastırmıştır. İsmet İnönü, Topal Osman Ağa ve Giresun Uşaklarından övgüyle bahsederken şöyle demektedir; Karadenizli milli kuvvetlerin başında Osman Ağa isminde bir kumandan bulunuyordu. Bunlar Karadeniz’den, Giresun’dan gelmişlerdi. Bir askeri kuvvet olarak hemen bütün muharebelere sevk olundular. Muhaberelere iştirak ettiler, kahramanca cansiperane çalıştılar. Topal Osman Ağa’nın uğradığı haksızlığın temel sebebi Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Beyin katledilmesi meselesidir. Öldürüldüğü son akşam Ali Şükrü Beyin Topal Osman Ağa ile birlikte kahve içmiş olması onu bir numaralı şüpheli haline getirmiştir. Ali Şükrü Beyi evinden alan İsmail Hakkı Tekçe’nin olaydan sonra konuşmaması ile zor duruma düşen Topal Osman Ağa anlatıldığı üzere Çankaya Köşküne de Mustafa Kemal’i bulmak için değil orada bulunan İsmail Hakkı Tekçe ve adamları için saldırmış fakat orada da kimseyi bulamamıştır. Topal Osman Ağa kendisine bir tezgâh kurulduğunun farkına varsa da iş işten geçmiştir. Ankara Seyran bağları mevkiinde İsmail Hakkı Tekçe ve komutasındaki birliklerle 18 saat süren bir çatışmanın ardından yaralı yakalanmasına rağmen 2 Nisan 1923 tarihinde yine İsmail Hakkı Tekçe tarafından öldürülmüş ve kafası kesilmiştir. Geride bıraktığı onca fedakârlık ve kahramanlığa rağmen hak etmediği biçimde bir çukura gömülen Topal Osman Ağa’nın aziz naşı artan yoğun baskılar yüzünden gömüldüğü yerden çıkarılmış 4 Nisan 1923 günü yani öldürüldükten iki gün sonra TBMM önünde ayaklarından asılarak Ali Şükrü taraftarları ve Mustafa Kemal karşıtlarının öfkesi dindirilmiştir. Mustafa Kemal’in bu konuda suskunluğu bürünmesi ise ilginçtir. Milli Mücadelenin büyük isimlerinden Yarbay Topal Osman Ağa’nın bu hazin ölümü her Karadenizlinin yüreğini burkmaktadır. Oluşturduğu kahraman Giresun Uşakları ile Karadeniz’i Rum ve Ermeni çetecilerinden temizleyen Yarbay Topal Osman Ağa büyük Türk Milletinin seçkin evlatlarındandır. Tarih şuurunu kaybetmiş günümüzün Profesörlerinin, Mc Donald’s İslamcılarının, Numaralı Cumhuriyetçilerinin aksine milletine sımsıkı bağlı olarak Kurtuluş Savaşında vazifesini yerine getirerek bir gün kendisine tarihin sunacağı o şerefli sayfada yerini almıştır. Büyük vatan kahramanı Yarbay Topal Osman Ağa. Minnetle analım… Ruhu şad olsun...
Müjdat Öztürk
www.mujdatozturk.com
Yararlanılan Kaynaklar Topal Osman Ağa Teoman Alpaslan Kumsaati Yay. Topal Osman Olayı Rıza Nur İşaret Yay. Kutsal İsyan H. İ. Dinamo Tekin Yay.

Haluk Tarcan'dan açıklama.

 Esas  ORİJİNAL KAPAK : Mimar Sinan Üniversitesi hocalarından, Mimar ve ressam Ercüment Tarcan tarafından yapılmıştır.
Kırmızı renkli alev , yarattığı hâle’den yükselerek ucu, dünyayla temasa geçerek halk kültürünü, Ön-Türk kültürünü Dünyaya yayar ve Evrensel kültürün kökenini oluşturur. Kitabın başlığı da bu mesajı içeren karenin  üstüne gelerek onu güzel ve derli toplu bir çerçeve, kapalı bir sistem içine alır.

Kapağı, Sâri hastalığı ifade eden “Karantina bayrağı”nın ve ayni zamanda Ölü rengi ve korku sembolü olan sarı renkle boyanmış olan   kitapta, sonradan siyah, kırmızı çıkmış olan kitapların kapaklarında , Töre yayıncıları kendilerince güzel olacağını sanarak,
•   alev ile dünya arası açmışlar ve
•   Ön-Türk Uygarlıkların Dünyaya yayılması fikrini tahrip etmişler,
•   kapağın yukarı doğru biçimsiz bir şekilde uzamasına neden olmuşlar, kapalı sistemi bozmuşlar ve de her şeyin üstünde,
•   Töreciler , kapağın bir mesaj verdiğini fark etmemişlerdir.
Ayrıca, kendilerince güzel olacak düşüncesiyle,
•   ışınları çift ve sık basarak
•   Amerikan şeriflerinin madalyası havasını yaratmışlardır.

Benim ve Ercüment Tarcan’ın haberi olmadan yapılan bu anlamsız ve zevksiz  değişikliklerle  Ercüment Tarcan’ın yalnız  telif haklarına tecavüz etmekle kalınmamış, onu zevksiz , kültürsüz ve beceriksiz bir kapak ressamı olarak tanınmasına neden olmuşlardır


İşte bu, nispetleri bozulmuş (Tarihin Başladığı – ÖN-TÜRK UYGARLIĞI – Resmi tarihin Çöküşü) başlığını  taşıyan kitabımın içeriğinde, en az 46 (kırkaltı) yerde TELİF HAKLARIMA çeşitli şekilde tecavüz edilmiştir:

•   Kaldırımış makaleler, konuşma metinleri,
•   değiştirilen, ilâve edilen ya da yok edilen, paragraf, cümle ve kelimeler,
•   paragraf ve bölümleri ayıran  ara satırların sıkıştırılması sonucu sahife düzeninin yığın şeklini almış olması
•   bazı sahifelerdeki kargaşa halini yaratması,
•   Dip notlarındaki  karışıklık,
•   resimlerle, açıklamaların ayrı sahifelere yerleştirilmeleri, ya da ayni sahifede birbirlerine tıkıştırılmaları kitabın ,
•   bilimsel değerini sakatladığı gibi
•   Göz için de algılanması zorlaşmıştır.
Ayrıca, asla bana gösterilmemiş ve Kitabın başına ilâve edilmiş olan üç sahifede, İmece kavramının ileri sürülmesi ve bir takım sanal kurullarının eleştiri ve tavsiyelerinden geçerek kitabı kaleme aldığım fikrini veren hayalî ifadeler benim adıma yapılan teşekkürlerle bilimsel şerefim ayaklar altına alınmıştır.

Tüm bunların  sonucu kitap,
•   Bilimsel araştırmacı niteliğine sahip olan bir kişinin asla yazmayacağı , utanç duyacağı bir yapıt hâline dönüşmüş , beni,
•   özellikle bilimsel ortamlarda küçük düşürmüştür..

Her şeyin üstünde
•   Evrensel uygarlıkların kökenindeki Ön-Türk Uygarlığını ortaya çıkarmış, yaşamını bu araştırmalara adamış olan sayın Kâzım Mirşan’ın çalışmaları,
•   benim, 1962’denberi bu konuda yaptığım çalışmalar, bunun için harcadığımız emek ve göz nuru  hiçe sayılmış,
•   Ayni zamanda da , Türk tarihi ve Evrensel tarihin yeniden yazılmasını gerektiren değerinin büyüklüğüne  karşı, en ufak bir saygı  duyulmamıştır.

Bu kitabım, asla haberim olmadan Töre yayın gurubu tarafından olduğu gibi,  İnternet’te bazı yayıncılarda ve ülkemizde pek çok kitapçıda , tekrarlanan 2’nci baskı kaydıyla  satılmış, satılmaktadır..Ve de,
•   Töre’ciler , 6’ncı baskıya doğru yol aldığını sandığım bu satışlarda ,Üçlü öğretime dayanan 40 yıllık çalışmama,  tamamen  sahip olmayı kendilerinde hak bulmuşlardır.
Ülke dışında ve yoğun bir çalışma içinde olmam bu davranışlarını kolaylaştırmıştır.. Bu gerçeği bilmeyen  , belki de bilmek istemeyen, gerçeği bildirmiş olmama rağmen bazı kitapçılar - satışa devam etmektedirler.

 ‘‘Ön-Türk Uygarlığı Araştırma Merkezi’’ ile çok kısa süren ilişkilerimin ilk kitabın çıkışıyla sona ermiş olduğunu da ilâve etmeğe gerek olmadığını sanırım.

Sayın okurların ellerinde bulunan ve
•   (Evrensel Uygarlıkların Köken Kültürü  , ÖN-TÜRK UYGARLIĞI - kitap 1A ve
•   (ANADOLU’NUN ESAS SAHİPLERİ ÖN-ATALARIMIZ -  kitap 1B)ile
•   (KÖKENİNDEKİ ÖN-TÜRK KÜLTÜRÜNÜ BİLMEYEN AVRUPA BİRLİĞİ - kitap 2) beni temsil eden üç kitapdır:
•   Töre yayınının kitabın kapağından başlayarak , tecavüzleri kaldırılmış ve  düzenlenmiş ,  “gerçek 2’nci”  baskı kaydıyla yeniden basılmıştır

Kesilen yazılardan örnekler  :
•   Osman Oğulları ve Türkler(kitap 1A)
•   Selçuk İmparatorluğu- Gazali Fetvasıyla cahil kaldık (1A)
•   Aslan Bulut, İnanılmaz açıklama , Türkiye üzerine oynanan oyunlar (1B)

Kesilen cümlelerden örnek :
•   ….Osmanlı Türklere, “Etrak-ı bi idrâk”…İdrâksizTürkler…  derdi.
Sarı kaplı kitapta sahife 11’den sonra gelmesi gereken ,
(İslâmiyet ve Türkler) bölümü olduğu gibi KESİLMİŞTİR; Bununla,
•   İslâmın felsefesinden uzaklaşılmış olunması nedeniyle
•   bilgi seviyesi eksik olan toplumlarda
•   ikilik doğmasına neden olmuş olan 
•   DİN ile MİLLİYET farkını açıklamama engel olunmuştur,

Yalnızca bu örnekler telif haklarıma tecavüz hakkında bir fikir edinilmesi bakımından yeterlidirler.
Okurlarıma, durumu saygılarla ve özür dileyerek bildirim….

