18 Mayıs 2018 Cuma

Tayyip Erdoğan'ı baronlar, bölücü Kürtçüler neden terk ediyor?

2008 yılındaki yazılarım, yazışmalarımdan oluşan arşivimdir.

Erdoğan’ı tek tek terk ediyorlar.

Kolay değil, her dediği yanlışa "bile bile evet" demek zor iştir.

Tayyip Erdoğan'ı baronlar, bölücü Kürtçüler neden terk ediyor?

Baron deyimi Kılıçdaroğlu’nun, MİR deyimi ise Fırat'ın kendisinindir.

Ne farkı var derseniz bey beydir, ağalık düzeninde öyle adlandırılırlar.

Mir, Şeyh Sait'in soyundan olduğunu hiç gizlemedi zaten.

2500 civarında bir nüfusa hükmediyor olması, MİR olmasının en büyük etkenidir.

Bunların Atatürkçü olması da düşünülemez.

Çünkü Atatürk'ün yapamadığı tek ve en büyük devrime ilk karşı çıkanda, yine torunu olduğu aşiretin MİRleridir.

Yani TOPRAK REFORMU.

Gelelim Barzani kanadına, 2 yıl evvel (2006) TBMM'de kendisine bağlı 75 milletvekili olduğunu açıkladığında "kim bunlar kardeşim" diye sorumuş idik.

Tabii öyle ünlü, meşhur gazetecilerden olmayınca kimse dikkate almamış idi.

Böylece bu milletvekilleri kimlerdir diye arayan soran da olmayınca konu kapanmış idi.

Oysaki bazı isimleri incelemiş idik ve başta Erdoğan olmak üzere bazı analizler yapmış idik.

Şimdi bunları yeniden ancak farklı açıdan inceleyelim.

Dengir Mir Mehmet Fırat Türkiye Cumhuriyeti başbakan yardımcılığına kadar gelmiş.

Mir hükümette en kilit kişi olmakla kalmıyor, Mersin milletvekili olduğu için de Mersin'deki Kürt nüfus hareketini yönlendiren kişilerin başında geliyor.

Dengir Mir,2 Ağustos 2002 cuma günü Melis’te, Terörist başı, bebek katilini kastederek "Asamadınız! Asamazsınız! Asamayacaksınız!" diye bağırmakta idi.

Ne yazık ki devletin kilit noktalarından birine gelebilmektedir.

Üstelik Baron, Öcalan destekçisi iken bunlar TBMM'ye girip en kilit görevlere gelebiliyor ise, Kürt hakları adı ile yapılan hak arama mücadelesine kim inanır ki?

Kısa kısa birkaç isime daha bakalım:

Gelelim Erdoğan'a.

Rize'nin Güneysu beldesinin Rumca ismi Potamya'dır. 

Potamya'ya hoş geldin diye Tayyip'e methiyeler düzülmedi mi?

Yunan başbakanı ile baş başa kimseyi yanlarına almadan, devlet geleneklerinin dışına çıkarak hangi dilden konuşmuşlardı hatırladınız mı?

Erdoğan İngilizce bilmez, Yunan başbakanı Arapça bilmez hangi dilden 2,5 saat anlaşabildiler ki?

Bülent Arınç, kökeni Tunceli olsa da çok evvelden Manisa'ya göç etmiş bir Kürt ailesinin torunudur.

Abdullah Gül, baba tarafından çok eskiden Kayseri'ye yerleşse de aslen Siirt kökenli bir ailenin oğludur. 

Baba tarafından Arap ana tarafından sonradan Müslüman olmuş Ermeni kökenlidir.

Milli eğitimden sorumlu bakan, Hüseyin Çelik.

Van'lı olan Hüseyin Çelik, Kürt-Arap melezi. Kürtçe şarkılarla eğitim - öğretim sezonu açılışı yapılması ilk kez Hüseyin Çelik’in bakanlığı döneminde görülmüştür. 

"Türkiye sadece Türklere mi ait?" iddiasını ortaya atan bakan...

Dengir Mir Mehmet Fırat'ın yerine kim atanmış?

Abdülkadir Aksu...

İçişleri bakanı Abdülkadir Aksu.

Diyarbakır doğumlu Aksu Kürt olduğunu Turgut Özal gibi açıkça dile getirmektedir.

İç İşleri bakanlığı sanki ona ipoteklenmiştir.

Hemen her dönem göreve gelmesinin arka planında ise, emniyet teşkilatındaki Fetullahçı Kürt kadrolaşmayı yapılandırması içindir.

Bu da o görevi başarı ile yerine getirmiştir.

Vatanseverlerin katledilmesi yine en çok onun döneminde olmuş, faili meçhuller hala aydınlanmamıştır. Karanlıkta kalan bazı cinayetleri hatırlayalım.

Necip Hablemitoğlu, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu ilk akıllara gelenlerden olup, hep onun döneminde katledilmekle kalmamış polis teşkilatında Kürtçü ve Fethullahçı yapılanma görevini de son derece başarı ile bitirmiştir.

İstanbul'da PKK'yı sıkıştıran ve yan kaynaklarını kesen, mafyayı temizleme aşamasına gelen emniyet amirlerini de ya açığa aldı veya pasif görevlere sürmüştür.

Aksu'nun öz geçmişi için detaylara bakınız...

Bu şahsiyetleri kısaca analiz ettikten sonra dostluklarına da bakalım.

Gül/Erdoğan dostluğu, Türk Milli Talebe Birliği'ne üyelikle başlıyor.

Gül’ün, Cemil Çiçek, Ali Coşkun, Abdülkadir Aksu ile dostluğu da o yıllara uzanıyo.

Gül/Erdoğan dostluğu nerden baksanız otuz yıllık bir süreci kapsıyor demektir.

Şimdi şu meşhur, ünlü, anlı, şanlı büyüğümüz, ağamız, her söylediği neredeyse vahi kadar değerli imişcesine irdelenen Taha Kıvanç ile neden Erdoğan atıştı dersiniz?

Fehmi Koru (Taha Kıvanç), Şükrü Karatepe ile kısa adı FOSİS olan Müslüman Öğrenci Birliği'nde Türk Öğrencileri Yardımlaşma Derneği'nin kurucularındandır. 

Gül, yıllar sonra Necip Fazıl'a en yakın isimlerden biri olacak, hatta yakın arkadaşı Fehmi Koru ile ziyaretine gittiğinde Necip Fazıl, onları şöyle karşılayacaktı: "Sevgililerim geldi..."

AKP Hükümeti Dışişleri Bakanlığı’nın Leyla Şahin Davasında Başörtüsü Yasağının Sürmesi Gerektiğine Dair AİHM’e Verdiği Savunmada ne diyordu?

Başörtüsü köktendinci grupların sembolü haline gelmiş olup onların politik sonuçlar elde etmek için kullandıkları bir vasıtadır.

Kim diyordu?

Fethullah Gülen'in yurtdışındaki okullarla temas ve işbirliği yapmalarını isteyen Dış işleri bakanı Gül, Başbakan ise Erdoğan.

Ne ilginçtir ki bir zamanlar aynı kaptan yiyenlerin yolları acaba ne oldu da ayrıldı?

Şimdi ilginizi dağıtmadan Erdoğan'ın bir sözünü anımsayalım.

2005’te Diyarbakır' da Erdoğan ne demişti?

"Kürt Sorunu bizim de sorunumuzdur. Bu konuda devlet olarak yanlışlarımız vardır. Gerekirse devlet de özür diler."

Ne zaman demiş? 12.8.2005'te.

İkinci adamlık kimdeydi?

Mir Dengir'de.

Peki, şimdi ne diyor?

Tek devlet, tek bayrak, tek millet!

Başka anlamı ile Ya sev Ya terk et?

Dengir Mir Mehmet Fırat'ın yerine (ikinci adam yerine)kim gelmiş?

Abdülkadir Aksu...

"Yahu bu nasıl bir çelişkidir" gibi bir anlayış ortaya çıkıyor sanılmaktadır değil mi?

ABD derin devleti,1,5 / 2 yıl evveline kadar kimsenin adını dahi duymadığı Kenya asıllı bir adamı getirip başkan yapıyor.

Bizde bir sevinç, dünyada ayrı bir hava...

Neymiş Amerikan ihtilali imiş...

AKP için de Anadolu ihtilali denmiş idi hatırlayanınız var mı?

Anadolu ihtilalini gördük anladık.

Yakında Amerikan ihtilalini de göreceğiz.

Fehmi Koru acaba neden böyle söyledi diye sıkça sorulmakta hatta Erdoğan dahi bu söze ateş püskürmekte.

Erdoğan, yakın zamanda Berlusconi amcamız ile birlikte Obama'yı ziyarete gidecekmiş.

Belki de aranması gereken şey işte bu haberin altında saklıdır.

Özet olarak Erdoğan Mir Dengir'den vaz geçmekle kime mesaj vermiş oldu da Gül'ün en yakın adamı Fehmi Koru böyle bir üslupla gerçekleri dile getirdi ve neden kimse bir şey anlamıyor?

Bunu zaman gösterecek elbet.

Ancak anlamamız gereken bir şey daha var ki o da, Barzani Kuzey Irak'ta ki KÜRDİSTAN'a evet derken, İsrail’in Siyonist oligarşisinin yeni uygulayıcılarına aynı üslupla evet diyen bir Erdoğan'a neden Dengir ve yandaşları karşı çıkmış olsun ki?

Erdoğan’ın, Abdullah Gül ile yolları neden ayrılmaktadır?

Başka taraftan Erdoğan, Kerkük Türkmenlerine kırmızı ışık yakan bir Obama'ya neden yakınlaşma ihtiyacı duymaktadır? Bu ne anlama gelmektedir?

Görüldüğü gibi karmaşık görünen bir tablo.

Oysaki vaat edilmiş toprakların neresinde yani politikalar üretilmektedir.

ABD derin devleti, Hıristiyan dünyasına vaat edilen topraklarda acaba fikir değişikliğine mi gitti?

İsrail ile her daim ortak hareket edenler acaba neden farklı tavırlar içine girmişlerdir?

Özetle Siyonist oligarşiye selam duran bir yeni oluşum, yapılanma mı AKP'nin içerisinde görev paylaşımına gitmektedir?

Bilderbergci Fehmi Koru'nun bildiği ancak bizim anlamakta zorluk çektiğimiz ne olabilir ki?

Yoksa Barzani'nin 75 milletvekili partiden uçacak mı? Kim bunlar hala belli değil mi dersiniz?

Biz bilmesek de Bilderbergciler biliyor.

Zaman her şeyi bize anlatacak.

2008 yılı arşivimden

A. Dursun
 




İBRAHİM BOUAZİ 19. YÜZYILDA FİLİSTİN'DE ARAZİ SATIŞLARI (DOKTRA TEZİ).pdf 
Bu yazıda, 13 yıl evvel (2004) bazı grup yazışmalarımız, o döneme dair bazı yazılar, tartışmalarımız da dâhil olmak üzere, bu güne (12.12.2017) nasıl gelindiğine dair bazı notlar bulacaksınız.

Kudüs, Filistin gerçeğini anlamanız için içinde bazı notlarında olacağı bu sayfayı, arşivlerinizde bulunsun diye bu gün itibarı ile bazı ilaveler, güncele yakın bilgiler eşliğinde derledim.

Irak Kürdistanı, (Tarafsız bölge dışında) bir petrol ülkesi olmayan Israil'i Petrol zengini yapacaktır. (Irak’ta 5 milyon Kürt vardır ayrıca bu gruba dâhil 1 milyonluk Suriye Kürdistan’ı ile 6 milyon olmaktadırlar)

İran Kürdistan'ı ise "Yahudilerin Tarihte ilk çıktıkları ANAVATANLARIDIR, olmazsa olmazlardandır ve büyük hatırası vardır. Bu yüzden Siyonistler ilk çıkış noktaları olan Civanşir ve yayıldıkları ikinci bölge olan Hamadan'da SEMBOLIK Kürt devleti kurma alıştırmaları yapmışlar ve prova etmişlerdir. (Hamadan KÜRT devletini hem de Azeri Topraklarındaki Civanşir (Jevanshir) öteki adıyla Kızıl Kürdistanı'nın KURDURMUŞLARDIR. Ayrıntılı etüt ediniz ve hatta hatırlayınız lütfen)

Bu egzersizlerden sonra sıra Arz'ı Mev'ut'un bir parçası olan BÜYÜK KÜRDİSTAN'a gelmiştir. Önce IRAK'da kurulacaktır. (Türkmen ve Araplardan arındırılacaktır.) Bu kısa vadede oluşturulmuştur. Suriye ve İran’a bilahare GLADIO saldıracaktır ve buradaki Kürdistanlılar da Irak'a katılacaktır. Bu da ORTA VADE'lidir.

Sırada Türkiye Kürdistan'ı var: Bu da UZUN VADELİ'dir. Türkiye’yi AB içinde "Hak ve özgürlükler" dümenleriyle "Önce Otonom, sonra tam bağımsız Kürdistan'a yönlendireceklerdir. Ermenistan'ın da AB içine alınmasıyla, VAN'dan Doğuya doğru bir SERBEST dolaşım bölgesi oluşturacaklardır. Böylece Sevr (Sevres) anlaşması yürürlüğe girecektir) Pekiyi bunlar nasıl olacak?

İşte Carbonary'den söz etme sırası geldi…



Siz Potomya'yı bilir misiniz?

Nereden bileceksiniz Karadeniz'in bu şirin kasabasını..

Ama Karadenizliler iyi bilir, Potomya'yı ve öyküsünü..

Biri var ki; O Potomya'yı herkesten daha iyi bilirdi: Mustafa Kemal Atatürk.
Cumhuriyetin ilk yılları.. 

Devrimler peşi sıra geliyor, şapka devrimi henüz uygulamaya konmuş...

Hilafetçiler durumdan rahatsız. 

Derken şeyh Sait doğuda hilafet kisvesi altında bilinen Kürt isyanını başlatıyor.

Vatan toprağının hiç bir köşesinden destek bulamazken, Potomya'da bir sivri zekalı, halkı örgütleyip "hilafet isterük" diye şeyh Sait isyanına destek veriyor.

Atatürk, önceleri bunları ciddiye almıyor. 

Ancak "Cumhuriyet istemezük,devrimleri tanımazük" diye sesleri yükselmeye başlayınca duruma el koymak mecburiyeti doğuyor. 

Donanmanın " Hamidiye" gemisi Potomya sahillerine gönderiliyor.

Hamidiye , Potomya'yı kuru-sıkı bombalamaya başlayınca isyancı halk çil yavrusu gibi kaçışmaya başlıyor..

Hamidiye susmuyor.. Taa ki Potomya'lılar sahilde saf tutarak Hamidiye gemisine secde edip hep bir ağızdan;

"Atma Hamidiye atma... şapka da giyeceğum, vergi da vereceğum " diyene kadar.

Potomya neresidir, bilir misiniz?

Rizenin şirin bir ilçesi..

Bugünkü adıyla; Güneysu kazası.

Güneysu neresidir bilir misiniz?

Recep' in köyü..

Şimdi de "Recep kimdir?" diye sormayınız lütfen...

18 Ağustos , 2009

turkish-media com

1925’TE NELER YAŞANMIŞTI?

Şapka yüzünden Rize'de idamlar bugün yapıldı!

TİMETÜRK / Nevzat Çiçek 12.12.2012

25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan Şapka Kanunu'nun ardından bu kanun çeşitli illerde protesto edilmiş, Rize'deki olayları bastırmak için ise Hamidiye Zırhlısı Rize'yi top atışlarına tutmuştur. 12 Aralık'ta istiklal mahkemelerince yargılanan 143 kişinin 8'i hakkında 13 Aralık'ta idam kararı alınmış, 14 Aralık'ta ise idam edilmişlerdir.

Atatürk, 23 – 31 Ağustos 1925 tarihleri arasında Kastamonu ziyareti yapar…Panama Şapkası’nı ilk kez bu ziyareti esnasında giyer…Ve “bu serpuşun adına şapka denir” sözü 27 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu Türk Ocağı binasındaki hitabetinde söylenir…

Tarihler 23 Eylül 1925’ i gösterdiğinde, Açıksöz gazetesinin ilk sayfasının sol üst kısmında “Bilumum Meclis Azaları Şapka Giymek Mecburiyetindedirler” başlıklı bir haber yayınlanır.Bu haberden anlaşıldığına göre; TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve devlet memuru olanların hepsi de Şapka giymek mecburiyetindedir. Ve iki ay kadar sonrasında 25.11.1925 tarihinde 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında kanun yürürlüğe girer.Bu kanuna göre; bütün TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve memurlar Şapka giymek mecburiyetinde olduğu gibi, sivil vatandaşın da Şapka dışındaki bir kisveye yönelmesini hükümet men eder!

Bu kanuna muhalefet edenin suçu nedir: “Hükümetin tespit eylediği kıyafetin gayri kıyafet iksa edenler (giyenler) üç aydan bir yıla kadar hapis edilirler.” Şapka Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin ardından Devlet memurlarına şapka alabilmeleri için “Şapka Avansı” verildi!

80 lira Şapka Avansı verildiği günlerde bir ekmeğin fiyatı 5 kuruş idi! Yani 1600 ekmek parası ile bir şapka alınıyordu! Haliyle devlet memurlarının bir çırpıda şapka alabilmeleri mümkün değildi! Çünkü şapka bir aylık maaşlarını yutuyordu! Bu yüzden memurlara Şapka Avansı verilmesi uygun görülmüş ve taksitle bu avansları ödemesi kolaylığı getirilmişti!

Şapka Kanunu halk tarafından kolaylıkla kabullenilmedi. Ülkenin değişik yörelerinde “Şapka giymek istemiyoruz!” protestoları (isyan demiyorum, protesto diyorum!) baş gösterdi…Rize’de Hamidiye zırhlısı şehri topa tuttu…Erzurum’da erkeklerin giymek zorunda oldukları şapkaya muhalefetten bir kadın(!) idam edildi…Şapka İktisası Hakkındaki Kanun’a muhalefetten binlerce vatandaş ağır hapse mahkum edilirken resmi tarihe göre 80’ e yakın, gayri resmi tarihe göre binlerce insan idam edildi. Kanunen Şapka İktisası Kanununa aykırı hareketin cezası üç ay ile bir yıl arası hapis cezasıydı! Ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun halen yürürlükte olan bir kanundur!

ŞAPKA KANUNUNA DİRENİŞLER BAŞLADI
Şapka Kanunu'nun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane'de sert direnişler yaşandı. Hepsi çok şiddetli, hatta vahim bir şekilde bastırıldı. Halbuki, şapka devrimine direnmenin cezası, kanuna göre, üç aya kadar hafif hapisti. Ama o dönemde şapka, İstiklal Mahkemeleri'nin en önemli maddesi haline getirildi. Ve şapkaya direndikleri gerekçesiyle, başta İskilipli Atıf Hoca olmak üzere, Rize'de 8, Maraş'ta 7, Erzurum'da 4, Sivas'ta 3, İskilip'te 2, Menemen'de 28 ve diğer yerlerle birlikte toplam 78 kişi idam edildi.

Sivas, Erzurum ve Maraş’taki başkaldırıların aksine Rize’de çıkan protesto, etkisi bakımından diğerlerinden farklılık arz etmektedir. İsyan sonucunda kurulan İstiklal mahkemelerinde 143 kişi yargılanmıştır ve sanıklardan on dördü 15, yirmi ikisi 10, on dokuzu 5 yıla mahkum edilmiştir, 8 kişi ise idam cezasına çarptırılarak idam edilmiştir.

RİZE'DEKİ PROTESTOLAR GÜNEYSU'DA BAŞLADI
Rizeli, sekiz alim ve Müslüman şapka giymedikleri, dindarlara zulmü kınayıp, hükümete ”Sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın şapka giyenler giysin, ama giymeyenler hapse atılmasın” diyerek, jandarma karakoluna yürümüşler ve halk da onlara katılmıştır. Bu olay büyüyünce Rize isyanı kabul edilmiş ve Hamidiye zırhlısı Rize’yi top atışlarıyla tehdit etmiştir. Bundan dolayı Rizeliler “ATMA HAMİDİYE DİN KARDEŞİYİZ.”demişlerdir.

Güneysu (eski adıyla Potomya/ Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi) Rize’den 13 kilometre uzakta bulunan bir nahiye. 1925 yılında Güneysu’da başlayan isyanın haberini alan zamanın Rize Valisi Mehmet Hurşit Bey derhal durumu telgrafla Ankara’ya bildirir.Valinin çektiği telgrafın ardından, Hamidiye kruvazörü Rize açıklarına gelip dağları topa tutar. Bazı anlatımlara göre şehir de bombalanır ve ağır zayiat görür. Olayın ilginç yanı ise Hamidiye kruvazörü dağları topa tuttuğu zaman, Rize’de devam etmekte olan bir isyan yoktur. Güneysu’dan şehir merkezine yürüyen insanların da çoğu kendi teslim olur. Teslim olanlar hiç vakit kaybedilmeden İstiklal Mahkemeleri’ne çıkartılır ve Takrir-i Sükun Kanunu doğrultusunca yargılanır. Yargılama sonucunda sekiz idam kararı çıkar, suçsuz onlarca insan da Sinop ve Adana’daki cezaevlerine gönderilir.

30 Aralık 1925 tarihli cumhuriyet gazetesi idam edilen 8 kişinin resimleri ile birlikte haberi şu şekilde yayınlar: “Rize’den matbaamıza yazılıyor: Köy İmamlarının ve bazı mürtecilerin teşviki ile 25-26 teşrinisinde başlayan isyan, Cumhuriyetin azm ve savleti neticesinde süratle bastırıldı.”

PEKİ GERÇEKTEN OLAYLAR NASIL BAŞLADI
15 Aralık 1925 günü “Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!” diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar ateş açıyorlar. Uyarıya rağmen dağılmayan kalabalığın üzerine gelişi güzel ateş sonucu 17 kişi ölüyor. Bağıran-inleyen yaralılara kimse dokunamıyor. 143 kişi tutuklanıyor.

Olaylar üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük harp gemisi olan Hamidiye Kruvazörü Rize sahillerine gelip demir attı. Birinci Dünya savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başladı. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlarının çok olduğu ve Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyordu. Halk korkutulup sindirilmek isteniyordu.

İSTİKLAL MAHKEMESİ HEMEN ASIYORDU
Rize Ulu Cami imamı Şaban Hoca, namazdan sonra etrafında toplanan kalabalığa ;“Biz hükümetten akaid-i diniyye’ye hizmetkarlık ve bağlılık isteriz. İnanmayan inanmasın, fakat insanlara zulüm edilmesin. Tek isteğimiz sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın!”
Bu heyecanlı konuşmadan sonra coşan kalabalık köylülerle birlikte hükümet konağına doğru yürüyüşe geçmişler.
Yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesi bir gün sonra yazıyor; “Rizenin Bataniye bölgesinde Ulu Cami imamı Şaban Hoca halka karşı konuşurken; “Hükümette din düşmanlığı baş göstermiştir. Memlekette herkes şapka giymeye zorlanıyor. Giymeyenler hapisten idama kadar cezalara çarpılıyor. Buna karşı duyarsız kalmak dinimizde günahtır. Ayaklanma vacip olmuştur!

Biz herkes dinimize girsin demiyoruz. Biz hükümetten sadece dinimize saygı ve bağlılık istiyoruz. Müslümanlara ve İslam’a zulmedilmesine müsaade etmeyeceğiz!” Deyince halk toplu yürüyüşe geçiyor.

Hakimiyet-i Milliye gazetesinin yazdıklarına göre, isyancılar Hükümet Konağını ele geçiriyorlar. Ankara hükümeti Rize üzerine büyük bir askeri kuvvet gönderiyor. Rivayete göre üç gün süren halk ile asker arasındaki çatışmalarda yüzlerce köylü hayatını kaybediyor. Bölgenin imdadına hemen gezici-seyyar istiklal mahkemesi yetişiyor.

Yargılama göstermeliktir ve son tiyatro sahnesidir. Bir gün süren tek celsede, hakim koltuğunda oturan ve hiçbiri hukuk adamı olmayan milletvekilleri tarafından temyizi, itirazı ve avukatı olmayan mahkeme değiştirilemez kararını veriyor. Karara göre ”Bu isyancılar İslam Devleti istiyorlar. Hilafet istiyorlar ve kendi şer düşüncelerine halkı da alet ediyorlar.

Sadece bir gün içinde bu 143 kişinin yargılama işlemi bitirildi. On dört kişi 15’er yıla, yirmi iki kişi onar yıla, on dokuz kişi de beşer yıl kalebend denilen ağır hapis cezasına çarptırıldı. Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme gibi hafif ceza alıyorlar.İstiklal Mahkemesinin hızla verdiği kararla sekiz kişi hemen Ulu cami önünde kurulan darağacında idam edildi.

Asılan sekiz kişi Ulu Cami imamı Hafız Şaban Efendi, Muhtar Yakup Çavuş, İslahiye imamı Hasan Efendi, Belediye bekçisi Kadir Ağa. Rize asliye mahkemesi Başkatibi Hafız Osman Efendi ve kardeşi avukat Hulusi beyler, merkez cami imamı Hafız Kamil, Peçelioğullarından Mehmet ve Ahmet Çavuş kardeşler, Kamburoğlu Hafız Mehmet ve Nakşi Şeyhlerinden Numan Sabit Efendi’dir.

ŞAPKA DİRENİŞİ NASIL SONA ERDİRİLDİ
Haklarında idam kararı verilen sekiz müstakbel şehit karanlık bir hapishane odasına tıkılır. Sabit Hoca gece yarısı-Nısfılleyl bütün arkadaşlarını uyandırır. “Kalkın arkadaşlar, abdest alın namaza duralım. Bir-kaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!”

Az sonra Allaha kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde namazlarını kılıyorlar. Saatler sonra sehpadan indirilen şehitlerin cenazeleri ailelerine verilmiyor. Rastgele açılan çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar. Yakınları tarafından cesetler çalınmasın diye de başlarına süngülü nöbetçiler dikiliyor.Rica-minnet aylarca sürüyor. Ancak üç ay sonra ve fakat gece çıkartılıp köylerine götürülmek şartıyla cesetleri ailelerine teslim etmeye izin veriyorlar.

Çürümeyen cesetler evlatları tarafından gömülü oldukları kumluktan çıkarılıyor. Kilimler sarıyor ve sırıklara takıp omuzlarına alıyorlar ve köylerine çıkarıyorlar. Üç ay geciken cenaze namazlarını kılıp hüzünle köy mezarlığına defnediyorlar.

Hakimiyet-i Milliye gazetesi Rize olaylarıyla ilgili son haberlerinde de asılan şehitler için kin ve nefretini aşığa vuruyordu; “Rize’deki mürteciler de ceza-yı Sezalarını buldular.” diyordu

ATMA HAMİDİYE ATMA DİN KARDEŞİYİZ
“Atma Hamidiye atma atma
Din kardeşiyiz bizi yakma
Atma hamidiye atma atma
Taktılar serpuşi kafamıza

Atma Hamidiye atma atma
VERGİMİ VERECEĞUM BİZİ YAKMA
Atma Hamidiye atma atma
SÜRGÜN ETMA bizi yakma “
 Şapka için bombalanan şehir: Rize

16 Şubat 2012-MİLAT-Mehmet SILAY

-Şapka Kanunu'na en büyük tepki verilen bölgelerden Biri de Karadeniz'di.

-Birinci Dünya savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başladı.

Şapka giymek istemedikleri için üzerlerine ateş açılan Rizeliler isyan ettikleri gerekçesiyle, Hamidiye Kruvazörü'nden atılan bombaların hedefi oldu.Rize'şapka takmadıkları için 8 kişi idam edildi.

Haklarında idam kararı verilen sekiz müstakbel şehit karanlık bir hapishane odasına tıkılır. Sabit Hoca gece yarısı-Nısfılleyl bütün arkadaşlarını uyandırır. “Kalkın arkadaşlar, abdest alın namaza duralım. Bir-kaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!”

Az sonra Allaha kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde namazlarını kılıyorlar.

Saatler sonra sehpadan indirilen şehitlerin cenazeleri ailelerine verilmiyor. Rastgele açılan çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar. Yakınları tarafından cesetler çalınmasın diye de başlarına süngülü nöbetçiler dikiliyor.

Rica-minnet aylarca sürüyor. Ancak üç ay sonra ve fakat gece çıkartılıp köylerine götürülmek şartıyla cesetleri ailelerine teslim etmeye izin veriyorlar.

Çürümeyen cesetler evlatları tarafından gömülü oldukları kumluktan çıkarılıyor. Kilimler sarıyor ve sırıklara takıp omuzlarına alıyorlar ve köylerine çıkarıyorlar. Üç ay geciken cenaze namazlarını kılıp hüzünle köy mezarlığına defnediyorlar.

Hakimiyet-i Milliye gazetesi Rize olaylarıyla ilgili son haberlerinde de asılan şehitler için kin ve nefretini aşığa vuruyordu; “Rize’deki mürteciler de ceza-yı Sezalarını buldular.

Karadeniz bölgesinin hemen her şehrinde aynı hassasiyet görülüyor.15 Aralık 1925 günü “Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!” diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar ateş açıyorlar. Uyarıya rağmen dağılmayan kalabalığın üzerine gelişi güzel ateş sonucu 17 kişi ölüyor. Bağıran-inleyen yaralılara kimse dokunamıyor. 143 kişi tutuklanıyor.

Olaylar üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük harp gemisi olan Hamidiye Kruvazörü Rize sahillerine gelip demir attı. Birinci Dünya savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başladı. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlarının çok olduğu ve Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını dövüyordu. Halk korkutulup sindirilmek isteniyordu.

Yıllar sonra bu bombardıman hadisesi türkülere konu olacaktır.

“Atma Hamidiye atma din kardeşiyiz.

Ula şapka da giyeceğiz vergi de vereceğiz!”

Sadece bir gün içinde bu 143 kişinin yargılama işlemi bitirildi. On dört kişi 15’er yıla, yirmi iki kişi onar yıla, on dokuz kişi de beşer yıl kalebend denilen ağır hapis cezasına çarptırıldı. Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme gibi hafif ceza alıyorlar.

İstiklal Mahkemesinin hızla verdiği kararla sekiz kişi hemen Ulu cami önünde kurulan darağacında idam edildi.

Asılan sekiz kişi Ulu Cami imamı Hafız Şaban Efendi, Muhtar Yakup Çavuş, İslahiye imamı Hasan Efendi, Belediye bekçisi Kadir Ağa. Rize asliye mahkemesi Başkatibi Hafız Osman Efendi ve kardeşi avukat Hulusi beyler, merkez cami imamı Hafız Kamil, Peçelioğullarından Mehmet ve Ahmet Çavuş kardeşler, Kamburoğlu Hafız Mehmet ve Nakşi Şeyhlerinden Numan Sabit Efendi’dir.

Şapka direnişi nasıl sona erdi?

Rize Ulu Cami imamı Şaban Hoca, namazdan sonra etrafında toplanan kalabalığa ;“Biz hükümetten akaid-i diniyye’ye hizmetkarlık ve bağlılık isteriz. İnanmayan inanmasın, fakat insanlara zulüm edilmesin. Tek isteğimiz sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın!”
Bu heyecanlı konuşmadan sonra coşan kalabalık köylülerle birlikte hükümet konağına doğru yürüyüşe geçmişler.

Yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesi bir gün sonra yazıyor; “Rizenin Bataniye bölgesinde Ulu Cami imamı Şaban Hoca halka karşı konuşurken; “Hükümette din düşmanlığı baş göstermiştir. Memlekette herkes şapka giymeye zorlanıyor. Giymeyenler hapisten idama kadar cezalara çarpılıyor. Buna karşı duyarsız kalmak dinimizde günahtır. Ayaklanma vacip olmuştur!

Biz herkes dinimize girsin demiyoruz. Biz hükümetten sadece dinimize saygı ve bağlılık istiyoruz. Müslümanlara ve İslam’a zulmedilmesine müsaade etmeyeceğiz!” Deyince halk toplu yürüyüşe geçiyor.

Hakimiyet-i Milliye gazetesinin yazdıklarına göre, isyancılar Hükümet Konağını ele geçiriyorlar. Ankara hükümeti Rize üzerine büyük bir askeri kuvvet gönderiyor. Rivayete göre üç gün süren halk ile asker arasındaki çatışmalarda yüzlerce köylü hayatını kaybediyor. Bölgenin imdadına hemen gezici-seyyar istiklal mahkemesi yetişiyor.

Yargılama göstermeliktir ve son tiyatro sahnesidir. Bir gün süren tek celsede, hakim koltuğunda oturan ve hiçbiri hukuk adamı olmayan milletvekilleri tarafından temyizi, itirazı ve avukatı olmayan mahkeme değiştirilemez kararını veriyor. Karara göre ”Bu isyancılar İslam Devleti istiyorlar. Hilafet istiyorlar ve kendi şer düşüncelerine halkı da alet ediyorlar.

Haklarında idam kararı verilen sekiz müstakbel şehit karanlık bir hapishane odasına tıkılır. Sabit Hoca gece yarısı-Nısfılleyl bütün arkadaşlarını uyandırır. “Kalkın arkadaşlar, abdest alın namaza duralım. Bir-kaç saat sonra Rabbimize kavuşacağız!”

Az sonra Allaha kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde namazlarını kılıyorlar. Saatler sonra sehpadan indirilen şehitlerin cenazeleri ailelerine verilmiyor. Rastgele açılan çukurlar içinde kumluğa gömüyorlar. Yakınları tarafından cesetler çalınmasın diye de başlarına süngülü nöbetçiler dikiliyor.

Rica-minnet aylarca sürüyor. Ancak üç ay sonra ve fakat gece çıkartılıp köylerine götürülmek şartıyla cesetleri ailelerine teslim etmeye izin veriyorlar.

Çürümeyen cesetler evlatları tarafından gömülü oldukları kumluktan çıkarılıyor. Kilimler sarıyor ve sırıklara takıp omuzlarına alıyorlar ve köylerine çıkarıyorlar. Üç ay geciken cenaze namazlarını kılıp hüzünle köy mezarlığına defnediyorlar.

Hakimiyet-i Milliye gazetesi Rize olaylarıyla ilgili son haberlerinde de asılan şehitler için kin ve nefretini aşığa vuruyordu; “Rize’deki mürteciler de ceza-yı Sezalarını buldular.
Potomya Şehitlerini Anıyor 


 


Hızlı dönüş ve gelen rekor... Dün Gürcü olmak ya da Ermeni olmak kötü bir şeymiş gibi konuşan ve "Bana Gürcü dediler, Affedersiniz Ermeni dediler" diyen Erdoğan'ın 2004 yılında "Ben Gürcüyüm" dediği ortaya çıktı...
***
Benim için Erdoğan, artık doğru şeyleri seslendirse bile yanlış kişidir...
Yok hükmündedir... Keşke bildiklerim yalan olsaydı...

Keşke kandırılmış olsaydım...

Keşke o baba-oğul arasındaki konuşma kaydını duymasaydım...

Yalan söylemeyeceğim.

İsterseniz tarafsızlığımı yitirdiğimi düşünün. İsterseniz paralel yapının esiri olduğumu söyleyin.
İsterseniz gazeteciliği bırakıp, ölümüne biat eden ekibin yazdığı çizdiği gibi paralel yapının gizli hücresi deyin... Hani biraz daha ileri gidin, isterseniz vatan haini deyiverin... 

AK Parti'nin tüm dürüst, çalışkan kadrosu, iktidarı destekleyen milyonlarca vatandaş kusuruma bakmasın.

Bu gazetenin sahibi kusuruma bakmasın...

Bu gazetenin yayın yönetmeni kusuruma bakmasın; isterse bu yazıyı kullanmasın...

Bu yazımı okuyan okurlarım, kim hangi parti destekliyorsa desteklesin, onlar da kusuruma bakmasın; isterlerse beni artık bu köşede görmek istemesinler...

Çocuklarım kusura bakmasınlar, belki işsiz kalıp onları zor duruma düşüreceğim...

Sevdiklerim de kusura bakmasın, isterlerse "Sana mı kaldı'' desinler...

İsterlerse "Gör başına neler gelir" desinler...

Ve mesleğim...

Doğru gördüğünü yaz diyen mesleğim...

Kimseye hakaret etme, özel yaşamın gizliliğini ihlal etme ama halkın bilgi alma hakkına saygı duy diyen meslek ilkelerim...

Kamunun bilgilenme hakkını gerekirse ülke çıkarlarının üzerinde tut diyen iç sesim...

"Kalemi kır ama kalemini asla satma" diyen büyüklerim...

Beni anlayacaktır...

Eğer bugün haykırmazsam, eğer bugün nesnel gerçeği vurgulamazsam, yarın bu mesleği sürdürme gücünü kaybederim.

Samimiyetimi yitiririm...
Sandıktan çıkan her kimse saygı duydum. Ceketimi ilikledim. Milyonlarca insanın oyunu almış birini, fikri ne olursa olsun bu ülkeyi yönetme hakkı vardır diye düşündüm. İyi olanı, bu halk için doğru olanı hep alkışladım. Kimliğine, meşrebine, siyasi düşüncesine bakmadım...

İster Devlet Bahçeli ülkeyi yönetsin, ister Abdullah Gül, ister Bülent Arınç, ister Kemal Kılıçdaroğlu, ister Ali Babacan, ister Mehmet Şimşek......

Beni herkes yönetir ama bir tek kişi yönetemez...

Yolsuzluk yapan yönetemez...
Babamın oğlu olsa bile tek kuruşluk saygı duymam, duyamam...

O yüzden diyorum ki, hakkındaki yolsuzluk kayıtlarının yalan olduğunu ispatlayamayan Tayyip Erdoğan'a artık saygı duyamıyorum. Söylediği şeylere kulaklarımı tıkıyorum. Sesini duymaktan rahatsız oluyorum. Sandığı işaret etmesini hiç önemsemiyorum. Sandıktan değil yüzde 50, yüzde 80 oy bile alsa görüşüm değişmez...

Benim için Erdoğan, artık doğru şeyleri seslendirse bile yanlış kişidir...
Yok hükmündedir... Keşke bildiklerim yalan olsaydı...

Keşke kandırılmış olsaydım...
Keşke o baba-oğul arasındaki konuşma kaydını duymasaydım...
Kusura bakmayın olur mu!..

Yazmasaydım, mesleğime ihanet ederdim...
Bu halk, farkında olanı da olmayanı da, yalanı, yolsuzluğu, hele hele bir işadamının parası için önüne yatan bakanları ve onları koruyanları da hak etmiyor. haberturk.com


PKK'lı değil, Arınç konuştu.
Türkiye'de 80 kişi hariç herkes Fettoşçuydu, Türkçülüğe itirazım var... 
Nedense Kürtçülüğe de var diyemiyor.

ATATÜRK DEVRİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI 1920-1938 (İng)

 

Son tahlilde Brockett’ın kitabı; Batı’da şekillenen modern Türk tarihçiliği içerisindeki Feroz Ahmad, Eric Jan Zürcher ve Bernard Lewis çizgisinin bir devamı niteliğinde ele alındığında, literatür açısından oldukça önemli bir çalışmadır. Brockett’ın çalışmasının özgünlüğü, bu çizgi içerisindeki kitapların pek fazla anıştırmadan geçtiği Atatürk’ün kişisel karakterinin ve vefatının ardından da onun tarihsel kişiliğinin bir sembol olarak resmi iktidar tarafından kullanımının eleştirel bir okumaya tabii tutulmasıdır. Ek olarak bunu yaparken milletin ve milliyetçiliğin son derece modern fenomenler olduklarının kabulü ve meseleye inşacı bir perspektiften yaklaşılması da çalışmanın önemini arttırmaktadır. Öte yandan çalışmanın “1945’den önce Türk milli kimliği yoktur” gibi iddialı bir önerme etrafında şekillenmesi, yukarıda da bahsedildiği üzere hem teorik hem de pratik açıdan yanlışlanabilecek bir ‘zayıf karın’ olarak karşımıza çıkar. “Halk nezdinde milli kimlik” gibi sorunlu bir kavramsallaştırmaya dayansa da yerel basılı medyanın ulusinşası sürecine bakışının ortaya koyulması, literatür açısından son derece önemlidir. Türk siyasetinde muhalefet geleneğinin temelinde Kemalist kimlik tahayyülünün laik karakterinin bulunduğu ve bu algılamaya yönelik muhafazakâr eleştiri hattının en az Cumhuriyetin kendisi kadar eski olduğu fikri de Brockett’ın haklı olduğu bir diğer konudur. Tüm bu faktörler göz önünde bulundurulduğunda Brockett’ın kitabı; teorik çerçevesinin ihtiva ettiği sorunlu kısımlar ve eleştiriye açık bazı varsayımlara rağmen, Türk ulus-devletinin ve ona ait milli kimliğin inşası sürecine ışık tutan orijinal bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. Kitap Tanıtımı/ Book Review: Gavin Brockett, Ne Mutlu Türk’üm Diyene

 

Gavin D. Brockett, tek partili yıllar üzerine tarih yazımında, biri Cumhuriyet’i geçmişten radikal bir kopuş olarak gören ve diğeri Cumhuriyet ve selefi Osmanlı arasında süreklilik olduğuna işaret eden hâkim iki eğilimin de seçkinlerin hâkim olduğu siyasal sürece odaklandıklarını belirtir. Brockett, Atatürk dönemindeki bilindik kolektif olayları ele alarak döneme ilişkin bir sosyal tarih geliştirmeye ve özellikle reformlara karşı İslami reaksiyonu bağlamsallaştırarak kristalleşmiş seçkin-kitle ikiliğini aşmaya çalışır.
Erken Cumhuriyet dönemine ilişkin tarih yazımında Kemalist reformlara karşı İslami direnç söylemi merkezi bir temadır. Bu dönemde yaşanan bir dizi isyan ve kalkışmanın bağlamından koparılarak reformlara karşı İslami irticanın göstergeleri olarak sunulmasına sıklıkla rastlanır.83 Bunlar arasında 1925 Şapka Kanunu’na yönelik Rize ve Erzurum gibi bazı Anadolu kentlerindeki tepkiler, 1925 Şeyh Sait isyanı, 1930 Menemen Olayı, 1932-1933 ezanın Türkçeleştirilmesine karşı Bursa’daki olaylar vardır. Brockett, bu tür olayların bir paradigmanın tezahürleri gibi sunulmasına karşılık kendi bağlamlarında değerlendirilmesi gerektiğini işaret eder. İrtica paradigmasının iddialarına karşın geniş toplum kesimlerinden Kemalist reformlara karşı açıktan kolektif protesto çoğunlukla benimsenmemiştir. İSLAMİ GENÇLERİN KENDİLİK ARAYIŞI VE İMKÂNLARI ÜZERİNE BİR İNCELEME

Atatürk Dönemi Tarihi-Gavin D. Brockett

Mustafa Kemal Paşa, bunları yaparken kamuoyu oluşturmada ve halkı aydınlatmada, eskinin izlerini silmede basına büyük görevler düştüğünü biliyordu. Bu bağlamda yeni yönetim basın’ın kendi içinde bir kurumlaşmaya ve güce ulaşmasını sağlamada büyük ölçüde yardımcı olmuştur. Nitekim Mart 1920 tarihinde Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürlüğünü, Nisan 1920 tarihinde ise Anadolu Ajansının kurulması sağlanmıştır.  CUMHURİYET DÖNEMİNDE BAKANLAR KURULU KARARI İLE YASAKLANAN YAYINLAR 1923-1945

Diyanet İşleri Reisi olan Eyüb Sabri, "Kur'an Türk alfabesiyle yazılıp okunamaz." 1958

Yıl 1920, İslam yüceltme derneğinin bildirisi ve İskilipli Atıf

İskilipli Atıf Hoca neden haindir?

CUMHURİYET DÖNEMİNDE SOSYAL ALANDA YAPILAN BAZI DEVRİMLERİN RİZE’DEKİ YANSIMALARI (1923-1950)-ŞAPKA OLAYI

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDAKİ GELİŞMELERİ BASININ YORUMLAYIŞI (1923-1926)

Atatürk döneminde basın ve basın özgürlüğü.

ATATÜRK DÖNEMİNDE DEMOKRASİ-Prof. Dr. Sina AKŞİN

ATATÜRK’ÜN 24 NİSAN 1920 TARİHLİ MECLİS KONUŞMALARI

10 yıl savaş 1912-1922 ve sonrası-Fahrettin Altay

RİZE SİYASİ TARİHİ (1923-1950) 

KORE SAVAŞI VE SONRASI SÜREÇTE (1950-1958) TÜRK TUGAYI VE TABUR İMAMLARININ KORELİLERİN İSLAM ANLAYIŞINA ETKİSİ

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNDE SEKÜLERLİĞİN İNŞASINA TAŞRADAN BAKMAK

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ’NDE TOPLUMSAL MUHALEFET; BURSA OLAYI

Kanada’da Türkoloji Çalışmalarının Geçmişi.

Osmanlı Çalışma Hayatında İşçi Örgütlenmesi ve İşçi Hareketlerinin Gelişimi (1870-1922)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder