Malumunuz Ecevit hem
şair yönüyle hem de gizli mü'min yönüyle tanınır.
1973-1974 yılları
Ankara Küçükesat'ta Ecevit'in oturduğu bir apartman vardı.
Mili Selamet Partisi
vekiliyle karşılıklı oturduğu binadan bahsediyorum.
Uzatmayım, neredeyse
hemen her gün kendisini görürdüm.
Ben henüz 15-16
yaşlarında bir gençken, Ecevit ve dönemin bakanlarından Turan Güneş ile orada
sıkça buluşurlardı.
O yıllarda çalıştığım
iş yeri hemen karşılarında olduğu için ve aynı zamanda müşterimiz de olduğu
için sıklıkla karşılaşırdık.
Ben çocuk denecek
yaşta olmama rağmen, ne zaman beni görse, düğmelerini ilkler ve başıyla selam
verirdi.
O dönemlerde
dağlara, taşlara “Karaoğlan Ecevit”
yazıyorduk.Bunları neden mi söylüyorum.
Zaman geçti, 40'lı, 50'li 60'lı yaşlara geldiğimde anlıyordum ki, o muhteşem saygın kişiliğin altında, Atatürk ilkelerine karşı gizlenmiş, bastırılmış bir düşmanlık varmış.
Benim Ecevit’e hayranlığım da, insana olan saygısından kaynaklıydı.
Anımsarsanız, daha evvel de yazmıştım Ecevit, Atatürk ilkelerini bir kültür devrimi olarak gördüğünü çok uzun yıllar sonra ağzından kaçırmıştı.
İşte o nedenle, Ecevit'in tasavvuftan ne anladığını ancak tasavvufun toplum hayatına nasıl rezillikler bıraktığını görelim istedim.
21.5.2018
A. Dursun
1993 yılında, Mazhar Alanson ve Fuat Güner'in, Bülent Ecevit ile "Sonra" şiiri ve Türk Halk Tasavvufu hakkındaki sohbeti.
Bu videoda ise, Ali Akın anlatıyor.
Fehmi İlkay Çeçen ile yaptığı sohbette,
Müritlerin Eşleri ve Şeyhin Ahlaksız Kerameti konularını anlatıyor ve hepsinin
kaynakları var.Bakalım bazı kaynaklara...
Abdülazîz b. Mes‘ûd b. Ahmed ed-Debbâğ el-Hasenî el-Bekrî (ö. 1132/1720). Hızıriyye tarikatının kurucusu olarak kabul edilen Faslı mutasavvıf.
Abdülazîz ed-Debbâğ şeyh-mürid münasebetlerini de ele alır ve şeyhin gerekliliği üzerinde önemle durur. Mürid için büyük günahların en büyüğü, bir saat, hatta bir an için şeyhini hatırlamamasıdır. Fakat kulun sevgisinden ziyade Allah’ın kulunu sevmesi mühim olduğu gibi, müridin sevgisinden çok şeyhin sevgisi önemlidir. Mürid, Resûlullah devrinde bulunmuş olsaydı ona nasıl itaat etmesi ve bağlanması gerekecek idiyse şeyhine de öyle itaat ve itimat etmelidir.
İslam Ansiklopedisi
Avretini Açan Tasavvufçu Mükafat Görüyor!
ed-Debbağ anlatıyor: Veli olmayanların avreti açılacak olursa melekler ondan nefret ederler. Manevi avret de müstehcen sözler ve edep dışı şeylerle olur. Ama velinin avreti açılacak olursa melekler ondan nefret etmez. Çünkü bunu sahih bir amaç için yapmakta ve daha önemli bir şey için avretini örtmeyi terk etmektedir."
Gördüğünüz gibi, eş-Şarani bunu el-Arayan'a mahsus bir keramet sayarken, ed-Debbağ avreti açmanın tasavvufta velilik için bir düstur olduğunu söylemektedir.
Bir de Gümüşhanevi'yi dinliyelim?
Tasarruf sahibi veli çeşitlerinden söz ederek şöyle demektedir: "Rahmanilere üçtür. Bunlar vahiy anında çıplak otururlar, vahyi işitirler ve onu anlarlar."
Tasavvufçu Kadınların Avretini Seyrediyor
el-İbriz sahibi anlatıyor:
"Bir gece hanımlarımdan biriyle başbaşa kaldım. Onunla oynaşırken utanç (varet) yerine baktım. Aradan birkaç gün geçtikten sonra şeyh hazretlerini ziyarete gittiğimde, huzurunda birçok ilim adamları bulunuyordu. Onlara dönerek sordu: Ey din alimleri! Kadının utanç yerine bakmak hakkında ne dersiniz? Ben hemen cevap verdim:
- Efendim, dedim. Bu konuda alimlerin dediğini ben de aynen söylerim. Halbuki şeyh hazretleriyle aramızda iki merhale (iki günlük yol) gibi uzun bir mesafe bulunuyordu. Bunun üzerine sordu: Peki sen hiç bakar mısın? Hayır dedim. Meğer ki unutmuş olayım.
- Evet, falan geceye kadar öyle. Ama o gece? buyurunca utandım, yaptığımı hatırladım..." el-İbriz, 1/78, tercüme, Celal Yıldırım. Demir Kitabevi, Temmuz 1979, İstanbul. (Çeviren)
Tasavvufçu Karı-Kocanın Cimaını Seyrediyor
Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan her biri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım. Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu. O boş kaldı. Sonra hanımlardan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum. Bir müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım... diğer hanımın artık uyuduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonra şeyhimin ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzak ta olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif tebessüm ederek şöyle buyurdu:
- İki karıyı bir odada bir araya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin? Beni kastettiğini anladım.
- Efendim, bunu nasıl bildiniz? dedim.
- Ya dördüncü boş yatakta kim yattı? (kendini kastediyor) diyo sordu. Bunun üzerine dedim ki:
- Ben onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım.
- Hayır, hiçbiri uyumadı. Böyle yapman doğru değlidir. Kaldıki uyanık oldukları zaman..." el-İbriz, 1/78-79, tercüm Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Temmuz 1979, İstanbul. (Çeviren)
1) İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 2/120, Mevakiu'n-Nucum, 141,
2) Abdulaziz ed-Debbağ, el-İbriz, 2/73,
3) Sevban İbn İbrahim en-Nevbî olup hicri 245 yılında ölmüştür.
4) Kutb'un ruhunun 266 cesedi idare ettiğine dair ed-Dabbağın iddiası ileride gelecektir.
5) Tayfur İbn İsa Ebu Yezid el-Bistami olup hicri 361 yılında ölmüştü.
6) Tasavvufçuların dini budur. İbn Arabi şöyle diyor: "Nübüvvet makamı bir berzahta, rasûlün az üstünde ve velinin altındadır."
7) Bütün bunları el-Münavi'nin el-Kevakibu'd-Dürriyye kitabından adı geçen kişilerin biyografisi veya menkıbeleri bölümlerinde okuyabilirsiniz.
1) es-Sülemi, et-Tabakat, 30, 34, el-Kuşeyri, er-Risale, 8,
2) ed-Debbağ, el-İbriz, 2/12,
3) ed-Debbağ, el-İbriz, 2/14, Allah'ın dininde hiçbir yeri olmıyan, akıl, mantık, hayat kanunları ve gerçeklerle bir ilgisi bulunmıyan, tasavvufçuların keramet dedikleri cahillikler, deccallıklar, küfür ve saçmalıkları menkıbe kitaplarının hemen hepsinde bulmak mümkündür. Dinin kesin ve açık naslarına aykırı, aklı başında hiçbir alimin ve müslümanın tasvip edemiyeceği küfür ve şirk davranışlar, konuşmalar ve anlayışları tasavvufçular bir keramet olarak dervişlere yutturmakta ve afyon gibi insanları uyuşturmaktadır. Dine, edebe, ahlaka, mantığa, akla ve insanlığa aykırı bu saçmalıkları merak edenler yukarıda sayılan menkıbe, keramet, tabakat ve âdâb kitaplarına bakabilirler. (Çeviren)
1) Gümüşhanevi, Camiu'l-Usul, el-Curcani, Tarifat kitaplarında "Kutup" maddesine bakınız.
2) el-Kaşani, Keşfu'l-Vucuhi'l-Ğur, 2/103, İbn el-Farid kadim kutup ve kutupların kutbu olduğunu iddia etmiştir. Şöyle diyor:
"Melekler benimle dönmüştür. Her şeyi ihata eden kutbuna hayran kal. Kutup bir noktanın merkezidir. Benden önce halifesi olduğum kutup yoktur. Evtadın kutupluğu Ebdal'dan sonradır."
1) Cevahiru'l-Maani, 81 vd.
2) Cevahiru'l-Maani, 2/79,
3) Cevahiru'l-Maani, 63,
4) Kutupluk masalı hakkında el-Hedyu'n-Nebevi dergisinde uzun bir makale yazdım.
5) Bidatlara karşı mücadele ettiği bilinen İbn el-Hâc'ın bu masala inanması ve "Göğün ufkunda feleğin dönmesi gibi Allah onu dünyanın dört bucağında dönderir" demesi hiç de ilmi ve mücadelesiyle bağdaşmamaktadır. Bkz. Muhammed İbn el-Hıdr eş-Şenkîtî, Muşteha el-Hârif, 328. Kendisinden yarar umulan ve aklı başında sanılan insanları tasavvuf bu şekilde öldürmekte ve saptırmaktadır.
1) Cevahiru'l-Maani, 93. Ayrıca Gümüşhanevi'nin Camiu'l-Usul kitabına bkz.
2) Tasavvufçular, her tasavvufçunun istediği zaman kutup olabileceğini ve evrende tasarruf sahibi olacağını iddia ediyor. Tarikat sulukunun neticesini müjdelerken onlardan biri tasavvufçulara şu müjdeyi veriyor: "Sen alemin kutbu oldun ve dilediğin gibi elinle idare ediyorsun." Bkz. el-Futuhatu'l-İlahiyye, 1/114, miladi 1913 baskı,
Tasavvufçuların Şii batınî devletinin erkanı ve kurmayları hakkında kendi kitaplarından fazla bilgi için bkz. Abdulvahhab eş-Şarani, el-Yevakît ve'l-Cevahir, 2/79-83, İbn Arabi, Futuhatı Mekkiyye, 2/7, 8-52, hakkında bilgi için bkz. Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l-Halk, 89-96, Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sûfi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 229-247. (Çeviren)
1) Nefahatu'l-Uns Min Hadarati'l-Kuds, 49-55, Bedir Yayınevi, İstanbul 1971.
1) ..............?..............
1) Bu bölüm için bkz. Abdurrahman Abdulhalik, Age. 229, 245-245. (Çeviren)
1) Sünen sahibinden başkadır. Bu adam Hakim ünvanıyla anılan Muhammed İbn Ali İbn el-Hasan İbn Beşir (veya Bişr) et-Tirmizi'dir. Hicri 320 yıllarına kadar yaşamıştır. Kitabının adı "Hatmu'l-Evliya" şeklinde de geçer.
1) Fususu'l-Hikem, 63, 163, (veya 1/63),
1) Maide, 3,
2) İbn Teymiyye, Risaletu Hakikati Mezhebi'l-İttihadiyyin, 63 vd.
3) Rimahu Hizbi'r-Rahim, 2/5, 15,
4) İbn Teymiyye, Age. 64,
1) İbn Teymiyye, Risaletu Hakikati Mezhebi'l-İttihadiyyin, 64,
2) el-Münavi, el-Kevakibu'd-Durriyye, 246. "Yine bkz. A. Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 2/66, terc. Tahsin Yazıcı. (Çeviren)"
3) Cevahiru'l-Maani, 2/63,
4) el-Münavi, el-Kevakibu'd-Durriyye, 246,
1) Dede Korkut Kitabı, Nşr., Muharrem Ergin, Ankara 1964, s.1.
1) Tasavvufçuların bu masalını daha önce sözünü ettiğimiz ve Mısır'a gelip tasavvufçularla beraber olan İngiliz oryantalist Edward Lane kaydetmiştir. Şöyle anlatıyor: "Kabe damının birinci kutbun merkezi olduğuna inanılır. Halkın el-Mutevelli dedikleri ve Kahire'nin kapısında bulunan Zuveyla babını da başka bir merkez olarak tercih ediyordu. Çünkü halk Mutevelli kapısının bu meçhul kişinin merkezi olduğuna inanır. Hiç kilitlenmeyen büyük kapının iki kanadı arkasında küçük bir boşluk vardır. Oranın kutbun yeri olduğu söylenir. Baş ağrısı olanlar büyünün çözülmesi için kapıya bir çivi çakarlar. Aynı şekilde dişleri sızlayanlar söktükleri bir dişi getirip kapının yarıklarından biri içine yerleştirirler.
Mısır'da kutbun bu derecede meşhur olmayan başka merkezleri de vardır. Bir tanesi es-Seyyid el-Bedevi'nin kabri, diğeri de el-Mahalle kentindedir.
Resim...
Kutbun Mekke4den Kahire'ye yahut başka bir yere anında intikal ettiğine inanılır. Halktan çok kişinin Hızır'la karıştırdığı İlyas'ı devrinin kutbu olduğuna inanır. Ondan sonra gelen kutupları da onun görevlendirdiğini kabul ederler. Çünkü ölmediğini ve hayat pınarından içtiğini, bazı velileri birtakım güç işlerle görevlendirdiğini söylerler. Bunlara jandarma çavuşları adı verilir." Edward Lane, el-Mısrıyyun el-Muhdesûn, 163. Bu adam ondokuzuncu asırda Mısır'a gelmiş, tasavvufçuların arasına girmiş, intisap ederek biat etmiş, müslüman bir isim almış, işi bittikten sonra bu saçmalıkları da sadece tasavvufçulara değil, bütün Mısırlılar'a mal ederek teşhir etmiştir. Tasavvufçuların Mısır halkı ve İslâm için ne cinayetler işlediğini görüyorsunuz değil mi?
1) Divanın ortasında uluorta öyle mi?! Divanın gûya bu yüceliğine rağmen bakınız ed-Debbağ onun için neler söylüyor:
- Falan oğlu filan kuluma, sırrı hilafeti ihsan eyledim. Var müjde eyle, emriyle Hz. Seyyidi'l-Enbiya'ya gelir:
- Ya Rasûlallah, ümmetinden filan oğlu filana, Allahu Teâlâ sırrı hilafeti ihsan buyurdu. Ne emriniz olur? der. Fahri âlem (s.a.v.) efendimiz hazretleri, Hızır aleyhisselama bir yeşil hil'at vererek:
- Var, imdi bu hil'ati o zata bindir ve kendisini alıp buraya getir, diye emir buyurur.
Hızır aleyhisselam hilatı alarak o zata götürü ve:
- Rasûlullah (s.a.v.) size selam etti. Bu hil'atı gönderdi. Tarafı ilahiden size sırrı hilafet ihsan olunduğunu müjdesiyle geldim. Buyurun sizi bekliyorlar, der.
O zatı vâlâ-kadir (NA'AM-evet) diyerek hiç beklemeden Rasûlullah'ın huzuruna varır ve görür ki bir yüce divan kurulmuştur. Kalem yazmaya, dil anlatmaya kadir olamaz. Hace-i kainat Hz. Fahri alem (...) efendimiz türlü mücevherler ve kıymetli taşlarla bezenmiş bir yüce kürsü üzerinde oturmaktadırlar. Sağlarında ve sollarında bütün enbiyayı izam ve resûli kiram, ciharı yari güzin (dört halife) ve bütün ashabı kiram (...), bütün pirler, kutuplar ve ehlullah her biri mertebelerine göre gayet süslü birer kürsü üzerinde oturmaktadırlar.
O anda Rasûlullah efendimiz huzuruna getirilen zatı şerifi bizzat karşılarına alıp teveccüh buyururlar. Bu teveccühlerinde bütün fiillerini, sözlerini ve amellerini, yani sîreti seniyyelerinin tamamını ihsan buyururlar ve kendi hallerini bütün bütün bildirirler. Daha sonra, o zata mücevherlerle süslü yeşil bir hil'atı şerif giydirerek mübarek başlarına yine mücevherli bir tacı şerif koyarlar ve üzerine bir de mücevherli sorguç takıp buyururlar ki:
"Ne biçim divan?! Divanı kuran ve oluşturan bütün veliler benim içimdedir. Divan ancak içimde kurulur. Bana göre yer ve gökler çölde güzel bir kadın gibidir." el-İbriz, 2/8,
2) Kur'ân'ın dili Arapça için zındıkların kurdukları tuzaklara bakınız. Guya evliya meclisinde Kur'ân'ın dili değil, gayri müslimlerin dili konuşulmaktadır.
3) Yani üçyüz altmış altı yıl çeken sene sayısınca. Bu durumda hergün bir vücudu olmaktadır. Yüce Allah'ın "O hergün bir durumdadır" (Rahman 29) tavsifine nazire olarak sanki Allah'la yarışmaktadır. (!)
4) Haksız yere cana kıyarlar. Buna rağmen alemin kaderinde tasarruf eden büyük kutuplar olurlar.! Halbuki yüce Allah "Kim bir can karşılığı yahut yer yüzünde fesat olmadan bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Maide, 32) buyurmaktadır.
Sırası gelmişken, isterseniz sırr-ı hilafetin ne olduğunu ve nasıl verildiğini de Miftahu'l-Kulub kitabından dinliyelim:
Abdülaziz bin Mes`ud Debbağ
Fas`tayaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi Abdülazîz bin Mes`ûd Debbağ`dır.Soyu hazret-i Ali efendimize dayanmakta olup hem şerîf, hem deseyyiddir. 1679 (H.1090) senesinde Fas`ta doğdu. 1720 (H.1132)senesinde doğduğu yerde vefat etti.
Babası Mes`ûd ed-Debbağ, âlim bir zat olup, büyük velî Seyyid el-Arabî el-Feştalî hazretlerinin yanında yetişti. Hocasının Farîha isimli yeğeni ile evlendi. Abdülazîz Debbağ doğduktan kısa bir süre sonra Seyyid el-Arabî hazretleri vefâtından önce annesi ve babasını yanına çağırarak, bir fes ve bir çift postalını Abdülazîz Debbağ`a verilmek üzere emanet etti. Abdülazîz hazretleri büyüyüp, oruç tutacak yaşa gelince, annesi ona; Oğlum! Seyyid el-Arabîel-Feştalî hazretleri bu emanetleri sana vermemi vasiyet etti, dedi. Annesinden emânetleri alan Abdülazîz Debbağ`ın kalbinde Allahü teâlânın aşkı ve sevgisi arttı. Nerede bir evliyâ olduğunu duysa yanına gidip, sohbetlerinde bulunmaya başladı. Fakat istediğine tam mânâsıyla kavuşamıyordu. Bir süre sonra Seyyid Ahmed bin Abdullah`ın sohbetlerine devam etti ve aradığını bu zâtın huzurunda buldu. Kısa sürede tasavvuf yolunda kemâle erdi. Hocasının vefâtı üzerine, halîfesi olarak yerine geçti ve talebe yetiştirip insanlara doğru yolu göstermeye başladı.
Bir gün talebelerinden Ahmed bin Mübârek,Sultan Nasrullah`ın, derhal Meknâse`ye gidip Riyad Câmiinde imâm olmasını bildiren mektubunu aldı. Talebe bu göreve lâyık olmadığını ve hocasından ayrılmanın ağır geleceğini düşünerek çok üzüldü. Abdülazîz Debbağ durumdan haberdâr olunca; Korkma! Zîrâ sen Meknâse`ye gidecek olursan, biz de seninle beraber geliriz. Fakat sen hiç üzülme sana bir zarar gelmeyecek ve sen o câmiye imâm olmayacaksın. dedi. Talebe yola çıktı. Meknâse`ye vardığında imâmlık vazîfesinin başkasına verildiğini öğrendi. Hemen evine döndü.
Durumu öğrenen kayınpederi Muhammed bin Ömer şöyle bir mektup yazdı:
Meknâse`ye geldiğin halde sultanla görüşmeden ayrıldın. Senin dönmenden sonra başımıza gelecekleri bilmezsin. Bana soracak olursan hemen Meknâse`ye gelip sultanla görüş ve verilen vazîfeye başla!
Ahmed bin Mübârek hemen mektubu hocasına götürüp okudu. Abdülazîz Debbağ; Sen evine git otur, hiç bir fenalık gelmez. Sana sultanın bir zararı dokunmaz. buyurdu ve bir süre sonra mesele kapandı.
Abdülazîz Debbağ bâzı talebeleri ile sohbet ederken Ahmed bin Mübarek`e dönerek evini anlattıktan sonra;Neden atını falan yere bağlıyorsun? Oraya sâlih bir zât defnedilmiştir. Kabri tam atının ayağının altında bulunuyor. dedi. Halbuki oralarda bir kabir izi yoktu ve oraya yakın bir kabristânlık da yoktu. Abdülazîz Debbağ tekrar; Senin avlunda yedi kabir bulunuyor.Fakat sen sadece atının ayakları hizasında bulunan zâtın kabrine dikkat et. Atını oradan uzaklaştır, ona saygılı ol! Mümkünse kabirle at arasına bir duvar çek, buyurdu. O sırada meclisteki talebelerinden biri; Efendim o zât kimdir? diye sorunca; Arabdır. Tilmsan`a yakın bir yerde bulunan el-Lesbağat kabîlesindendir. Bu kabîle onu sâdece bir talebe bilir. Bir velî olduğunu bilip tanımazlar. Vefat edince bahsettiğim o yere defnettiler, dedikten sonra Ahmed bin Mübârek`e dönerek; İstersen bahsettiğim o yeri kaz. Onun bedenine rastlarsın, dedi. O da gidip hocasının dediği yeri kazarak, o zatın mübârek bedenini buldu. Oraya hemen bir kabir yaptırdı. Tekrar hocasının yanına gittiğinde şöyle sordu:
Efendim! Bizim avluda bulunan diğer kabirleri değil de, neden sâdece atın ayaklarının hizasındaki kabir üzerinde durdunuz ve onun ortaya çıkmasını istediniz? Abdülazîz Debbağ bu suale şöyle cevap verdi:
Çünkü bu zât, Allahü teâlânın velî kullarındandır. Rûhu serbest ve hareket hâlindedir. Diğerleri ise berzah âleminde bekliyorlar. Oradaki ölülerin vefâtından bu yana üç yüzyıla yakın zaman geçmiş bulunuyor.
Abdülazîz Debbağ sık sık talebeleri ileaçık havada dolaşır, bu sırada onlarla sohbet ederdi. Yine bir gün böyle temiz havalı bir yerde talebeleri ile sohbet ederken birisi yanlarına geldi ve; Efendim! Kardeşim, sultanın oğlu Abdülmelik ileberaber ortadan kayboldu. Ondan bir haber bekliyoruz. Kendisini sevdiğim bir zât, kardeşimin sağ olduğunu söyledi. Siz bu hususta nedersiniz? diye sorunca Abdülazîz Debbağ hazretleri hiç bir şey söylemedi. Gelen kişi ısrâr edince; Sen muhakkak benden haber almak istiyorsan, sıhhatli haber al. Allahü teâlâ Hacı Abdülkerîm`e rahmet eylesin. O hem garib, hem de gâibdir. Onun cenâze namazını kılan sana haber verecektir. Sultanın oğlu onu öldürmüştür, dedi. Birkaç günsonra Abdülazîz Debbağ`ın verdiği haberin aynı geldi.
Devlet ileri gelenleri sık sık AbdülazîzDebbağ`dan vazîfelerinin devâmı için yardım ve duâlarını isterlerdi. Sultan Nasrullah vâli ve hâkimlerin bir kısmını görevden aldı. Onlardan birisi görevine tekrar dönmek istiyordu. Her zamanki gibi AbdülazîzDebbağ hazretlerinden yardım isteyince, yardım etti. Sultan o kişiyi tekrar vâli yaptı. Bir süre sonra Abdülazîz Debbağ, vâliye haber göndererek iyilik etmesini ve vergileri ödemede kolaylık göstermesini ricâ etti. Fakat makâmın verdiği gurûra kapılan vâli bu ricâyı kabul etmedi ve cezâ olarak görevden alındı.
Talebelerinden biri Abdülazîz Debbağ`ı ziyâret için bir gün yola çıktı. Yolculuğunu katır ile yapıyordu.Tehlikeli bir yere gelince, bineğinden inip o yeri yaya olarak geçti.Tekrar bineceği sırada hayvan kaçtı ve yakalaması mümkün olmadı. Ne yapacağını şaşırdı. O anda hocası hatırına geldi ve ondan yardım umarak; Ey hocam Abdülazîz Debbağ! dedi. Bu sırada Allahü teâlâ bâzı insanları ona yardımcı olarak gönderdi. Onlarla beraber hayvanı yakalayıp, hocasının huzûruna geldi. Abdülazîz Debbağ onu görünce gülerek; Falan yerde Şeyh Abdülazîz`i ne yapacaktın? Senin yanında olsaydı herhalde sana yardımda bulunurdu. dedi. Talebe büyük bir edeple; Ey Efendim! Şahsen bulunmanızla rûhen bulunmanız arasında,sizin için hiçbir fark yoktur ve ikisi de mümkündür, dedi.
ESER: YUSUF COŞKUN BENEFŞE
Sohbetlerinde talebelerine şöylebuyururdu:
Kulun düşüncesi Allahü teâlâdan başkasına doğru yönelince Allahü teâlâdan uzaklaşmış olur.
İnsanlar, varlık âleminin efendisi Muhammed aleyhisselâmı tanımadıkça, ilâhî mârifete kavuşamaz. Hocasını bilmedikçe, varlık âleminin efendisini tanımaz. Kendi nazarında insanları ölü gibi kabûl etmedikçe, hocasını bilemez.
Firdevs Cennetinde, bu dünyâda işitilen veya işitilmeyen bütün nîmetler mevcuttur. Cennetin ırmakları, Firdevs Cennetinden kaynayıp çıkar. Bir ırmaktan su, bal, süt ve şarab olmak üzere dört türlü meşrûbât akar. Nasıl gökkuşağındaki renkler birbirine karışmadan durursa bu dört meşrûbât da birbirine karışmadan akar. Bu ırmaklar müminin isteğine göre akar. Hangisini isterse o akar ve onu içer. Bütün bunlar, Allahü teâlânın irâdesiyle olmaktadır.
ARSLANIN DA ŞEREFİ VAR
Bir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında eşkıyâ saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir yerde geçirdiklerinden, içlerinden iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir arslanın dolaştığını farkettiler. Biri diğerine; Kimseyi uyandırma sonra paniğe kapılabilirler, dedi. Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana rastladılar ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken konakladıkları yerde, bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi. HocalarıAbdülazîz Debbağ`ın huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe; Efendim!Müsâde ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadım, dedi. Abdülazîz Debbağ; Niçin uyumadın? diye sorunca; Arkadaşlarımı korumak için, diye cevap verdi. Bunun üzerine; Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda sağlamaz. Siz giderken falan gece yolkesiciler sizin yanınıza geldiğinde arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyormusun? dedi. Talebe; O gece ne oldu? diye sual edince:
O gece falan yere vardığınızda üç kişi gelip size katıldı. Daha sonra sizden ayrılınca oradan gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız yeri onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada etrafınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar.Kendi kendilerine; Arslanı öldürürsek bunlar uyanır, soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel olur. dedikten sonra bir çıkar yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya gittiler.
Orada da bir şey bulamayınca tekrar sizin yanınıza geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca, aralarında şöyle konuştular: Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak orada bir arslan çıktı. Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ onların kalblerini mühürledi, dedi.
Talebe; Yolda rastladığım ölü tavşan neydi? diye sorunca, Abdülazîz Debbağ; Arslanın bir onuru vardır. Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken, bir tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslanbir pençe vurarak öldürdü. buyurdu.
1) Kitâb-ül-İbrîz (Ahmed bin Mübârek,Kâhire, 1278)
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliya; c.2, s.173
3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16,s.256
4) Mu`cem-ül-Müellifîn; c.5, s.262
onaltiyildiz.com
Resim...
Tasavvuf Kitaplarında Cinsel Sapkınlıklar
İnsanlara Allah dostu diye sunulan kişilerin hayat hikayeleri tasavvuf kitaplarında anlatılır. Bu kitaplarda yazanlar insanların hiç bir işine yaramadığı gibi bilinç altını çöplüğe çevirir. Çünkü aklınıza gelebilecek her türlü sapıklık bu kitaplarda mevcuttur. Örnekler aşağıda verilmiştir.
Tasavvuf Kitaplarından Sapık Hikayeler
1- İmam-ı Şarani: Tabakatül Kübra - Evliya Menkıbeleri
1970 yılında ''Dizgi ve Baskı Özgör Matbaa'' tarafından Beyazıt/İstanbul'da basılan kitapta İmamı Şarani isimli bir şahıs, Allah dostu olarak sunduğu kişilerin hayatlarından kıssalar anlatıyor. Bu kıssalarda cinsel sapkınlıkları normal olaylar gibi anlatıp övüyor.
A- Allah dostu Ebu Huzele, kadınları ve oğlanları elliyor
1738.Sayfada İmam-ı Şarani, Ebu Huzale hakkında şunları anlatıyor;
''Allah ondan razı olsun. Manevi haller sahibi zatlardan birisiydi. Aynı zamanda melamı şeyhiydi. Halkın arasında namaz kılmazdı. Ebu Huzale'nin garip bir huyu vardı. Yolda bir kadın veya parlak bir oğlan görse onu yanına çağırıp önüne ve arkasına dokunurdu. Ama kim olursa olsun, ister valinin oğlu veya hanımı , isterse bir vezirin. İsterse böyle yaptığı oğlanın babası da orada bulunsun, isterse halktan kendisini izleyenler bulunsun, hiç birine aldırış etmeden ellerdi. Kimseye aldırış etmezdi, onun yaptıklarına da bir şey diyen pek çıkmazdı.''
Bu hikayede Allah dostu olarak sunulan Ebu Huzale isimli zat, kadınların ve sakalsız oğlanların cinsel organlarına dokunuyor. Bunu da herkesin normal karşıladığını söylüyor. Hikayede görüldüğü gibi cinsel taciz ve oğlancılık, veli zat olarak sunulan kişi tarafından yapılıyor. Bunu okuyan insanların bilinç altına gereksiz ve sapık hikayeler yerleşiyor. Dini bilgi öğrenmek isteyenlere sapık hikayeler okutuluyor.
B- Allah dostu Ahmet Sutahya, delikanlı olduğunu ispatlıyor
1747.sayfada İmam-ı Şarani, Ahmet Sutahya hakkında şunları anlatıyor;
'Ahmet Sutahya hazretleri bir gün bakire bir kızla evlenmek istedi. Kız: ''Dünya başıma mı yıkıldı da yatalak bir herifle evlenecekmişim?'' dedi. Bunun üzerine kız felç oldu ve iyileşemedi. O haliyle öldü. Bir gün başka bir kız Ahmet Sutahya hazretleriyle evlenmek istedi. Kızın arkadaşları onun kalkamaz, yürüyemez, bir şey yapamaz bir adamın karısı olacağı için kınadılar. Zifaf gecesi Ahmet Sutayha hazretleri bir delikanlı gibi kızın koynuna girdi. Çokça kan akan kızın çamaşırını aldı ve mızrağın ucuna saplayıp dedikodu yapan kadınlara gösterdi.''
Bu hikayede Ahmet Sutahya isimli şahıs kendisini ispatlamak için kanlı çamaşırı kadınlara gösteriyor. Böyle müstehcen ve yararsız bir bilgi tasavvuf kitabında insanlara din diye sunuluyor.
C- Allah dostu İbrahim Uryan, çırılçıplak hutbe okuyor
Sayfa 1773 - İmam-ı Şarani, İbrahim Uryan hazretleri hakkında şunları anlatıyor;
''Meczup Uryan İbrahim, mimbere çıplak olarak çıkar ve o şekilde hutbe okurdu. Bazı isimler sayıp ''Alemlerin rabbi olan Allah'a hamd olsun'' derdi. Onun bu sözleri cemaat arasında büyük bir ferahlık uyandırırdı.''
Bu hikayede Cuma hutbesini çırılçıplak okuyan bir adam varmış. Camide onu dinleyen cemaat herşey normal gibi hocanın çıplak olduğunu umursamıyor ve dinleyip huzur buluyor.
D- Allah dostu Meczup Halil, Çıplak Geziyor
1973.sayfada İmam-ı Şarani, Meczup Halil hakkında şunları söylüyor;
''Allah ondan razı olsun. Çıplak gezerdi. Daima, her zaman çırılçıplaktı.''
Bu cümlede çıplak gezen bir adam övülüyor. Allah ondan razı olsun diyerek çok mübarek bir zat gibi anlatılıyor. Özelliği de çırılçıplak dolaşması.
E- Allah dostu Abdulkadir Essupki, nişanlandığı kızın babasının yanında soyunuyor
1966.sayfada İmam-ı Şarani, Abdulkadir Essupki hakında şunları söylüyor;
''Mana kahramanı, hak erenlerden bir zat idi. Kuran okuması çoktu. Hiç kimse onunla konuşamazdı, büyük velilerden olanlar hariç. Acayip bir hali vardı, bazen öyle sözler söylerdi ki insanlar gelenek olarak o sözleri söylemekten ve duymaktan utanırdı. Bir keresinde bir kızla nişanlandı. Kızın babasının yanında baştan aşağı soyundu ve şöyle dedi. ''Bir defa da sen gör vücudumu, ondan sonra demeyesin ki bedeni kaba saba. Yada onda bir bars illeti gibi hastalık varmış.'' Daha sonra cinsel organını eliyle tutarak şöyle devam etti: '' Buna da bak, bak sana yeter mi? Sonra o büyükmüş ben alamam demeyesin, yahut sana yetmeyecek kadar küçük bulupta aleti benim aletimden daha büyük bir koca aramaya kalkmayasın.''
Bu hikayede Allah dostu olarak sunulan Abdulkadir Essupki isimli şahıs, nişanlısının babasının yanında çırılçıplak soyunup ''Bak bakalım cinsel organım sana yeter mi?'' diye soruyor. Böylesine akıl almaz bir sapıklığı ''Evliya Menkıbesi'' olarak anlatıp cahil insanların aklına sapık hikayeler koyuyorlar.
2- Mevlana: Mesnevi
Mevlana lakaplı Celaleddin Rumi'nin kitaplarında sapık hikayeler mevcuttur. Bunları okuyanların bilinç altına gereksiz bilgiler yüklenir. Böylece Kuran'dan başka kitaplardan hikmet arayanlar karanlığa mahkum olur. Allah'ın kitabı Kuran ise insanları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Maide Suresi 16: Allah onunla (Kuran'la) rızasını gözetenleri selamet yollarına eriştirir ve kendi izniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru yola iletir.
Kabak Hikayesi: Hizmetçi ve eşek arasında geçen aşk
Kabak hikayesinde hizmetçi kadın, ev sahibinin eşeğiyle cinsel ilişkiye girer. Bunu yaparken de eşeğin aletinin hepsi vajinaya girmesin diye kabağı ortadan delip eşeğin aletine takar. Böylece eşek ile kendisini tatmin eder. Bu hikaye Mesnevi 5.Cilt, 112>118.sayfalarda 1335>1420.beyitlerde şöyle anlatılmıştır.
''O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı damarları da. (1340) Onda hiçbir illet görünmedi kimse bunun iç yüzünü haber veremedi. Halayığın efendisi “Kadın” bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. Eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? O halayık eşeğin altına yatmıyor mu? Bunu kapının yarığından gördü bu hale pek şaştı. (1345) Eşek erkekler dişilerine nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış işini becermekteydi. (1350) Sustu, halayığa hiçbir şey söylemedi. Bu işe tamah ettiği için işi gizledi. Halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. Yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak, dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu. Eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü. Elinde süpürge kapıyı açınca kadın; ‘dudak altından seni usta seni dedi’. (1355) Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın iyi. Fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? İşi yarıda kalmış öfkeli aleti oynayıp durmada. Gözleri kapıda seni beklemede. Bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. Kadın anlamamış görünüp, dedi ki: “Tez çarşafını başına al. Filan eve git benden selam söyle. Şunu söyle; ‘böyle yap şöyle et’.” (1380) Kadın kapıyı kapadı, sevine sevine eşeği kendisine çekti cezasını da tattı ya! Eşeği çeke çeke ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı.
O kadın da muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı. (1385)
Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. Alışmış eşek kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi. Eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı damarları koptu, birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal can verdi. Seki bir yana düştü o bir yana. Ahırın içi kanla doldu, kadın baş aşağı yıkıldı öldü. Kötü bir ölüm kadının canını aldı. (Mesnevi-Cilt 5 1335-1420. Beyitler s.112-118)
3- Ahmet Eflaki: Ariflerin Menkıbeleri
Örnek 1: Mevlana olarak bilinen celaleddin rumi ile hocası şems tebrizi arasında geçen diyalogta, Allah'ın kadın kılığına girip şems ile oynaştığı iftirası atılmıştır.
Şemsi Tebrizi'nin Kimya haytun adında bir zevcesi vardı. Bir gün şems'e kızarak meram bağları tarafına giti. Celaleddin Rumi, medresenin kadınlarına işaretle; ''Haydi gidin, kimya hatun'u buraya getirin. Şemsettin'in gönlü ona çok bağlıdır'' dedi. Kadınlar kimya hatunu aramak için hazırlandıkları sırada, celaleddin Rumi, şems'in yanına girdi. Şems çadırında kimya hatun ile oturmuş oynaşıyordu. Bu durumu gören celaleddin rumi çok şaşırdı. Aralarına girmeyip medresede bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Sonra şems ''içeri gel'' diye bağırdı. Celaleddin rumi, şems'in yanına girip kdını göremeyeince ''kimya hatun nereye gitti?'' diye sordu. Şems şöyle cevap verdi: Yüce tanrı beni o kadar sever ki, istediğim şekilde yanıma gelir. Biraz önce de kimya hatun kılığında yanıma geldi.'' (Ahmet Eflaki: Ariflerin menkıbeleri, Sayfa: 484-485)
Örnek 2: Celaleddin Rumi'nin hocası şems, kadına cinsel organını elletmiş
Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir:
Bir gün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor onların iffet ve ismeti hakkında şöyle diyordu: Bununla birlikte bir kadın Arşın üstünde bir yer verseler sonra onun bakışları birdenbire dünyanın üzerine düşse ve yeryüzünde kalkmış gelmiş bir tenasül aleti görse deli gibi kendini oradan aşağı atar ve aletin üstüne düşer çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek mertebe yoktur.
Ardından da şu hikayeyi anlattı:
Şam,da bulunan Şeyh Ali,yi Hariri ayağı uğurlu parlak kalpli,metanet sahibi bir kişiydi.Sema sırasında kime baksa o hemen kendisine mürit olurdu.Giydiği hırka parça parçaydı.sema sırasında vücudunun her tarafı görünürdü. Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için semasını görmek istedi.Sema edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiğinde şeyhin nazarı ona ilişti.O derhal mürit oldu ve elbise giydi.
Oğlunun şeyhe mürit olduğu haberi Mısır,da halifenin kulağına ulaştı.Son derece canı sıkıldı ve şeyhi öldürmek istedi.Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tam bir içtenlikle şeyhe teveccüh gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi.Şeyhi eve davet ettiler.Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi.Şeyh tenasül aletini kaldırarak kadının eline verdi ve Senin istediğin o değil budur dedi ve semaya başladı.bunun üzerine halifenin ona olan inancı bir iken bin oldu (Ariflerin Menkıbeleri.s.486-487.kabalcı yayınevi)
4- Eşrefoğlu Rumi: Müzekkin Nüfus
Mürit ile şeyh arasında edep denince, mürit şeyh'inin hiç bir kusurunu görmeyecektir. Hatta şeyh müridinin yanında anadan üryan çırılçıplak soyunup otursa bile yinede hakkında kötü düşünmemek gerekir. Ola ki şeyh'i müridini sınamak istiyordur. Eğer şeyh'inde kusur olarak gördüğü bir durum olursa o kusurun şeyhte değil kendisinde olduğunu bilmeli ve inanmalı, buna göre kendini düzeltmelidir. (Müzekkin Nüfus, Eşrefoğlu Rumi, Sayfa 511)
Bu cümlelerde görüldüğü gibi şeyh'in çırılçıplak soyunup cinsel tacize yeltenme anlarını normal karşılamaları, kötü düşünmemeleri istenmektedir.
Mürid'in şeyh'ine danışmadan işlere girişmesi onun küstahlığından ileri gelir. Bu durumda mürid'in o işi rast gitmez. Kaldı ki bu tarikat edebine aykırıdır, ona karşı çıkmaktır. Hatta müritler şeyhlerine o derece yakın olmalıdır ki, evlerine gidecekleri zaman, hanımlarıyla cinsel ilişkiye girecekleri zaman mutlaka şeyhlerini haberdar etmelidirler. Yani şeyhlerden eve gitmek için izin isterlerken ''Efendim bu gece evimize gidebilir miyiz? Gittiğimizde hanımımızla beraber olabilir miyiz? diye izin istemelidir. Her konuyu şeyhine danışarak gerçekleştirmelidir çünkü eskilerin adetleri böyleydi. (Müzekkin Nüfus, Eşrefoğlu Rumi, Sayfa 524)
Bu cümlelerde atalarında gördüğü sapkınlıkları devam ettirmek için müritlerin eve giderken eşleriyle ilişkiye girmek için izin istemesi gerektiği yazmaktadır.
5- Abdülaziz El Debbağ: El ibriz
Şeyhimden işittim: Veli'den başkası avret utanç yerini açınca melekler ondan nefret edip uzaklaşır. Çünkü meleklerdeki edep ve terbiye daha üstün bir anlam taşımaktadır. Burada sözünü ettiğimiz avret yerlerinden maksat, hissi olan avret erleridir, buda açıktır. Manevi avret ise müstehcen şeylerden bahsetmek ve havai kelimeler kullanmaktır.
Veliye gelince, onun böyle bir hali meydana çıkınca melekler ondan nefret etmez.
Çünkü velinin böyle yapmasında sıhatli bir maksat vardır ki bu yüzden avret yerini örtmeyi terk etmiş bulunuyor. Çünkü o durumda avret yerlerinin açılması daha uygun bir seviyede bulunuyordu.
Çünkü iki maslahatla karşılaştığımızda onlardan en sağlam olanıyla emel edilir. Yada en yararlı kabul edilenine doğru gidilir. Bu durumda o maslahatı yerine getirmek vacip olur. Bununla beraber, avret yerlerini örtmekten dolayı da sevaba girer.
Örtmediği takdirde ise bir şey gerekmez.
Çünkü onu bundan alı koyan daha kuvvetli ve yararlı bir maslahattı. Eğer böyle bir maslahat olmasaydı avret yerini açmaz kapalı tutardı. Böylece o sanki her ikisini de yerine getirmiş yani hem avretini örtmüş hem de en yararlı olan şeyi yapmış sayılır. Bunun üzerine şeyh'ime sordum: Efendim, bahsettiğiniz bu maslahat nedir ki o sebeple avret yerini açık tutuyor? Bir de müstehcen olan sözler nelerdir? Allah kendisinden razı olsun şu cevabı verdi: Zatı kendi alemine doğru çeviren ve aklını da ona doğru döndüren şey, o halde avret yerini açmak o şahsa gerekliyse bunu yapar. Müstehcen söz söylemek, gayrı ciddi kelimeler kullanmak o şahsa gerekiyorsa bunları yapar. Bundan başka fani şeylerden bir şey o şahsa gerekiyorsa onları da yapar ve bu böyle sürüp gider. (Kaynak: Abdülaziz el debbağ, El ibriz, Cilt:2, Sayfa 189, demir kitapevi)
Bu cümlelerde görüldüğü gibi Allah dostu ilan edilen bir adam soyunarak müstehcen şeyler söylemeye başlarsa normaldir. Hatta soyunduktan sonra başka şeyler yaparsa da normaldir.
Açıkça hoca efendinin tecavüz etmesi meşrulaştırılmaktadır.
Sonuç: Tasavvuf kitapları insanları islam'dan uzaklaştırmak için yazılmış şeytanın uydurduğu dindir.
Kuran okuyanlar karanlıktan aydınlığa çıkar. Tasavvuf kitapları ise karanlığa çeker.
Hadid suresi 9: Sizi karanlıklardan nura çıkarmak için kuluna açık âyetler indiren O’dur. Ve muhakkak ki Allah, sizin için elbette Rauf’tur, Rahîm’dir.
Bakara suresi 257: Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır. hanifler.com
Mağrib'den Maşrik'a
Prof. Dr. Suat YILDIRIM
Bizim Fas dediğimiz ülkenin, resmi adı: Mağrib Krallığı. Oranın büyük şehirlerinden, en eski büyük merkez olan Fas'ı esas alan bir adlandırma ile Osmanlılar "Fas" demişler. Avrupalılar ise Maroc diyorlar. Onlar da muhtemelen, eski büyük merkezlerden Merrakeş'i esas alarak bu ismi veriyorlar.
Meşârik ve meğâribin (doğuların ve
batıların) Rabbine hamd ile başlarım. O'nun canibinden getirdiği nurun,
maşrikten mağribi tuttuğu Hz. Peygamber'e âl ve ashabına salât ü selam ederim.
Bu yüce Peygamber'in üstün şahsiyetini konu edinen ilmi bir toplantı
vesilesiyle yakında Mağrib'e gittim. Bizim Fas dediğimiz ülkenin, resmi adı
Mağrib Krallığı.
Oranın büyük şehirlerinden, en eski
büyük merkez olan Fas'ı esas alan bir adlandırma ile Osmanlılar "Fas"
demişler. Avrupalılar ise Maroc diyorlar. Onlar da muhtemelen, eski büyük
merkezlerden Merrakeş'i esas alarak bu ismi veriyorlar. Klasik İslâmi dönemde
Mağrib terimi, Endülüs de dâhil olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerini kapsıyordu.
Haçlı taassubunun istilasından o diyarları korumak için Kuzey Afrika'ya ulaşan
Osmanlı, maksat hâsıl olunca, Tunus, Libya, Cezayir'le yetinerek Fas sınırında
durmuş.
Fas'a ora halkının yardım taleb
etmesi halinde kuvvet göndermiş, ayrı bir sultanlık halinde yönetiminin devamına
karşı çıkmamış. Atlas Okyanusu'nu Akdeniz'e bağlayan, aynı zamanda Avrupa ile
Afrika'yı buluşturan Cebelitarık geçidinin güneyinden başlayarak Atlas Okyanusu
kıyısında uzanan bu ülke, uzaktan küçük zannedilse de neredeyse Türkiye
büyüklüğünde yüzölçümü olan bir memleket. Nüfusu otuz milyonun üstünde.
Osmanlı üç asır gibi uzun bir
müddet istilayı geciktirdikten sonra yakınındaki bin bir dertle uğraşmak
zorunda kaldığından, merkezden çok uzak bu diyara artık sahip çıkamadı, 19. ve
20. yüzyılda Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya gibi Avrupa ülkeleri bu
diyarlara hücum ettiler. Yirminci asırda 1912'de Fas'ın Fransa ile protektora
(himaye) anlaşması imzalamasıyla Fransa'nın nüfuzu iyice arttı.
Muhammed Abdülkerim Hattabi'nin
liderliğinde Faslılar 1921'de İspanya idaresine karşı istiklal savaşı
kazandılar. Fakat çok geçmeden 1926'da Fransızlarla birleşen İspanyalılar onun
devletine son verdiler. 1927'de temsili olarak hükümdar olan V. Muhammed
devrinde Fransız hâkimiyeti iyice arttı. Fakat daha sonra o da istiklal
harekâtına girişti. Fransız yönetimi onu sürüp yerine 1953'te Muhammed İbn
Arefe'yi kral yaptılar. 1954'te başlayan Cezayir istiklal savaşından sonraki
konjonktür içinde Fransa, V. Muhammed'in tekrar başa geçmesine yol verdi.
1956'da Fas, bağımsızlığını kazandı.
Önemli bir gelişme olarak Cezayir
ve Tunus ile ilişkiler düzeltilip 1989' da "Mağrib Birliği" kuruldu.
V. Muhammed'in 1961'de vefatından sonra oğlu II. Hasan kral oldu. Kırk yıl
kadar süren hükmünden sonra şimdi oğlu VI. Muhammed bu meşruti idarenin başında
bulunuyor.
Hicretin 62. yılında tabiinden Ukbe
İbn Nafi ile başlayan Mağrib fethi 92'de Musa İbn Nusayr eliyle tamamlandı.
Daha sonraki dönemlerde İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Sa'diler
gibi çeşitli beylikler Fas diyarında hüküm sürdüler. Bu sülaleler zamanında
ilmi ve kültürel hayat varlığını devam ettirmiş, çeşitli ilimlerde birçok eser
yazılmıştır.
Fıkhî bakımdan Maliki mezhebi,
tasavvufi yönden Ticaniye, Geylaniyye, Kettaniyye gibi tarikatlar yaygındır.
Dünyanın her tarafında kullanılan fes, maroken (deri eşya) gibi el sanatları
başta olarak ağaç ve alçı üzerine oymacılık türünden çeşitli geleneksel
sanatlar Fas'ta devam etmektedir. Fas şehri, UNESCO tarafından milletlerarası
tarihi şehir statüsüne alınmıştır.
Bu girişten sonra ziyaretimize
sebep olan toplantıya dönelim: Sempozyum Akdeniz sahilindeki Tatvan şehrinde
yapıldı. "Şarkiyat Araştırmaları Kurumu" ile İngiltere'de bazı
Müslümanlar tarafından kurulan Universal Mercy Derneği'nin girişimi ile
ortaklaşa düzenlenen bu uluslararası toplantı üç gün olarak programlanmıştı.
Çoğu Fas'ın çeşitli şehirlerdeki üniversitelerinden olmakla beraber Türkiye,
Tunus, Katar, Filistin, Fransa, İngiltere gibi ülkelerden gelen katılımcılar da
yer aldı. Kırk kadar bilimsel tebliğ sunuldu. Tebliğler Arapça, Fransızca ve
İngilizce verildi. Ekseriyetin arzusu üzerine program iki günde tamamlandı.
Ömrümde ilk defa gecenin 22.00'sine kadar devam eden bir sempozyum görmüş
oldum. Tebliğlerden bazılarının sadece başlıklarını verelim:
"Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
Hicretinde Sünnetullah'a Riayet", "Mükemmel Ahlakı Uygulamak En Büyük
Mucizelerindendir.", "Hz. Peygamberin Şahsiyetinde Belagat
Boyutu", "Semavi Kitaplarda Hz. Peygamberin Müjdelenmesi",
"Mağrib Kültür Mirasında Hz Peygamber", "Batıda Aydınlanma
Felsefesi Ve İslâm", "İngilizce Yazılmış Siyer Kitaplarına Eleştirel
Bir Yaklaşım", "El-Kelai'nin El-İktifa Adlı Sireti Ve Şerhleri",
"Zimmiler Hakkında Hz. Peygamber'in Ahitnamesinin Yazmaları Ve Belgeleri
Meselesi", "Aile Reisi Olarak Hz. Peygamber", "Bazı Alman
Oryantalistlerinin Kitaplarında Hz. Peygamber", "Çirkin
Karikatürlerden Sonra Hollanda Basınında Hz. Peygamber", "Çağdaş Bazı
Felaketlerden Kurtulmada Hz. Peygamberin Siretinin Rolü", "İslâm İle
Batı Arasındaki Diyalog Hakkında", "Hz. Peygamber'in Rüyaların İslâm
Kültüründeki Tesirleri."
Toplantının başında Universal Mercy
Organizasyonu adına Dr. Yeşil Öcal ile Şarkiyat Araştırmaları Merkezi Başkanı
Prof. Dr. Abdülaziz Şahbar konuşma yaptılar. İlim adamlarının ve dinleyicilerin
dikkatle izlemeleri, aceleci, geçiştirmeci olmayan tavırları, olumlu tartışma
ve soru sorma şevkleri doğrusu takdire değerdi. Toplantı, Kültür Bakanlığına
bağlı Tatvan Kültür Merkezinin klimalı, güzel dizayn edilmiş salonunda yapıldı.
Tebliğlerden hemen sonra İstanbul'dan
gelen ebru ustası Hikmet Barutçugil ve eşi Füsun Hanım'ın uygulamalı sunumu da
büyük ilgi gördü. "Su üstüne yapılan resmi" ilk defa yakından tanıyan
çok kimse, onun tekneden seri bir şekilde çıkardığı resimleri büyük bir hayret
ve hayranlıkla izlediler. Başka yerlere de davet tekliflerinde bulundular.
Toplantıdan sonra imkân nispetinde
Fas'ın bazı şehirlerini gezdim.
Uğradığım önemli yerlerden biri, merkezi
başkent Rabat şehrinde olan ISESCO oldu.
Bu teşkilat İslâm ülkelerinin eğitim,
bilim, kültür ve iletişim alanlarında işbirliği için kurulmuş olup UNESCO'nun
İslâm ülkelerine mahsus benzeri bir kuruluştur. İslâm ülkelerinin dışişleri
bakanlarının Mayıs 1979'da Rabat'ta yaptıkları toplantı ile kurulmuştur.
Kamerun, Togo, Fildişi sahili ve Orta Asya Türk cumhuriyetleri gibi yakınlarda
bağımsızlıklarına kavuşan bazıları da dâhil olmak üzere 51 İslâm ülkesinin üye
olduğu bu kuruluşa Türkiye Cumhuriyetinin üye olmadığını hayretle öğrendim.
Buraya bağlı bazı tali kuruluşları
zikr edelim.
ICPRS: İslâm Dünyasında Bilimsel Araştırmaları Destekleme Merkezi
(Centre for Promotion of Scientific Research). IBEST: İslâm Dünyası Bilimsel Ve
Teknolojik Etik Kurulu (The Islamic Body on Ethics of Science and Technology).
FUMI: İslâm Dünyası Üniversiteler Birliği (The Federation of Universities in
the Islamic World). Kuruluşundan bu yana ISESCO, çok sayıda çalışmalar yapmış,
bilimsel araştırmalar yaptırmış, toplantılar düzenleyip bu çalışmaları
yayımlamış. İslâm ülkelerinde eğitim, bilim, kültür, teknoloji ile ilgili 570 kadar
yayın yapmış. İslâm dünyasındaki çeşitli organizasyonlar, bu ülkelerde çıkan
dergi ve diğer periyodikler, değişik alanlarda istatistikler, araştırma
merkezleri, mesela kadın kuruluşları, bilim adamlarının özgeçmişleri,
çalışmaları ve en son yayınları gibi daha birçok alanda başvuru kılavuzları bu
yayınlardan sadece bazıları. İnternet adresi: " www.isesco.org.ma".
Bu siteye girildiğinde Arapça,
İngilizce ve Fransızca olarak bu kuruluşun bütün çalışmaları hakkında geniş
bilgi alınabilir. İslâm Konferansına bağlı en önemli kuruluşlardan biri olan
ISESCO hakkında Türkiye'mizde bilgi sahibi olmayışımıza hayıflandım. Üstelik
Türkiye bu teşkilatın en önemli üyelerinden ve şimdiki başkanı da bir Türk ve
üniversite profesörü olan Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu. TDV tarafından çıkarılan
İslâm Ansiklopedisinde de yer almadığına hayret ettim. Halbuki İslâm Konferansı
Teşkilatına bağlı IRCICA ve ISEDAK gibi kuruluşlar madde olarak bulunuyor.
Ansiklopediyi hazırlayan İSAM
başkanı Sayın Prof. Dr. M. Akif Aydın ile görüştüm. Dokümanları verdim. Daha
sonra bu maddenin eklenerek eksikliğin telafi edileceğine inanıyorum. Sayın E.
İhsanoğlu'nun İslâm Konferansı Genel Sekreteri olduğu bir dönemde, Türkiye'nin
ISESCO'ya üye olması için gerekli girişimin yapılacağını umarım.
Bu seyahatte vâkıf olduğum başka
bir ilmi teşebbüs daha var. O da Fas şehrinde 1993'te kurulmuş olan
"Bilimsel Terimler Enstitüsü"dür. Bu Enstitünün gayesi, İslâm
medeniyetinde ortaya çıkmış ilmi ıstılahların (bilimsel terimlerin) tarihi
gelişim seyrini ihtiva eden bir sözlüğünü hazırlamaktır. Kuruluşundan beri bu
maksadı gerçekleştirmek için birkaç sempozyum düzenlemiş.
Istılahlar alanını başlıca şu üç
sahaya ayırmışlar:
1-Dini ilimler
2-Beşeri ilimler
3-Tabii ilimler.
Hangi asırda, hangi coğrafyada
olursa olsun, bu terimleri tarihi süreç içinde inceleyip belirleme çalışması
içindeler. Bu iş ferdi gayretlerle tamamlanamayacağı için, böyle bir Enstitü
kurmuşlar.
Bu çalışma, mazide ve şimdiki
durumda olan çalışmaları kapsadığı gibi, ayrıca terimlerin geleceğini de
planlamaya yöneliyor. İmkan nispetinde ilgili ilim heyetlerini kurma, bütün
metinleri tarama, arşivleme, dokümantasyon, koordinasyon çalışmaları içindeler.
Mesele gerçekten Müslümanlar ve Arapça açısından hayati derecede önemlidir.
Zira bilimsel terimler bulunup
yaygınlaştırılmayınca, kendi dilinizle o ilimleri okutamazsınız, İngilizce gibi
Avrupa dilleri ile öğretime mecbur kalırsınız. Nitekim mesela Tıp öğrenimi söz
konusu oldu. Bütün Arap dünyasında Tıp öğretimi İngilizce ile yapılıyor. Sadece
Suriye Arapça yapmaya gayret ediyor. O da ağırlığını kabul ettiremiyor. Osmanlı
Devletinin son döneminde 19. asır ile 20. asrın başında bilimsel terimlerin
Arapça esas alınarak karşılıklarının bulunması çalışmalarının yapıldığını
bildiğimi söyleyince "Biz de bunları bize gösterecek ilim adamları
arıyorduk, gelin yardımcı olun!" dediler.
Tabiatıyla ben, bu işlerin uzmanı
olmadığımı, ama faydalı olabilecek kimselere ulaştırabileceğimi ifade ettim. Bu
Enstitünün müdürlüğünü Fas'ta Prof. Dr. Şahid Ebu Şeyhi yapıyor.
Faziletli,
ehliyetli ve samimi bir âlim.
Evinde Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı ile beni kabul
edip, heyetimize üç-dört saatini ayırdı, ikramlarda bulundu. Prof. Dr. Ferid
el-Ensari onun en yakın yardımcılarından. Meknes şehri Ülema Meclisi başkanı ve
aynı zamanda bu şehrin müftüsü. Her ikisi de Türkiye'yi ziyaret etmişler.
Fas şehrinde Abdülaziz ed-Debbağ
(rh.a) adlı mutasavvıfın medfun olduğunu öğrendik. Bu zatın Faslı olduğunu ya
bilmiyordum veya unutmuşum. Kabristanı ziyaret ettik. Kabri üzerinde mütevazı
bir türbe, şeceresini ihtiva eden mezar kitabesi var. Unutmadan belirteyim ki
bu zatın memleketimizde tanınmasında en büyük pay, zannediyorum Hasan Basri
Çantay'ın Kur'an-ı Hakîm ve Meal-i Kerim eseridir. Bu çok okunan eserde merhum,
zaman zaman, onun fikirlerini nakleden el-İbriz kitabından hikmetli açıklamalar
içeren nakiller yapar. Bu vesile ile, onun hayatı hakkında kısa bilgi vermekte
fayda görüyorum.
Bu zat 1090/1679 yılında Fas
şehrinde dünyaya gelmiş, 1132/1720'de genç sayılabilecek bir yaşta vefat
etmiştir. Ahmed İbn Mubarek adlı âlim onun müridi olup, ondan "Ümmi
Mürşidim" olarak bahseder ve birtakım meseleler hakkındaki açıklamalarını
el-İbriz adlı kitabında toplar. Kitap çeşitli yerlerde basılmış, Türkçe'ye de
tercüme edilmiştir. Bu zat "zahir ilmini öğrenmeyen bir veliye "büyük
feth"in vaki olamayacağı kanaatindedir. Ona göre, kâmil ilim, Allah'ın
ihsan ettiği ledün ilmidir.
Duyularla elde edilen ilim, bu
ilmin yanında bir hayal gibidir. Batınî ilim Güneş'e, zâhirî ilim ise fenere
benzer. Ed-Debbağ kendisinin Hz. Hasan ( r.a.) neslinden geldiğini, tarikat
silsilesinin ise Hz. Ebu Bekir (r.a.)'a dayandığını söyler. Diyanet İslâm
Ansiklopedisinde ve başka kaynaklarda onun hakkında biraz daha geniş bilgi
bulunabilir.
Fas'ta meşhur abidelerden biri
Kazablanka (ed-Dâru'l-Beydâ) adlı nüfusça ülkenin en büyük şehrinde bulunan II.
Hasan camiidir. Avlusu ile birlikte bir milyon musallinin namaz kılabileceği
söyleniyor. Mescid-i Nebeviden sonra İslâm dünyasında ikinci büyük cami.
Cuma namazında caminin, bayram
namazında ise avlunun dolduğunu söylüyorlar. Dört köşe ve hayli geniş kaideli
minaresinin yüksekliği 200 m. Caminin her tarafı oyma sanatı ile dolu. Fas'ta
alçı veya ahşap üzerine oyma işine aşırı merak var. Cami halılarla kaplı, temiz
ve bakımlı. Ayakkabılar, safların arasında, battaniye gibi kalınca kumaştan
yapılmış bir nevi çuval içine konuluyor. Namazdan sonra, kalan cemaat camide
Kur'ân-ı Kerim'i koro halinde okuyor. Mushaf-ı şerifler Verş rivayetiyle İmam
Nâfî kıraati ile basılıyor. Bu sadece burada değil, hemen hemen Kuzey
Afrika'nın ekserisinde böyledir. Kur'ân hattında, Mağrib hattının özellikleri
var. Güzel âdetlerden birisi, Cuma günü camide Kehf sûresi okuma sünnetinin
yaygın olması.
Fas'ta gördüğümüz yerler içinde,
Türk olmamız itibariyle, en dikkate değer yerlerden biri, orada eğitim ve
öğretim yapan Türk okulları. Bu okullar "Mehmed Fatih Okullar Grubu"
adı altında çalışıyor. Fas'ta altı okul var. Bunların en kıdemlisi olan Tanca
şehrindeki okulun 570 öğrencisi mevcut. Okullarda dersler Arapça ve Fransızca
olarak veriliyor. Ayrıca İngilizce ve Türkçe öğretiliyor.
Türk Okullarına rağbet çok.
Zira başarıları, ciddilikleri ve
güzel ahlaka önem vermeleri, öğretmenlerinin öğrenciye gösterdikleri ilgi
bakımından kendilerini ispatlamışlar. Bilgi öğreten ve elden geldiğince eğitim
metotlarını uygulayan –her ülkede olduğu gibi orada da- çok okul var. Fakat
bizim okulların yaptığı, Türkiye'de ve daha başka birçok ülkede tecrübe edilmiş
bir modeli oralara tanıtmak oluyor. Bilimsel başarı, ciddiyet, güzel
davranışlar vermek, sosyal yönleri geliştirmek, hasbilik, samimiyet, fedakârlık
meziyetleri ile kendilerini kabul ettirmişler.
Bu tesirler muhatap insanlarda
kendisini göstermekte gecikmiyor. Mesela Dr. Muhammed Eziamari Bey, Tanca Okul
müdürü olarak altı yıl çalışmış. Evi Tatvan şehrinde. Arada 100 km. mesafe var.
Her gün bir buçuk saat gidiş, bir o kadar da dönüş zahmetine katlanmış. Ama bir
gün bile görevini aksatmamış. Bu arada doktorasını tamamlamış. Üniversite kadrosuna
geçip iki misli maaş alma imkânı da bulunmasına rağmen bu şahıs okuldaki işine
devam ediyor. Şimdi artık kendi memleketi olan Tatvan'daki okulda çalışıyor.
Böylesi bir okula ve böylesi bir ekibe vefa göstermenin en tabii bir vazifesi
olduğunu söylüyor.
Tanca'da otuz yaşlarında bir gençle
tanıştık. Aslı bu şehirden olmakla beraber Belçika'da iş yapıyor. Bu tarzda
hizmetin faydasına o derecede inanmış ki tek başına bir okul yaptırıp hizmete
sunma gayreti içinde idi. Oradaki işlerini ayarlayarak Tanca'ya gelmiş, bir
aydan beri oradaki Türk arkadaşlara yardımcı oluyor. Üç katlı bir villasını,
otuz kişilik pek kaliteli bir öğrenci yurdu olarak dizayn etmiş, takriben
yerleşmeye hazır hale getirmişti. Merkezi bir yerde talip olduğu arsanın
krokisini gösterdi.
Memlekete dönüşümden üç gün sonra
arsayı alma işleminin tamamlandığını bana telefonla bildirdi. Fas şehrinde okul
binası lazım imiş. Şehrin Eğitim Müdürü bina bulma, pazarlık ederek oldukça
uygun bir fiyatla kiralama işlerini bizzat üzerine almış. Bu binanın da hizmete
hazır hale gelmek üzere olduğunu bizzat gördük. Bu evsafta insanların
yetişmesinde, ihlâs ve ferağatla çalışan Türk arkadaşların büyük rolü olduğunda
hiçbir şüphe yoktur. Onların yaşadıkları haller, muhataplarına yansıyor,
onlarda böylece yankılanıyor.
Gezi notlarımı bitirmeden önce
Fas'taki Türk okullarının Genel Müdürü Mevlüt Boztaş'ı ve ailesini takdirle yad
etmemek mümkün değil. Bu genç arkadaş, merhum babamdan sonraki Ergani müftüsü
Abdülkadir Boztaş'ın torunu çıktı. Şahsen tanıdığım babası Fuat Bey, Suudi
Arabistan'da iş yapan bir mühendis. Türkiye'nin Güneydoğusundan kalkıp gitmiş,
6 bin km. uzakta Atlas Okyanusu kıyılarında eğitim hizmeti veren bu genç, büyük
bir grubun yöneticiliğini yapıyor. Bu ayrıntılara, güzellikleri takdir etmekten
geri duran bazı kimselere şunu düşündürmek için giriyorum: İyi insan
yetişmesine vesile olunur ve onun ufukları açılırsa böyle netice alınır.
Buna karşılık her yerde, özellikle
onun memleketinde sahip çıkılmayan nesillerin ne hale geldikleri ise pek iyi
biliniyor. Kardeşlerinden biri Tanzanya'da, biri Orta Asya'da öğretmen olarak
çalışıyor. Dördüncüsü de Zaman Gazetesi Ankara Temsilciliğinde Haber müdürü,
hatırımda kaldığına göre. Bu aile tablosu ve onların böyle yetişmelerine vesile
olanlar "Maşallah!" diyerek takdir ve şükranla anılmaz olur mu?
Şükranlarımı sunacağım başka
arkadaşlarla da görüştük. Fakat yerimiz mahdut olduğundan onları temsilen
değerli iş adamlarımızdan Mustafa Tatari beyefendiyi anmak istiyorum.
Orada kaldığımız bir hafta boyunca
işlerini bırakıp bizi arabasıyla gitmemiz gereken her yere götürdü, bize
rehberlik etti. Bu kardeşimiz İslâm medeniyetinin bir sembolü adeta: Bir tarafı
Halepli, bir tarafı İstanbullu. Kayınpederi Fas'ın büyük âlimlerinden Prof.
Muntasır el-Kettani (O da Fas, Medine-i Münevvere ve Kahire gibi merkezlerde
çalışmış). Kayınbiraderi Prof. Dr. Ali el-Kettani bütün İslâm dünyasında
tanınan bir evrensel şahsiyet olup beş yıl kadar önce genç denilebilecek bir
yaşta vefat eden, yakından tanıdığım bir ilim ve hizmet adamı idi. Mustafa
Tatari'nin babası Türkiye'de yerli olarak imal edilen ilk dikiş makinesi olan
General marka makineyi 1960'larda üreten zat.
Kendisi pek güzel Arapça konuşan,
ticaret yanında iyi okuyan bir kültür adamı. İstanbul, Cidde, Fas gibi yerlerde
iş yapmış. Çocukları İstanbul Özel Fatih Lisesi mezunları olarak önemli
Üniversiteleri bitirip şimdi Amerika, Dubai gibi ülkelerde önemli işler
yapıyorlar; Türkçe, Arapça, İngilizce ve Fransızcayı pek iyi biliyorlar. Fas'ta
çok akrabaları var Mustafa Bey'in. Tanca'da bir tekstil fabrikatörü olan Ahmet
Tatari Bey, beraberliğine doyulamayan olgun, erdemli, entelektüel bir Müslüman.
Altmış yaşlarında olan bu zat aslında Suriye ve Fas'ta büyümüş. Sonradan kendi
gayretiyle öğrendiği Türkçeyi çok rahat konuşuyor. Sekiz dil biliyor, yabancı
dillerini geliştirmek için çocuklarından her biri ile farklı dillerle
konuşuyormuş.
Sık sık yaptığı Kâbe ziyaretlerinde
tavafta yaptığı başlıca dua: "Allah'ım! Türkleri İslâm'la şereflendir, İslâm'ı Türklerle
şereflendir!".
Onun samimiyetinden etkilenmemek mümkün değil.
Beraber olduğumuz Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı Bey, onun karşısında adeta
kendinden geçti. Cenab-ı Allah böyle güzel insanları afiyet ve muvaffakiyette
daim kılsın.
Ne dersiniz, artık Mağrib-i Aksa
çok yakın değil mi?






Tevrat:
YanıtlaSilMISIRDAN ÇIKIŞ: Çık.29: 20 Koçu sen kes. Kanını Harun'la oğullarının sağ kulak memelerine, sağ el ve ayaklarının başparmaklarına sür. Artan kanı sunağın her yanına dök.
LEVİLİLER: Lev.8: 24 Sonra Harun'un oğullarını öne çıkardı. Onların da sağ kulak memelerine, sağ ellerinin ve ayaklarının başparmaklarına kan sürdü. Artan kanı sunağın her yanına döktü.
Tevrat - EZGİLER EZGİSİ: Ezg.4: 5 Sanki bir çift geyik yavrusu memelerin Zambaklar arasında otlayan İkiz ceylan yavrusu.
Tevrat - YEŞAYA: Yşa.66: 11 Öyle ki, onun avutucu memelerini emip doyasınız, Kana kana içip Onun yüce bolluğundan zevk alasınız."
Tevrat - HEZEKİEL: Hez.23: 21 Öyle ki, Mısır'da gençliğindeki şehvet düşkünlüğünü özledin. Memelerin orada okşanmış, erdenliğini orada yitirmiştin.
Raviler:
Kütüb-ü Sitte - Hadisler 300 : "-Mal biriktirenleri, cehennem ateşinde kızdırılan taşlarla müjdele. Bu kızgın taşlar onların her birinin memelerinin uçlarına konacak, tâ kürek kemiklerinden çıkacak; kürek kemiklerine konacak, ta meme uçlarından çıkacak. Böylece çalkalanıp duracaklar" dedi. Bu konuşmayı dinleyenler başlarını indirdiler. Onlardan hiçbirinin bu adama cevap verdiğini görmedim. Bunun üzerine adam dönüp gitti. Ben de peşinden onu takip ettim. Nihayet bir direğin dibine oturdu.