2’nci gerçek baskının hazırlanması için gerekli “mise en page”ı zevkle yapan aziz dostum Mehmet Savaşan’a pek çok teşekkür ederim. Halûk Tarcan


Hayrettin Ertekin ve Koğuşta Kavga Haberine Yalanlama.

21 Kasım 2008
Sabah ve Star gibi yanlı medya ve Gogle de Hayrettin Ertekin ile çıkan haberlerin hepsi düzmece ve yalan . Vedat Yenerel in internet sayfası olan İnternetajansta çıkan haberi sizlere gönderiyorum.

Koğuşta Kavga Haberine Yalanlama
Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunab işadamı Hayrettin Ertekin yandaş medyada çıkan haberleri yalanladı.
19.kasım 2008 günü k Koğuşta Kavga Haberine Yalanlama

Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunab işadamı Hayrettin Ertekin yandaş medyada çıkan haberleri yalanladı.
19.kasım 2008 günü kapalı görüşte Hayrettin Ertekin, ailesi aracılığıyla basında yazılan "koğuşta tartışma" haberlerine tepki gösterdi. Vedat Yenerer ve Orhan Oğuz ile birlikte aynı koğuşta kaldıklarını ve hiçbir sorun olmadığını, koğuş arkadaşlarıyla birlikte çıkan bu haberin yalan olduğunu belirttiler. Mahkemede yaşanan tartışmayı koğuşta olmuş gibi yayınlanmasına tepki gösterdiler.
-----------
Kapalı görüşte Hayrettin Ertekin, ailesi aracılığıyla basında yazılan "koğuşta tartışma" haberlerine tepki gösterdi. Vedat Yenerer ve Orhan Oğuz ile birlikte aynı koğuşta kaldıklarını ve hiçbir sorun olmadığını, koğuş arkadaşlarıyla birlikte çıkan bu haberin yalan olduğunu belirttiler. Mahkemede yaşanan tartışmayı koğuşta olmuş gibi yayınlanmasına tepki gösterdiler. 
İnternetajans- ÖZEL
*****************
                                     HAYRETTİN ERTEKİN
                                      BASIN AÇIKLAMASI

             DEĞERLİ BASINIMIZIN VAZGEÇİLMEZ EMEKÇİLERİ  
Susmak erdemli olmak gibi görünse de, konuşmanın da fazilet olduğunu hepimiz biliyoruz.18 ay her önüne gelenin bilip bilmeyen, görüp konuşmayan, yazıp okumayan yazar-çizer taraflı –tarafsız medyanın yürüttüğü çirkin karalama kampanyasına dönüşen ‘’ERGENEKON’’terör örgütü davasını sulandırıp bir gerçeği halktan saklayanlar aslında bazı meslektaşlarınızdır…
Kendilerini demokrasi heveslisi addedenlerin artık maskelerinin düştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şöyle’ ki!.bu davanın sürecine baktığımızda sizler yüce halkımızdan bir gerçeği saklıyor ve gizliyorsunuz. Malumunuz olan ‘’Ümraniye’ de ele geçen’’birkaç bomba ile başlayan süreç nasıl oluyor da bu kadar aydını okur ,yazar,çizer, politikacı emekli generalleri bazı T.S.K mensuplarını sanatçılarını ilhan Selçuk gibi Sn. Prof. Dr. Kemal  ALEMDAROĞLU’ nu Tuncay ÖZKAN’ ı Sinan AYGÜL,E.Org. Şener ERUYGUR’,Sn. Doğu PERİNÇEK,Vedat YENERER ve Mustafa BALBAY,gibi aydın gazetecileri alakadar eder hale gelebiliyor?bir an düşünün ucu açık olan bu komplo yarın kimlere kadar  gidebileceğini hiç hesap edebiliyor musunuz?burada asıl olan amaç nedir onu hiç sorgulamayı neden akıl edemiyorsunuz?asıl düşünülmesi gerekenin bu olduğunu gözden kaçırmaktasınız.işin asıl ilginç yanı bu duruma tepki vermemenin olduğudur.bu davada yargılanın tutuklu ,tutuksuz tüm sanıkların kişisel bilgileri,siyasi düşünceleri ne olursa olsun,katılın katılmayın bu kişisel görüş veya düşüncelerini beğeninin veya beğenmeyin.hatta yargılansın diye açık tavır koyun,karşı çıkın bunlar mesele değildir.asıl mesele bu düşüncelerin dışındadır.bu kişiler bu bombaları darbe yapmak için mi  bulunduruyorlardı?.. şayet öyle ise bunlar kafir midir?

..yoksa başlangıcımı’ dır sonumudur?..arka planda kimler vardır?..veya kimler bu komployu ortaya atmaktadır. Bunlar, sorgulanmadan kişisel nedenlerle 27 el bombasını muhafazamı ediyordu.

Bunları irdelemeden darbe yapacaklardı! Danıştay’ı hedef aldılar .cumhuriyet gazetesini bombaladılar diyerek,asıl gerçeklerin üzerini kimse örtmeye kalkışmasın.bu davada yasadışı bir örgüt yoktur.kimlik ve kişisel düşünce  ve tavırlarıyla kendince bir düşünceye hizmet etmek isteyen insanların her şehirden her platformdan seçilerek kurgulanarak gece yarısı evlerinden alınan insanlarımızdır.hepsinin vatanı için bir söz sahibi olduğu düşüncesiyle dernek kurmuş sivil toplum ve düşünce derneklerine has bel kadar üye olmuşlar ve benim gibi bu işlere hiç girmemiş insanlar topluluğudur..şahsen 10 aydır bu insanlarla bir aradayım  bu olayın sosyal yönünü akademisyenlerin araştırarak kitaplar yazmasını tavsiye ediyorum.son derece Trajik-komik bir, bir hadiselere vakıf olacaklardır.

bir siyasi otorite tarafından üzerine gidilen ve savcıların ciddiye alıp soruşturma açtığı bu davanın çok kısa zamanda gülünç ve komikliklerle dolu olduğunu göreceksiniz.Bu davanın ciddiye alınarak ülke gündeminde tutulması arka planda nelerin olduğunun gözlerden kaçırılması anlamına gelecektir.bunları etkili biçimde sorgulayan gazeteci sayısı son derece azdır.

Bu davada olduğu gibi ‘’Tuncay GÜNEY’’ve’’Ali YİĞİT’’gibi 2 kişi çıkıp AKP genel başkanı Sn. Recep Tayyip ERDOĞAN gazeteci Fehmi KORU, yazar Abdurrahman DİLİPAK,Bülent ARINÇ,Mustafa ALBAYRAK,Fetullah GÜLEN,Huysuz Virjin, İslami camianın önde gelen birkaç yazar çizer diyanet işleri Başkanı cüppeli Ahmet hoca ,sanatçı Edip AKBAYRAM yeni cami imamı Recep efendi şeyh Kazım hazretleri gibi insanların bir araya getirerek bir yerlere yeşil bayraklar cihat pankartları 7-8 tüfek 20-30 el bombası gibi Mühimmat bulunması son derece kolay malzemeleri bir araya getirip de bir tarikat evine veya camilerden birinin deposuna gizlesek bizim kapıcı Osman’da çorumdan jandarmaya  ihbar etse neler olabilir ?çok merak ediyorum!

.. Kaç idam, müebbet cezası istemiyle dava açılabilir.

Düşünmek bile istemiyorum. Saygı değer basın mensupları bu tip komplolar son derece sığ-basit demode olmuş senaryolar dır.Sn. Savcılarımızın bunları ciddiye alması bu hadisede olduğu gibi anlamsızdır.dili olan herkes ,herkes hakkında bir şeyler söyleyebilir.her söylenen şeyin ciddiye alınması son derece yanlıştır.

Hele-hele hukukçuların buna inanması akla hayale gelmeyecek kurgu ve senaryolar üretmesi de abesle işgaldir.

Hal böyle olurda devam ederse bu ülkede bir gün gelir tutuklanmayan veya yargılanmayan insan kalmaz.yakın tarihimizi hatırlayınız Sn. Gazeteci yazar Altan ÖYMEN ‘in uçak kaçırdı suçlaması nedeniyle tutuklanıp hapse atıldığını unutmayınız.Van Üniversite rektörünün 300 yıl ile hapse atılıp 40 gün sonra beraat ettiğini ne çabuk unutuyoruz.Sn. Doğu PERİNÇEK, Sn. Kemal  ALEMDAROĞLU Sn. İlhan SELÇUK Sn. Emekli 3. Generaller nasıl olurda bu davanın sanıkları olabilirler?bu insanların bazıları tutuklu bazıları tutuksuz bırakılsalar kaçacaklar mı?bırakılan sözde Örgütün liderleri kaçtılar mı ? veya  liderleri yöneticileri kurucuları serbest!..

Fakat üyeleri tutuklu bunun neresinde ciddiyet var? Bu böyle komik bir vakadır. Hukuk ayıbıdır. bir başka açıdan bakarsanız illaki tutuksuz yargılanmak için merdivenden mi düşmek gerekiyor?

Veya hastane’ye yatıp ameliyat mı olmak gerekiyor? Esas olan hukuk karnesi nedir? Bunların irdelenmesi gerekmez mi? Bu tip akıl sırların almadığı olaylar hangi demokrasi hukuk devletinde cereyan edebilir?

Değerli basınımız insan haklarından dem vuran kalemşorlarımız bunları düşünemiyor mu yoksa köşelerinde yazacak yer mi bulamıyorlar?
Ya da sayfa sekreterleri magazin den fırsat mı bulamıyorlar? İnsanları bu kadar da düşünceden uzaklaştırıp, evlilik programları, kaynana gelin dedikoduları zurnacı davulcu magazinleri bir toplumu nereye sevk edebilir nasıl istikamet belirleyebilir. Bu bağlamda biz ve siz medyanın asıl görevlerini yapmadığını düşünüyorum. Sözüm ona Avrupalı olmak istiyoruz.
Sokakları boyayarak lacivert takım giyerek Avrupalı olunmaz medeniyet türkü söyleyip acayip yarışmalar düzenlemekle de olmaz. Önce insan ve doğa gelir. Birileri birilerinin yargılanmasından haz alan toplum haline geldik. Bu durum böyle devam etmemelidir.

Cumhuriyet tarihinde yaşanan farklı görüş ve düşüncenin farklı kişiliklerin yargılandığı hapis yattığı benzeri olaylar tekrar yaşanmaktadır. Demek oluyor ki gelinen 85 yılda bir arpa boyu demokrasi den nasip alınarak ilerlememişiz. Bu davada kronoloji maalesef şudur, birileri diğerinin görüşlerini beğenmiyorsa tutuklanmasına acı çekmesine alkış tutanlar vardır.

Bu nasıl bir anlayış olabilir?
Son 6.yılda böyle bir zihniyet geliştirildi. Bu son derce yanlış ve tehlikelidir. Bu hasta insan ruh halidir. Bu hastalık yıllardır kangren olmuş insanı yiyip bitiren bir hastalıktır. Oysa asıl amaç darbecileri yasadışı olayları devletimizin olanaklarını kendi çıkar ve düşüncesi için kullananları bulup çıkartmak değimli? Şimdi Sn. Başbakana sormak lazım bu nasıl darbe avcılığıdır?
Darbeyi yapanlar kanıtlanmış,12 Eylül askeri darbesi gerçekleşmiş failleri belli liderleri Marmaris de tatil yaparken siz şimdi olmamış veya düşünülmüş olan eyleme dahi geçmemiş olan varsayımla hareket edilen bu saçmalığın savcısı olacağınıza olmuş vuku bulmuş olan darbeyi neden yargılamıyorsunuz? Buna kâfi derecede gücünüz mevcut her türlü belge, bilgi oy meclis çoğunluğunuz var.
Darbe avcılığı yaptığınız bizlere pek inandırıcı gelmiyor. Sizin amacınız cambaza bak misali halkı kandırarak (BOP)Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanlığı olan vazifenizde ılımlı İslam modeli dayatmasının şeriat dersinde geçen rolü ezberlemektesiniz.

Suflörleriniz ABD-AB ajanlarıdır.
Artık sizin inandırıcılığınız kalmamıştır. Eğer siyasetçiler, savcılar yargı üyeleri, darbecileri yakalamak mahkûm etmek istiyorlar ise öncelikle demokrat olmalıdır. Ve 12 Eylül darbecilerinden yola çıkmalıdır. İşin özü orada gizlidir.12 Eylül öncesi sıkıyönetim komutanları binlerce halkımızın ölümüne sebebiyet verdiler, fakat 12 saat sonra bıçak gibi kesiliverdi. Nedeninin hesabını henüz kimse vermiş değildir. Bunlar tozlu raflarda durur iken hiçbiriyle ilgisiz, irtibatsız beceriden yoksun insanlarla uğraşmak inandırıcı gelmiyor. Eğer savcılar ve siyasetçiler devlet içindeki çete ve mafya yapılanmalarını ortaya çıkarmak istiyorlarsa bunun yolu ve yöntemi bu değildir önce dokunulmazlıklar kalkmalıdır. İşe oradan derhal başlanmalıdır. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

1970–1980–1990 yıllarında meydana gelen olayların sayısı hayli kabarıktır.
Faili meçhul cinayetlerin sayısı 17.830 olduğunu hepimiz biliyoruz. Neden hala aydınlatılmamış cinayetleri sorgulamadan, failleri belli ve suçüstü yakalanmış hüküm verilmiş Danıştay olayını başka yöne sevk ederek toplumdan neyi gizlemeye çalışıyor olabilir? Bunun da sorgulanması gereklidir. Basınımız burada kısır döngü içindedir. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Kemal Türkler, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Hırant Dink ve bir sürü aydın sanatçının katledilmesi neden irdelenmiyor, 3–5 tetikçi akıl hastasının yaptığı mı düşünülüyor?
Niçin Savcılar ve Siyasetçiler bunların esas faillerini aramıyorlar. Bir nedeni mi var yoksa elleri kolları mı bağlı? Gazetecili yapmak bunların sorgulanmasını gerektirir. Ergenekon davasından sizlere bir sonuç çıkmaz ben size çıkmayacağını net ve kesin söyleyebilirim. Çünkü bu da bir örtü bu da kamuoyundan birçok gerçeklerin saklanması davasıdır. Siyasi otorite buna kararlı değildir. Zaten bu zihniyet de olanlardan da bunlar beklenmemelidir. Yüce Türk Milleti birçok gerçeği aslında biliyor, düşünüyor.

Fakat kimse de çıkıp konuşabilecek durumda değildir. Tıpkı benim durumumda olduğu gibi. Yasalarda ve demokratik usullerde gereken özgürlük yoktur.
 ‘Ceberut’ Devlet anlayışının olduğu Faşist yönetimin hâkim olduğu ülkemizde kim neyi konuşabilir ki? Buna bir nebze yeltenenlerin akıbeti malumdur.
Ucu açık soruşturmalar hangi gece neden nerede derdest edileceğiniz meçhul olarak kapınızın önünde dururken kim neyi konuşabilir?
Komşunuza şaka dahi yapmayın akşamdan sabaha kadar kapı ziline sakın basmayın, zira korkudan kalp krizi geçirebilir, cinnet geçirir. Belki de kendini camdan atabilir. Kimin ne zaman kapınıza geleceği kime ne zaman gelineceği henüz kimse bilmemektedir. Yakın bir tarih de katledilen Sivas’ın tam ortasında yakılarak katledilen 33 sanatçımız, aydınımız, Gazi mahallesinde infaz edilen 18 yurttaşımızın da maalesef, Maraş da 111 kişinin öldürülmeleri, Çorum da 57 kişinin sebepsizce kurşunlara hedef olmaları ne çabuk unutulup hafızalardan silindi? P.K.K terör örgütünün aldığı 45 bin vatan evlatlarımız neden sorgulanmaz, Hizbullah’ın Vahşi cinayetleri hiç mi ilginize mucip olmuyor? 2001 yılında görevi başında katledilen ‘Gaffar Okan’ cinayetinin sebep ilişkileri neden sorgulanmıyor.

Kürt Aydınları ve masum güneydoğu halkımız neden bu vahşetle baş başa bırakılıyor.
Medya’nın yeterince bunları sorgulamadığı kanaati yaygındır.
Acaba bu Ergenekon goygoyculuğu yapanların küçük olan beyinleri bunca olayları anlamak da zorluk mu çekiyor? Yoksa bu olaylara bakabilecek zamanları mı yoktur. Yoksa bu güzel ve garip olayların olduğu ülkemizde insanların, yaşayanlara kalmadığı saygı ölmüş birçok aydınımız da kalmadı mı? Çok değerli basınımızın yazmakta zorlanan köşe yazarları, bir eliniz kalemde olduğu zaman diğer eliniz de vicdanınızda olmasını talep ediyorum. Daha doğru ve gerçekleri çarpıtmadan yazabilir ve düşünebilirsiniz. Bu kısa açıklamayı yapmanın zamanı çoktan gelmiştir.

Sabır ve tahammül sınırlarını zorlamanın kimseye fayda getirmediğini hepimiz biliyoruz.
Benim bu anlattıklarımdan herkes kendi payına olanı almasını isterim. Benim üslubumun herkesin anlayabileceği dilden olduğunu belirtmek isterim. Bu kadar açık ve net anlattığım bu açıklamadan hala bir şeyler anlayamayanlar çıkabilir. Onlara da akıl sağlığı tavsiye ediyorum. İnsan su misali zaman akar ve gider hepiniz ve yaşayanlar görecek ki bu davadan somut hiçbir netice çıkmayacaktır. İnsanlar bizler üzülüp, yorulup, kırılıp, helak olacağız kaybeden zaman ve bu olayın mağduru olan bizler olacağız. Çünkü kötü niyetle başlatılan soruşturmalar asla netice vermemiştir. Husumet ve kin besleyenler sağlıklarını bozarak hasta olacaklardır. Tarih bizlere şunu öğretti; Kılıç taşıyanlar kılıçla ölür.
Dr. Hayrettin Ertekin 


Pontus'ta soykırım yok

Yunanistan'ın "Pontus Soykırımı" ilan ettiği Karadeniz'deki kanlı çatışmaları da inceleyen Kostopulos olayların Rum, Türk ve Ermeniler için ölüm kalım meselesi olduğunu belgeleriyle ortaya koyuyor.
Pontus'ta soykırım yok ama çok kan döküldü.
Yunanistan'ın "Pontus Soykırımı" ilan ettiği Karadeniz'deki kanlı çatışmaları da inceleyen Kostopulos olayların Rum, Türk ve Ermeniler için ölüm kalım meselesi olduğunu belgeleriyle ortaya koyuyor

Yunanlı gazeteci ve araştırmacı Tassos Kostopulos'un "1912-1922 Savaş ve Etnik Temizlik" kitabının arka sayfasındaki tanıtım yazısında ilk olarak şu cümleler dikkati çekiyor: "...Megali Idea (büyük Yunanistan'ı kurma idesi) çığırtkanlığı yapanların öne sürdüklerinin tersine, Yunan ordusunun ve ona paralel olarak faaliyet gösteren çetelerin, gerek 1912-13 Balkan savaşlarında; gerekse 1919-22 Anadolu seferinde uyguladığı şiddetle, rakiplerin uyguladığı şiddet arasındaki fark yok denecek kadar azdır..." "...Yeni ya da arzu edilen sınırların (yanlış) tarafında kalan yüz binlerce insan bu şiddet ve terör karşısında diz çökerek ana vatanlarından sürülmüştür... Köklerinden sökülerek sürülen İzmir ve Karadeniz Rumları gibi Giritli Müslüman Türkler de Makedonya Slavları da Yunan orduları sayesinde yanıp kül olmuş köy ve kentlerini terk etmek zorunda kalarak bu projenin kurbanlarından bazıları olmuştu..." Kostopulos bu kitabını yazmak için o savaşlarda yer almış Yunan askerlerinin anı defterlerinden, o dönemleri yaşayanların yazdıkları kitaplardan, yayınlanan ve yayınlanmayan askeri arşivlerden, dönemin gazetelerinden, Küçük Asya Araştırma Merkezi'nden, Yunan parlamentosu tutanaklarından, Türk Tarih Kurumu'ndan, istatistik enstitülerinden ve birçok yabancı kaynaktan yararlandı. Yunan önder Venizelos'un 1918'de Paris ve Londra'da yaptığı görüşmelerde "Anadolu Rumları Türkler tarafından katlediliyor" gerekçesiyle ordusunun İzmir'e çıkmasını nasıl sağladığını kaleme alıyor. Ancak Venizelos'un 1920'de ve savaş ortamında seçimleri kaybetmesiyle tekrar tahta çıkan sürgündeki Kral Konstantin'in, ordularını geri çekme yerine Ankara'ya taarruzu sırasında Türk ahalinin direnişine karşı kullandığı şiddet, geçtiği köyleri yakıp yıkması, kadınlara tecavüz edilmesi gibi savaş suçu işleyen Yunan askerleriyle Yunan subayları arasındaki çatışmaların orduyu nasıl iki cepheye ayırdığını irdeliyor.

YAZARIN CESARETİ...
Tüm bu olaylar, savaşmış Yunan askerlerinin anı defterlerinden ve Yunan askeri arşivlerindeki raporlardan alıntılarla çok detaylı bir biçimde kaleme alıyor. Kostopulos, Yunanistan'ın 1992'de "Pontus Rumlarının Soykırımı" olarak kabul ettiği Karadeniz'deki kanlı çatışmalara da değiniyor kitabında. Yunan parlamentosunun 1992'de "Pontus Soykırımı" olarak tanıdığı kanlı çatışmaların hiçbir durumda "soykırım" olmadığını; bu çatışmaların gerek oradaki Rumlar, gerekse Türk ve Ermeniler için birer "ölüm kalım meselesi" olduğunu görgü tanıklarının anılarına, yabancı elçilerin raporlarına ve çeşitli istatistiklere dayalı olarak belgelerle kanıtlıyor. Kostopulos'un bu kitabını okurken sık sık "Helal olsun yazarın cesaretine" demekten kendimi alamadım. Bunu kendisine de bizzat söyledim. Kitabı okuduktan sonra haberini yapıp gazeteye göndermek istedim ancak kendimi frenledim. Bazı kesimlerde bu kitabın yalnız özetini ya da haberini okuyunca düşmanlık, kin ve nefret duyguları hortlayabileceği endişesine kapıldım. Ve haberi "askıya" aldım.. Ta ki, Kostopulos ile bu söyleşiyi yapana kadar...

CAMİDE DİRİ DİRİ YAKTILAR
Kitaptan bir belge.. Albay Stylyanos Gonatas'ın raporundan: "18-25 Ağustos 1922. Yunan askerleri ricat halindeyken geçtikleri bütün köyleri yakıp yıkıyor, yağmalıyor. Salihli, Kasaba, Manisa, Uşak, Dikili... Her yer alevler içinde bırakıldı. Bu askerler, askerlikten çıkmış vaziyette. Urla'da yerel Rumlar bile Yunan askerlerinden köylerini korumak için silahlanmış durumda. Askerden firar edenler kendi çetelerini kuruyor ve köyleri talan ediyorlar. Aralarında Yunan ordusuna destek veren Çerkezler ve Kırgızlar da var. Bandırma'da bir camiyi ateşe verdiler. Sığınanları diri diri yaktılar. Görgü tanıklarına göre, Uşak'ın kasabalarından birinde de Yunan askerlerinden kaçan ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar bir camiye sığındı. Başıbozuklar camiye girmediler. Ancak camları kırarak içine dal, ot, tahta ve odun atarak ateşe verdiler. Katil askerler can havliyle kaçanların üzerine ateş açtı. Hepsi öldürüldü. Diğer görgü tanıklarına göre genç kızlara kah ağaçlara bağlayarak, kah örgülü saçlarını yere çaktıkları çivilere bağlayarak cani askerler tarafından topluca tecavüz ediliyor."
STELYO BERBERAKİS


VENİZELOS’UN SÖZLERİ
 “Bana verilen ve daha sonra da bazı tecelliyatı ile hakikate tamamen intibak ettiği de tespit edilmiş olan teminata göre , Memalik-i Osmaniye’de mevcut ve Rumların meskun bulunduğu bir cümle küçük, büyük şehirler ve kasabalardaki kiliseler ve Rum mektepleri , tamamen birer silah deposu haline getirilmişlerdir. Bu sonuç için o bölgede yaşayan Rumlar büyük bir cesaret ve basiret göstermişler ve Türkler’in mabetlerine olan hürmet ve mahalli mekteplere bahşettikleri dokunulmazlıktan istifade etmişlerdir. İzmir işgaline tekaddüm eden günlerde İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesin’den gelen bir heyet gelip beni gördü. Karadeniz sahillerinde müstakil bir Rum devleti kurmak için derhal faaliyete geçmek kararında bulunduklarını , milis alaylarını harekete geçirmek için sadece Yunan zabitlerini beklemekte olduklarını bana iblağ etti. Heyetin sahip oldukları serveti öğrenince miktarı beni hayrette bıraktı. Kendilerini sahip olduğu altının mevcudu o anda Yunan hükümetinin sahip olduğu altın yekunundan fazla idi.”

NUTUK
 “Bundan başka , memleketin her tarafında , anasırı Hristiyaniye hafi, cel, hususi emel ve maksatlarının temini istihsaline , devletin bir an evvel , çökmesine sarfı mesai ediyorlar.

Bilahare elde edilen mevsuk malumat ve vesaik ile teeyüdettik ki , İstanbul Rum Patrikhanesinde teşekkül eden Mavri Mira Heyeti vilayetler dahilinde çeteler teşkil ve idare etmek , mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Salibiahmeri , resmi muhacirin komisyonu ; Mavri Mira Heyeti’nin teshili mesaisine hadim. Mavri Mira Heyeti tarafından idare olunan Rum mekteplerinin izci teşkilatları , yirmi yaşını mütecaviz gençler de dahil olmak üzere her yerde ikmal olunuyor.” (Mustafa Kemal Atatürk , NUTUK , I , Ankara , s. 2)

Gene Nutuk’ta bu heyetin doğrudan Venizelos’tan talimat aldığı ve liderinin Patrik vekili Droteos olduğu ve İstanbul Patrikliğinin ve Yunan Konsolosluğu’nun silah deposu haline getirildiği anlatılmaktadır. (Mustafa Kemal Atatürk , NUTUK , III , (belgeler) 1.)

LOZAN
Lozan’da İnönü İngiliz diplomatı Lord Gürzon’un ısrar ve ricalarına boyun eğerek,
“Ruhani alanda faaliyet göstermesi kaydıyla” İstanbul’da kaldı yoksa Fener Rum Patrikhanesi Aynoroz Adası’na nakledilecekti.

III-Cumhuriyet Sonrası Fener Rum Patrikhanesi
Büyük Yunanistan , Megoli Edia – Enosis İstanbul, Kıbrıs ve Egeyi Kapsar.
(1982 Yunanistan Kültür Bakanı Melina Merküri’nin dağıttığı harita)
Yunanistan'ın Türkiye'ye yönelik politika ve stratejilerini özellikle 2000 yılından sonra çok yönlü olarak ele almak gerekir. Yunan devlet adamları ve basını, Megalo İdea'ya yeni bir yorum getirmiş Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile bir ortak savunma doktrini geliştirmişlerdir. Rusya, Bulgaristan Suriye, İran Ermenistan ve Arnavutluk ile askeri işbirliği antlaşmaları imzalamışlar ayrıca Balkanlarda Sırplar ve Rusya Ortodoks ittifakı oluşturmuşlardır. Özellikle bölücü PKK terörüne destek vermişler, bütün bunların yanında argüman olarak Fener Rum Patrikhanesi, Heybeli Ada Ruhban Okulu ve Pontus davalarını ön plana çıkarmışlardır

Günümüzdeki Heybeliada ruhban Okulu ve Bartelemeos’un Ekümenik olma isteği bu çerçevede yok olmak üzere olan Ortodoks nüfusuna rağmen Türkiye’nin egemenliğini tanınmama gayretinin sembolüdür.

Fener Patriği için istenen “Evrensel Ekümenik Patriği” ünvanı bir devletin başı yada başkanı anlamında olduğuna göre Fener Rum Patriği acaba kurulacak hangi devletin başına düşünülmektedir?

Türkiye'yi "kuşatma"ya ve uluslararası sistemden soyutlamaya yönelik bu hareketin önemli bir unsuru olarak gündeme getirilen Fener Rum Patrikhanesi, 1990'dan itibaren şu dört önemli hedefi gerçekleştirmek için açıkça çalışmaktadır:

1. Ekümenik unvanını alarak, 1500-2000 kişilik bir cemaatin "Azınlık Kilisesi"nin dini makamı olmaktan çıkarak, Vatikan benzeri devlet içinde devlet niteliğinde bir makam haline gelmek.
2. 1971 yılında kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu'nu açmak

1971'de okulun bir Türk üniversitesine bağlanmasına karşı çıkılarak kapatılmasının gerçek sebebi milli mücadele dönemindeki ataları gibi Patrik Athenegoras, Metropolit Emilyanos, ,Makarios gibi Türkiye alehinde faaliyet gösteren militan Papazların hep , Heybeliada ruhban okulundan mezun olmalarıyla açıklanabilir. .

3. Ayasofya'nın tekrar kilise haline getirilmesi ve Ortodoks ibadetine açılması.
4. Patrik seçimlerinde, T.C. vatandaşı olma zorunluluğunu kaldırtmak.

Yunanistan'da devlet başkanı statüsünde askeri törenlerle karşılanan ve gene Yunanistan’ın sağladığı Bizans sembolü olan çift başlı kartal amblemi taşıyan özel bir uçakla Vatikan'a giderek Papa 2. Jean Paul ile görüşen, , ABD Başkanı Clinton tarafından Devlet Başkanlarına düzenlenen bir protokolle ağırlanıp adı New York'ta sokaklara verilen ve Amerika'da, ilk kez George Washington'a verilmiş bulunan Amerikan Kongresi Onur Madalyası ile ödüllendirilen ,bütün bu gezilerde de Türkiye'yi dünyaya şikayet ederek , Türkiye’de ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyoruz” diye veryansın eden Fener Rum Patriği Bartholomeos'un 1500-2000 kişilik cemaati olan bir kilisenin başkanı olmadığı açıktır.

İngiltere Prensi Philip'in(Philip aslen Yunan'dır) başkanı olduğu Doğal Hayatı Koruma Vakfı'nın Patmos Adası'nda düzenlenen ve Bizans ikonaları konusunda araştırma ödülü alan “Vahiy ve Çevre Sempozyumu", çevrecilik maskesi altında Venizelos gemisiyle Karadeniz’de Pontus Devleti'ni ihya etmeye amacını güden "Din, Bilim ve Çevre Sempozyumu" , Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın düzenlediği "Hoşgörü" toplantıları gibi etkinlikler, Fener Rum Patriği Bartholomeos'un gizli niyetleri ve asıl görevi hakkında bize çok net bir portre çizmektedir. .

a) Vahiy ve Çevre Sempozyumu (23 Eylül 1995)
Tören günü Patmos Adası, Doğu Roma ve Yunanistan bayraklarıyla donatılmıştı. Patriği, Patmos Adası'na götüren Yunanistan'ın tahsis ettiği "Aleksandros" (İskender) adlı yat, Çanakkale Boğazı'ndan çıktıktan sonra iki adet Yunanistan muhribi tarafından karşılanmış ve törenin yapılacağı adaya kadar refakât edilmiştir .

Patrik, Devlet Başkanı protokolüyle karşılanmış, 21 pare top atılmış, Yunan marşı çalınmış ve bir Korgeneralin eşlik ettiği askeri kıtayı teftişi sırasında, askerleri selamlarken, elindeki haçı havaya kaldırarak onları takdis etmiştir .

Ertesi gün, 24 Eylül 1995 sabahı bir manastırda yapılan çok gizli toplantıya yalnızca Avustralya, Amerika, Kıbrıs Rum Kesimi, Sırbistan, Orta Doğu ve Afrika'daki Ortodoks kiliselerin Patrik ve Başpiskoposları katılmışlardı. Toplantının yapıldığı bina askeri kordon altına alınmış ve hiç kimse yaklaştırılmamıştı .

b) Din, Bilim ve Çevre Sempozyumu (20-28 Eylül 1997)
Sempozyum, Giritli bir armatöre ait olan Yunanistan bandıralı El. Venizelos Gemisi'nde gerçekleşmiş ve ilk durak olarak Trabzon Limanı seçilmiştir

Batum, Novorossisk, Yalta, Odessa, Köstence, Varna, İstanbul ve Selanik limanlarında da birer oturum gerçekleştirilmiştir. Sempozyum, Avrupa Birliği'nin yürütme organı olan Avrupa Komisyonu'nun Başkanı Jacques Santer ve Fener Rum Patriği Bartholomeos'nun himayesini sağlamıştır.

Yunanistan, 35 yıl aradan sonra ilk kez Selanik'e gelen bir Fener Rum Patriği'ni "devlet töreni" ile karşılayarak, Patrikhane'nin Ortodoks dünyasına yönelik projesine destek verdi. El. Venizelos, Adalar Denizi'nde Yunanistan karasularındayken, iki adet Yunanistan savaş gemisi de gece yarısı selam durarak gemiye bir süre eşlik etti. Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos, Selanik'teki devlet töreninde : "Ortodoks Kilisesi'nin günümüzün dünyevi sorunları ile de ilgilendiğini ispat ediyorsunuz..." diye konuştu.

Sempozyuma katılanlar, 28 Eylül 1997 günü öğleden sonra saat:14.00'de Selanik'te Doğu Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş olan Ayios Dimitrios kilisesinde yapılan dini törene de katıldılar.

Patrik Bartholomeos'nun yönettiği dini ayinde Selanik Kilisesi'nin başpapazı Hz. İsa'nın esir İstanbul'u Türk işgalcilerin ellerinden kurtarması için dua etti ve Doğu Roma İmparatorluğu'nun merkezi olan İstanbul'daki Patrikhane'de gerçekleştirilemeyen bu ayinin Doğu Roma İmparatorluğu'nun ikinci payitahtı olan Selanik'te yapılmasının büyük anlam taşıdığını belirtti.
Bartholomeos; ayini, üzerinde çift başlı Doğu Roma kartalı bulunan altın kaplamalı bir tahttan yönetti. Patriğin ayakları altına serilen halılar ise çift başlı Doğu Roma kartalı ile bezenmişti. Patriğin tahtının iki yanında bulunan yine üzerinde Doğu Roma İmparatorluğu'nun sembolleri ile süslenmiş daha mütevazi tahtlarda ise Bulgaristan, Sırbistan ve diğer bazı Balkan ülkelerinin başpapazları oturmaktaydı. Kilisede yaratılan görüntü Ortodoks Doğu Roma İmparatorluğu ve ona bağlı Balkan ülkelerindeki eyaletlerinin başında bulunan kilise temsilcilerinin bir araya gelişleri şeklindeydi.

1991 yılında Boğaziçi Üniversitesi rektörlük salonunda bir seminer yapılıyor. Seminerin konularından birtanesi İstanbul’un Fatih’teki Zeyrek Camii’nin “Paramikariteros” haline getirilmesiydi. Seminerde görüşülen bir başka konu ise Bizans Hipodromunun ortaya çıkarılması için Sultanahmet Camii’nin yıkılmasını isteyen Harward Üniversitesi öğretim görevlisi Jhor Sevçenko’nun teklifiydi.

Adından aslen bir Rus Ortodoksu olduğu anlaşılan Jhor Sevçenkoyu anlıyorumda 1999’da belki Turizm’e katkısı olur diye Aziz Nektorios’un Silivri’de şu an boş bir arsadan ibaret olan evinin aslına uygun şekilde inşa etmeye çalışan yerel belediyeyi anlayamıyorum. Aziz Nektorios Yunan ayrılıkçı hareketini ilk planlayıcısı ve başlatıcısıdır.

2001 yılında Ayasofya’nın “Ortodoks” ibadetine açılması AB nezninde resmen istendi .
Merkezi İsviçre’de bulunan “Süryani” topluluğu Türkiye’den resmen toprak talebinde bulundu (Ekim 2001) benzer bir iddia da 1999 yılında Ermenistan’dan geldi.

Yahudileri İ.S. 66 yılında kaybettikleri İsraildeki topraklarını da alacaklarını kimse ümit etmiyordu. Yahudiler tam 1880 yıl topraksız, vatansız ve devletsiz yaşadılar. Ama 18. yy dan sonra İsrail kuruldu . Yahudiler tevratta belirtlien toprakların bir kısmını aldılar ve devlet kurdular . İşte Hristiyan aleminin Türkiye üzerindeki emellerini kışkırtan sebep budur. Son 50 yıldır komünizm ile savaş edildiği için bu talep gündemde yoktu. Bu gün vardır.

Kurulan ev kiliselerinin sayısı 400’ü geçmiştir. Birtakım kişiler bu topraklarda bir “pontus devleti” başkenti İstanbul olan bir “Marmara Devleti”nin kurulmasını istemektedirler.

Patrikhane İstanbul’da yaşayan yoksul Rumlara ayda adam başı 200 dolar yardım yapmakta ve bu yardımlardan yaklaşık 600 Rum yararlanmaktadır.

CLINTON’UN MEKTUBU
Bu mektubu yazmadan önce Clinton Kanada ve ABD Ortodoks Kilislerini başı ve Özal’ın yakın dostu Metropolit Yokavas ile görüşüyor. Mektupta bu tür yazışmalarda geleneksel olduğu üzere Fener Rum Patrikhanesi değil tam tersine “Church Of Greece” yani Yunanistan Kilisesi kullanılıyor.

“Coğrafi itibarla Türkiye uluslararası komşuluk açısından zır bir bölgededir ve ABD Türkiye ilişkilerini ikili olarak ve NATO aracılığı ile sürdürecektir… Bu bölgedeki gerilimi en aza indirmek için Yunanistan dahil , Türkiye’nin bütün komşularıyla birlikte çalışması Türkiye’nin yarına olacaktır. Yunanistan’la olan ilişkilerinizdeki en son gerilimi azaltmak üzere hükümetiniz tarafından bazı sembolik adımlar atılabilir. Bu konuda şu anda bazı gelişmeler kaydedilmesinin denenmesi kanaatindeyim. Bu sembolik adımlardan bir tanesi , İstanbul’daki Yunan Kilisesi ( Fener Rum Patrikhanesi’nden bahsediyor) olabilir ve bu kurumun işlerlik kazanması hususunda mevcut olan bazı zor koşulları kolaylaştırmanın yollarını göz önünde bulunduracağınız ümit ediyorum”

Rum İsyanı devam ederken Patrik Grigoryos’un Mora’da Etniki Eterya’nın ileri gelenlerinden Petro’ya gönderdiği mektubun ele geçirilmesiyle ihanetinin anlaşılması üzerine 22 Nisan1821’de Patrikhanenin orta kapısında idam edilmiştir. Bu kapı o günden bugüne yas işareti olarak hiç açılmamıştır ve bilenen adı “Kin Kapısı” dır.

Fener Patrikleri T.C. yasaları çerçevesinde mahalli idare açısından Fatih savcılığına ve İstanbul Valiliği’ne muhataptırlar. Çoğu cemaatsiz 18 metropolit tarafından seçilen patrik , bu makama getirildiğinin onayını validen alır.

Yunanistan kendi dini içindeki mezheplere dahi en ufak müsahama göstermezken nasıl olurda laik Türkiye cumhuriyeti içinde ikinci bir Vatikan’a izin veririz ? Nasıl olurda statüsü cami imamından yada müftüden ileri gitmeyen Rum patriği başka ülkelerde devlet töreni ile karşılanır ?

Yunanistan’da sadece Yunan- doğu Ortodoks kilisesinin yayınladığı İncil’in okunması ve okutulması serbest bırakılmıştır. Diğer İnciller , örneğin Katolik İncili’nin okutulması hatta bazı durumlarda bulundurulması dahi suçtur. Dinsel propaganda ve protesti (dinden çevirme) kanıtı olarak yorumlanabilir ve hapisle cezalandırılır.

IV. Türk Ortodoksları:
Türk Ortodoksları ellerindeki gayri menkulleri bir türlü değerlendirememekte ve Vakıflar Başmüdürlüğü ile bürokratik bir mücadeleyi sürdürmektedir. Geçmişte Türk Ortodoks Patrikhanesine ait olan bazı gayri menkuller Hazine ve Vakıflar arasında koruma amacıyla paylaştıkları için gelir kapısı onlara masraf kapısı da bu kiliseye ihale edilmiş durumdadır.
V. Heybeliada Ruhban Okulu
Heybeliada Ruhban Okulu'nun ve özellikle de bu okulun Teoloji Bölümü'nün tekrar açılmamasının hukuki dayanakları şunlardır:

- Türkiye'nin istiklal savaşı sonrasında 1924 yılında imzalanan Lozan Antlaşması'nın azınlıklara imtiyaz değil sadece Müslüman Türk halka tanınan müsavi (eşit) muamele görme hakkı tanıması ve bu durumun Anayasa'nın 12. Maddesi'ndeki eşitlik prensibine uygun olması,

- 403 Sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun Türkiye'de dini tedrisatı cemaatlerden ve özel kişilerden alıp, devlet görevi olarak Milli Eğitim Bakanlığına vermesi,

- T.C. Anayasası'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olarak nitelenmiş bulunması ve bunun gereği olarak dini öğretim yapan özel okul açmanın ve yönetmenin yasak olması, yine aynı kanunun 28. maddesine göre bir özel okula alınabilecek yabancı uyruklu öğrenci sayısının, okulda okuyan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğrencilerin yüzde 20'sini aşmamak kaydıyla Milli Eğitim Bakanlığınca tayin olunur hükmünün bulunması,

- 625 Sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. paragrafında 'askeri okullar, dini eğitim ve öğretim yapan özel öğretim kurumları ile emniyet teşkilatına bağlı okulların aynı veya benzeri özel öğretim kurumu açılamaz' hükmünün mevcut olması,

- Anayasanın 132. maddesindeki 'kanunda gösterilen usul ve esaslara göre kazanç amacına yönelik olmak şartı ile vakıflar tarafından devletin gözetim ve denetimine tabi yüksek öğretim kurumları kurulabilir' hükmüne göre patrikhane bir vakıf hüviyetinde olmadığı için patrikhaneye bağlı bir özel yüksek öğretim kurumu da açmasının mümkün olmaması,

- Anayasa'nın 24. maddesinde 'din ve ahlak eğitim öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır' hükmünün bulunması,

- Lozan Antlaşması'nda ve öteki uluslararası sözleşmelerde azınlıklar için imtiyazlar değil, vatandaşlarla eşit haklar tanınmıştır. Din görevlilerinin özel okullarda değil devlet okullarında yetiştirilmesi, Anayasa, Anayasa Mahkemesi kararı, Yüksek Öğretim Kurumları Kanunu ve Milli Eğitim Temel Kanunu ile düzenlenmiş devlet politikasıdır. Bu nedenle azınlıklara verilecek bir hak vatandaşlar arasında azınlıklar lehine bir eşitsizliğe neden olur.
T.C. Devleti, din görevlilerini bir devlet okulu olan İmam Hatip Okulları ve devlet üniversiteleri bünyesindeki İlahiyat Fakülteleri'nde yetiştirmektedir. Eğitim-öğretim faaliyetleri devletin denetimi ve gözetimi altında yapılmaktadır. Hiçbir cemaat veya zümreye bu konuda ayrıcalık tanınmamıştır.

Heybeliada Ruhban Okulu 1971 yılında 'Özel Yüksekokulları Kapatan Kanun'un yürürlüğe girmesiyle kapanmıştır. Bu kanun çıkartılırken ve Anayasa Mahkemesi'nin 625 Sayılı Özel Öğretim Kanunu'nun bazı maddeleri iptal edilirken hiçbir şekilde Heybeliada Ruhban Okulu'nun kapatılması amaçlanmamıştır.

Yapılan düzenlemelerle, özel üniversitelerin açılmasına 'devlet denetiminde olma' şartı ile izin verilmiştir. Ancak, Patrikhane bu şartı kabule yanaşmadığı için, Heybeliada'daki okul açılamamıştır. Patriğin 'kendi din adamlarımızı eğitme hakkından mahrumuz' iddiası doğru değildir. Patriğin, sadece dini eğitim vermesi gereken bir kurumun, devletin denetimi altında faaliyet göstermesine rıza göstermemesinin nedenlerini anlamak güçtür. Bununla beraber patriğin ve kendisine bağlı 12 metropolitin T.C. vatandaşı olma şartlarının da (ki bu şartlar Lozan Antlaşması'nın ilgili maddeleri gereğidir) kaldırılması isteği gözönüne alınırsa; yani ikisi birarada değerlendirilirse durum açıklığa kavuşacaktır.

Sonuç:
1) Fener'deki Patrikhane,kendisine yasaklandığı halde siyasi faaliyetlerde bulunmaya devam etmektedir.
2) Patrikhane, siyasi faaliyetleriyle Türkiye'ye yönelik şer çemberinin içerisinde olduğunu kanıtlamıştır.
3) Patrikhane Türkiye'den çıkartılmalıdır.

Atatürk'ün Tabiriyle
Bir Fesat ve İhanet Odağı Olan Fener Rum Patrikhanesi ve Faaliyetleri

I. Ortodoksluk ve Fener Rum Patrikhanesi
Hıristiyanlığın resmi devlet dini haline gelişi İmparator Konstantin’le başlar. Konstantin 330 yılında İstanbul’da bugün patrikhane denilen dini kurumu kurar.

Başlangıçta ruhani bir kurum olarak kurulan Patrikhane İ.S. 451 yılında Kadıköy semtinde toplanmış olan konseyinde aldığı kara çerçevesinde statüsü Roma’ya eşit sayılmış ve konseyin kabul ettiği 20 numaralı kanun ile Patrikhane sadece ruhani öderlik değil aynı zamanda hükümet etme yetkisini de almıştır. O gün bugün Patrikhane her zaman bölge siyasetinde etkin bir kurum olmuş ve Osmanlı’dan bu yana 5. kol faaliyetinin en etkin oyuncularından biri olmuştur. (Beşinci kol faaliyeti bir ülkenin içinde o ülkenin bazı seçilmiş ve özel amaçlarla yetiştirilmiş yurttaşları tarafından yönlendirilen bozgunculuk faaliyetleridir)

Patrikhane Doğu (Yeni Roma) Kilisesinin temsilcisidir. 1054 yılında Batı (Roma) kilisesi ile İsa’nın Hıristiyanlıktaki statüsü üzerine dönen ve 585 Toledo konseyinden bu yana devam eden tartışmalar neticesinde birbirlerine girerler ve Roma Piskoposu ( PAPA) “Konstantinopolis” Patriği’ni aforoz eder. Kendilerini Katolik (Evrensel) gören Roma ile kendilerini tek ve gerçek Hıristiyan gören Ortodoks Doğu Kiliseleri birbirinden koparlar.

İstanbul’da Rumlar arasında bütün kuvvet , Fener Rum Patrikhanesi ve kendilerini “Bizans’ın varisi” olarak gören fenerlilerin elinde idi.

19. yy ‘ın başında Birer Türk düşmanlığı müessesi olan Rum okulları sadece İstanbul’un değil Küçük Asya’nın bütün illerine yayılmıştı. Tümüyle Rum din adamlarının elinde olan bu eğitim kurumlarında gençlere eski Yunan medeniyeti , hayat ve kültürü öğretilir. Denetimden uzak bu okullarda Rumlar ve diğer Hıristiyanlar özgürlük ve istiklal için bilenirlerdi.

(Not: Fethullah Gülen okulları da aklınıza geliyor mu?Benzerlikleri var mı? Düşününüz.) A. Dursun'un notu.

Çok erken Avrupa ile temas kuran ve çocuklarının eğitimlerini Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde – özellikle Fransa- almasını sağlayan fenerli Rumlar çok çeşitli alanlarda kendilerini eğiterek divan içine kendilerini yavaş yavaş soktular ve sonunda memleketin dolaylı yöneticisi oldular. Divan-ı hümayun, Derya tercümanlıkları , Başkatiplik ve Kapı Kethüdalığı , Eflak ve Boğdan voyvodalıkları onlara verilmeye başlandı , öyle bir zaman geldi ki Osmanlı Dışişleri tamamen fenerli Rumların eline geçti.

Bir yandan Rumlar bağımsızlık mücadelesinde Avrupa ve Hıristiyan dünyasını arkalarına almak isterken diğer yandan Hıristiyan Dünyası ve özellikle Rusya, Fransa ve İngiltere Rumları bir dayanak noktası olarak kullanarak Osmanlı üzerindeki emellerini gerçekleştirmek istiyorlardı. Nitekim 1774 Kaynarca anlaşmasında Rusların talep ettiği ve aldığı haklardan bir tanesi Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan tebaasını himaye hakkıdır.

Günümüzde halen Rusya Ermenistan, Ukrayna, Moldavya, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan ve Kıbrıs’ı da içine alan Ortodoks devletleri kuşağının liderliğine oynamaktadır.

Aynı şekilde Napolyon doğu Akdeniz’e yerleşerek Mısır üzerinden Hindistan’a ulaşmak için Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasını istiyordu.

Napolyon’un Avrupa’da krallık rejimine karşı giriştiği faaliyetleri İngiltere, Avusturya ve Rusya’nın menfaatlerine ters düştüğü için bu devletler hür türlü ihtilal ve isyan girişimlerine karşı çıkmışlar bu sebeple 25 sene kadar Rum isyanları sekteye uğramıştır. Bu dönemde Rumlar gemiciliğe , ticarete ve okullar açmaya daha fazla önem vererek bunlar aracılığı ile Etniki Eterya ve onun etkili mücadelesini doğuracak ortamı hazırlayacaklardır.

Fener Rum Patrikhanesi’nin açtığı okullardan birisi olan İkonomos akademisinin 1884 yılı ders müfredatında olan Ada belediye başkanı tarafından ele geçirilen ders müfredatında şunlar yer alıyordu ;

1) Türkler ezeli bir düşman olarak Rumlara tanıtılacak.
2) Türklerin en küçük hataları büyütülerek Avrupa’ya duyurulacak ve uygar dünya Türklere düşman edilecek.
3) Türkler ekonomik bakımdan çökertilecek. Bu amaçla zengin Türkler sakat ticaret yollarına götürülecek, bol fazili krediler açılacak, ağır şartlarla rehin kabul edilecek.
4) Türklerin ahlak, milliyet, din ve gelenekleri dejenere edilecek. Bu amaçla küfürler öğretilecek ve bu küfürlerin Türkler arasında yayılmasına çalışılacak. Türkler ziyana ve diğer ahlaksızlıklara teşvik edilecek. Türk gençleri arasında kabadayılık ruhu aşılanarak sevgi ve saygı bağlılıkları kırılacak. Aralarına ikilik sokulacak. Argoya benzer bir küfür dili Türkler arasında yayılarak milli dil ve duyguları bozulacak. Zengin Rum tüccar ve esnafı Türk hocalara bol hediye ve veresiye vererek onları elde edecek. Hocalar içkiye alıştırılacak. Her türlü uydurma inanışlarla dini inançları saptırılacak. Onlara yalan yanlış olaylar anlatılıp , Türk halkı ile hocaların arası açılacak.
5) Türk hükümranlığı baltalanacak. Bu iş yavaş yavaş geliştirilip, Bizans yeniden kurulacak.
6) Türk halkı arasında sürekli olarak anlaşmazlık tohumları ekilecek. Ayaklanmalar düzenlenip zamanında aradan çekilerek Türkler arasında kardeş kanı akıtılacak. Komiteler kurulup Türk köyleri basılacak.
7) Bir savaş sırasında Türk halkını sefalete götürecek her yola başvurulacak. Türk topraklarındaki en önemli gıda maddeleri , halkın elinden hızla ve gizlice toplanıp adalara gönderilecek.Buradan komşu ülkelere satılacak.Rum tüccarların uğradığı zarar milli bankalar tarafından para olarak ödenecek.

8) Doktor ve eczacı Rumlar, hastaları özellikle kimsesiz hastaları gizlice zehirleyip öldürecek. Kör , sağır, sakat edecek. Saf dışı bırakmaya çalışacak.
9) Tarım politikasında Türk çiftçisi ağır faizlerle toprağından mahrum edilecek . Borçların kolayca çoğalması sağlanacak. Böylece Türkler ellerindeki toprakları Rum tüccarlara satmak zorunda kalacaklar.
10) Yüksek rütbeli devlet memurları rüşvet, ziyafet ve hatta kadın ikramları ile Etniki Eterya’nın emrine alınacak. Ancak bu işler tamamen okuldan yetişmiş papazların talimatına ve okulun tayin edeceği kişilerle bunların vereceği direktiflere göre uygulanacak.
11) Fırsat çıktıkça özellikle resmi binalarda yangın çıkarılacak., ölümlü kazalar yaratılacak, savaş gemilerine yangın ve yaralar açılacak.
12) Bir ileri karakol ve gözetleme yeri olan manastırlardaki istekleri hemen yapılacak., verecekleri mektuplar kendi işlerinden önce yerine götürülüp teslim edilecek.
13) Bütün Rum ustaları kesinlikle Türk çırakları kullanmayacaktır. Politik düşüncelerle bir Türk çırak almak gerekirse Rum usta, Türk çırağı bir hizmetçi gibi kullanacaktır.
14) Bütün bu kurallar gizli olarak yapılacak, kurallara uymayanlar hemen aforoz edilecek , kredileri kesilecek ve Rum toplumu arasından kovulacaktır.

19. asırdan itibaren Türkiye’ye yoğun olarak girmeye başlayan Avrupa sanayicileri Osmanlı İmparatorluğu’nda tabii olarak ilk etapta gayri Müslim tebaa ile ticari ilişkilere giriyordu. Avrupa burjuvazisinin sermayesi ile birlikte 1789 Fransız ihtilali sonrası Avrupa’da gelişen milliyetçilik duyguları bu tebaaya nüfuz etti. Bu ideoloji gayrı Müslimleri özelliklede imparatorluk bünyesinde Türklerden sonra ikinci kalabalık grup olan Rumları doğrudan etkilemiştir.

Ayasofya Kilisesi’ndeki resimler Fatih Sultan Mehmet (2. Mehmet) tarafından üzerine sürülen badanaların altında kendilerini nasıl muhafaza etmişse Hıristiyan gayrı Türk tebaa da Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altında öyle kalmıştı.

Nitekim yıllar süren isyanlardan sonra 1830 yılında gelindiğinde İngiltere, Fransa ve Rusya’nın desteğiyle Mora ve civarında bağısız bir Yunanistan devleti kuruluyordu.

Fener Rum Patrikhanesinin hayalini kurduğu Megali İdea dediğimiz Büyük Yunanistan hayali sınırlarını taa İskender’in dolaştığı toprakları içine alacak kadar büyüktür. Kaldı ki İskender Yunan asıllı olmak şöyle dursun Yunanistan’ı baştan başa çiğneyip geçmiş bir Makedonyalıdır ( aslen Arnavuttur) oysaki yunanlılar tarihte bir gün bile Makedonya’ya sahip olamamışlardır. Yine esasen Yunanlılarla hiçbir ilgisi olmayan doğu Roma demek olan Bizans’a gayrı meşru çocuk gibi bağlanmayı ifade eden “Megali İdea” Yunan şarlatanlığının eserinden başka bir şey değildir.

Gene aynı şekilde Rum Patrikhanesine doğrudan bağlı Trabzon Metropolitliğini gayretleri ile Karadeniz’de Pontus devleti ihya edilmeye çalışılıyordu.

Karadeniz’e “Pont Oksen” denilmesinden yola çıklarak miladın 65 senesine kadar evam etmiş bir Pontus adında Rum devletinin olduğu öner sürülmektedir. Easında bu devlet Yunanlılar tarafından değil İran Şehinşahı Birinci Dara tarafından kurulmuştu. En meşhur hükümdarı Mihridat olup “adalet güneşi” demek olan bu Farsça ad dahi bu devletin Rumlukla lakası olmadığını ispatıdır. Easen Rum olsa bile unutmamak gerekirki bu söz Roma’da bozmadır . Yani Rum Grek demek değildir. Doğu Roma yani Bizans halkını ifade eder.
II 1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı Esnasında Fener Rum Patrikhanesi:
İstanbul Fener Rum Patrikhanesi , Mondros mütarekesinden sonra İtilaf kuvvetlerine hitap eden bir beyanname neşrederek Türk Vatanın İşgal edilmesini istemişti.

1 Eylül 1918’de yayınladığı bir başka beyanname ile Yunan Ordusu’nun Türklere karşı muzafferiyetlerini överek yerli Rumların filen Yunan ordusuna katılmasını emretmiştir. Mütareke yıllarında Patrikhane kararıyla Türk topraklarındaki Rum okullarında Türkçe okutulması yasak edilmiştir.

ulusalmeydan
 
*******************
Bunak Papa zehrini kustu... 


8/7/2007 
   Papa 16. Benediktus, Osmanli Devleti doneminde Turklerin Italya'nin  guneyindeki Otranto'ya yaptiklari cikarma sirasinda yasamini yitiren Antonio Primaldo ve yandaslarini aziz ilan edecek.

   Vatikan'dan edinilen bilgilere gore, Papa 16. Benediktus, gunumuzden 517 yil once cereyan eden Otranto cikarmasi sirasinda   hayatlarini kaybeden, Piskopos Primaldo da dahil toplam 800 Hristiyana azizlik   unvani verilmesine iliskin  kararnameyi imzaladi.
   Vatikan'da Azizlik Davalarini Degerlendirme Kurulu'ndan onay almis olan kararname 16. Benediktus tarafindan da imzalanmis bulunuyor.
   Osmanli Devleti'nin Italya'nin kuzeyindeki Otranto kentine yaptigi cikarma, Fatih Sultan Mehmet'in tahtta oldugu donemde 28 Temmuz 1480'de Gedik Ahmet  Pasa komutasindaki bir grup asker tarafindan  gerceklestirilmisti. Gedik  Ahmet Pasa'nin kisa surede fethettigi Otranto,  yaklasIk 1 yil boyunca Turklerin elinde kalmisti. Italya'daki tarihi kaynaklarda, Gedik Ahmet Pasa komutasindaki Turk askerlerinin karaya cikmalarinin ardindan iki  hafta sonra Otranto surlarini asarak kente girmeyi basardiklari belirtiliyor.
   Kent merkezinde uc gun suren  direnis sirasinda Piskopos Stefano Pendinelli'nin de yasamini yitirmis  oldugu kaydediliyor. 


Rektör Hilmioğlu, gençlere hitaben yaptığı konuşmada, ulus olarak "Ne mutlu Türküm" demekten onur duyanlarla "Türkiyeliyim" diyenlerin savaşması gerektiğini savunarak, "Ulus olarak bir savaşın verilmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu savaş, emperyalizm ile bağımsızlık düşüncesinin savaşıdır. Bu savaş, sömürgeci güçlerin taşeronu bölücülük ve irticaya karşı ulus birliğini ve laikliği savunan Cumhuriyetçilerin savaşıdır. Bu savaş, 'Ne mutlu Türküm' diyebilenler ile bunu diyemeyenlerin savaşıdır.
Bu savaş, 'Türküm' demekten onur duyanlarla, bunu diyemeyip 'Türkiyeliyim' diyenlerin savaşıdır. Bu savaş, 'Lozan' ile 'Sevr'in savaşıdır.'' dedi.




İnsanlar niçin değişik dillerde konuşuyorlar?

Dünyadaki 6 milyar kişinin konuştuğu 3000′den fazla dil vardır ama dünya nüfusunun yarısı bu dillerden yalnızca 15′ini konuşmaktadır. En çok sayıda insanın konuştuğu dil ise Çin’deki Mandarin dilidir. Yazı dili bütün Çin’de aynı olmasına rağmen halkın yüzde 70′i Mandarin dilini konuşur ve kuzeyde oturan bir kişi güneydekinin konuştuğunu anlamaz.

Afrika’da 1000′e yakın dil konuşulmaktadır fakat 1 milyondan çok kişinin konuştuğu dillerin sayısı 30′u geçmez. Hindistan’da 800′den fazla dil konuşulmaktadır. Hatta bu kalabalık ülkede, her 12 kilometre gittikçe lisanın değiştiği söylenmektedir.

Genetik bilimi, insanlığın dünyanın belli bir noktasında, çok büyük bir olasılıkla Yakın Doğu’da doğarak yayıldığı ve dünya üzerindeki iki toplum coğrafi olarak birbirinden ne kadar uzaksa genetik yapılarının da o kadar farklı olduğu düşüncesini doğrulamaktadır. Örneğin Çin, Japon gibi doğu milletleri genetik olarak birbirlerine, Avrupalılar ise Kuzey Afrikalılara, Ortadoğululara ve Hintlilere daha yakındırlar.

Dünyanın bu genetik haritası ile konuşma lisanlarının yayılışı paralellik gösterir. Teoriye göre milattan önce 7500 yıllarında tarımın başlaması ve hayvancılığın gelişmesi ile birlikte Yakın Doğu’dan Avrupa’ya, Kuzey Afrika’ya ve Hindistan’a büyük göçler olmuştur. Bu büyük göç dalgaları üç ana dil gurubunun oluşmasına yol açmışlardır.

Diller arasındaki akrabalığa, bir başka deyişle dillerin tarihsel oluşumuna dayanan bu sınıflandırmada, ortak bir kökenden kaynaklandıkları varsayılan diller aynı öbeğe konulmuştur. Çelişkili olmalarına ve tam tatminkar açıklaması yapılamamasına rağmen bu üç dil grubu şunlardır: (1) Hint-Avrupa dilleri, (2) Ural-Altay dilleri, (3) Hami-Sami dilleri.

Türk dilleri Ural-Altay ailesinin Altay öbeğindedir. Büyük dil öbeklerinin dışında sınıflandırılmalarına rağmen Kore, Japon ve Eskimo dilleri de bu aileden gösterilir. Hami-Sami dillerinin en belirgin örneği Arapça’dır. Çin-Tibet ve Kafkasya dilleri, Avustralya, Afrika ve Amerika yerli dilleri bu ana sınıflandırmanın dışındadırlar.

Diller ayrıca dilbilgisi yapılarına göre de dört sınıfa ayrılır: (1) Kelimelerin kısa kısa, ek almadan, cümle içindeki yerlerine göre anlam yüklendikleri diller (Çin, Vietnam, vb.); (2) Zaman, kişi, olumsuzluk gibi tüm durumların fiilin köküne ek gelmesiyle türetilen diller (Türkçe); (3) Dilbilgisi bağlantılarının fiil kö-
künde değişiklik yapılarak ifade edildiği diller (Hint-Avrupa, Hami-Sami); (4) Sözcüklerle ekler birleştirilerek bir cümlenin lek sözcüğe dönüştürüldüğü diller (Eskimo). Örneğin Eskimo dilinde “takusariartorumagaluarnerpa” kelimesi “onun bununla uğraşmaya gerçekten niyetli olduğunu sanıyor musunuz” anlamına gelir.

Dünyadaki bütün dillerin tek ortak yanı, en çok kullanılan kelimelerin, daha az kullanılanlara göre az sayıda harfle yazılmaları, yani daha kısa olmalarıdır. Ayrıca hemen hemen bütün lisanlarda vücudun kısımlarının ve organlarının isimlerinin bir çoğu kısa kelimelerle ifade edilir. Türkçe’deki baş, bel, kaş, göz, kas, dil, diş, el, kol, saç, aya, ten, diz, kan, boy, bel, kıl, vb. gibi.

Lisanın zenginliğinde milletlerin yaşadığı ortamın ve kültürün etkisi vardır. Eskimo’lar ata, sadece at demekle yetinirken Türklerde atın cinsine, yaşına, rengine göre değişik isimleri varılır. Ancak bizler de ‘kar’a sadece kar derken Eskimo dilinde karı ve yağışını tanımlayan 32 kelime vardır.
Hayvanlara sesleniş bile dillere göre değişir. Bir İngiliz tavuğunu “bili-bili” diye çağırırsanız anlamaz. İngilizler tavuğu “çak-çak” (chuck), Finliler “fibi-fibu” diye çağırırlar ama hemen hemen bütün dillerde tavuğu kovalama sesleri birbirlerine benzer; kış-kış, kuş-kuş, kş-kş, kiş-kiş…

Otobüslerin arkasında Pontus bayrağında da yer alan çift başlı kartal.... 
13.1.2009








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder