24 Ekim 2024 Perşembe

META'nın yüz tanıma özelliğini yeniden getirmesine Devlet Bahçeli'mi sebep oldu?

Diyeceksiniz ki, Bahçeli ile META'nın ilgisi ne?

Anlatacağım efendim anlatacağım.

META daha evvel getirdiği yüz tanıma sistemini kaldırmıştı ancak bazı bahanelerle yeniden getirdiğini duyurmuş, acaba doğru mu dedim ve test etmiş oldum.

Anlatayım, aslında Mustafa DÖNMEZ'in "MHP Genel Başkanı MOSSAD’ın Teslim Ettiği Adamı Gazi Meclise Davet Etti" başlıklı yazısının okunmasını tavsiye edecektim.

Diyeceksiniz ki nesini tavsiye edeceksin?

Dönmez yazısında bazı kaynaklar vermiş, o kaynaklardan bahisle hem kaynağı hem yazıyı incelemek isteyenlere diye düşünmüştüm.

Fakat bugün okuduğum bir haber de kafamı şiddetle kurcaladı.

Haber dediğim üzere Face'nin yüz tanıma sistemini tekrar devreye alması ile ilgiliydi.

Vay be dedim, bir test edelim görelim istedim.

Yüz tanır mı tanımaz mı elbet biliyoruz da gerçekten öylesine ilerletmişler ki bırakın yüzü, resimdeki yazıları bile anında tespit ediyorlar.

İşte tespitlerine örnek. 

Face yüz tanıma sistemini gerçekten de yeniden devreye sokmuş, sokar sokmaz da etkisini gösterdi.

Gördüğünüz üzere 3 saniye evet yanlış okumadınız 3 saniye içinde engellendiğini gördüm.

Önceki yüz tanıma sistemi bu kadar başarılı değildi, demek ki hayli büyük yatırım yapılmış neden acaba?

Üstelik bazı çalışanlarını da işten çıkartmaya başlayınca şüpheler beyin yakıyor.

Bazı yazılarımda belirttiğim üzere Face ECHELON'u devreye soktu diyordum.

Soru şu.

Neden Avrupa Birliği, Güney Kore, İngiltere ve Teksas, Illinois gibi bazı ABD eyaletler sistem dışında tutulmuş dersiniz?

Ya da amaç gerçekten yüz tanıma değil de başka şeyleri tanıma mı acaba?

Yoksa NSA'in, Tundra Freeze kodlu yüz tanıma sitemini kullanıyor da kendi teröristlerine muafiyet sağlansın diye mi uğraşıyorlar?

Örneğin neden Kuzey Kore dahil değil de Güney Kore?

Zira Güney Kore dünyada en çok misyoner yetiştiren yerlerden biridir ve Fettoş itinin okullarında bile derslere girdiğini iyi biliyorum.

Bahçeli'nin PKK'ya barış çubuğu uzatmasının hemen ardından, bir CIA kuruluşu olan Face'nin CIA adına çalışan teröristlerin yüz tanımalarını yapmaması için çabaladığı açık değil mi, bazı ülke ve eyaletlerde muafiyet tanımasının sırrı yakında öğrenilir elbet fakat ülke bittikten sonra kınayı... anladınız ya.

Sayfamı takip edenlerden yahu sen 76 milyonun özel bilgileri AKP eliyle ABD’ye verildi diyordun teröristlerin yüzünü tanımasalar ne olur tanısalar ne olur diyebilirsiniz.

Yıllardır başımıza çorap ören Rabıta eğitimi sayesinde "kırmızı kartı görüp, şehitleri göremeyen imanı bütün halk yaratıldığı" günlerden bugüne kolay gelinmedi elbet.

Hele de AKP'yi dini bütün sananlar gibi MHP'yi Milliyetçi sananlar yok mu, gel de kahrolma.

Müslüman olmayan Türk olamaz diye yollarda, TV'lerde masal okuyanların şimdi kimlerin hizmetçisi olduğunu anladınız mı desem kendime acırım.

Baksanıza Bahçeli Efendi'miz kendisine atılan yağlı urgan diye Erdoğan'a attığı ipi odasına asmışlar.

İnanın Bahçeli bu tuzağa düşecek insan değildi ama yazık ki sağlık sorunları onunla birlikte ülkeyi de düşürdü.

Sanırım Bahçeli Alzheimer olmuş gibi, zira işin uzmanlarına göre beyin dokusundaki incelme Alzheimer olan kişide bellek, konuşma bozukluklarına ilaveten motor becerilerde bozukluklar ve düşünme becerileri gerilemesi şeklinde seyrediyor gittikçe de artıyormuş.

Bu bir hakaret, aşağılama açısından söylemiyorum, elbet bizim başımıza ne geleceği de belli değil, bakarsınız biz o yaşa kadar bile gelemeden Alzheimer olmuşuz.

Aslına bakarsanız Şamil Tayyar'da TGRT yayınında Erdoğan'ın Bahçeli'nin bu konuşmasından haberi olmadığı minvalindeki sözlerini söylerken "bunu tahmin değil bilgiye dayalı olarak söylüyorum" demesi de Bahçeli'nin Alzheimer olduğuna eğer olmadıysa birilerinin Bahçeli üzerinden tuzaklama yaptığına inanmaya başladım.

Bu Alzheimer denen illet yaşam sürecinin bir parçası, o nedenle siyasetçilerde 55 yaş sınırı getirilmelidir, yok tecrübeymiş vs... bilmem, gerçi bu bağlamda sağlık raporunu almaları da kolay.

Hangi hastaneye gitseler sağlam raporu alırlar o nedenle 65 falan değil, 55 yaşından sonra siyaset yasağı konmalı, üstelik tüm dünyada konmalı.

Madem akıl sağlığı raporu zorunlu değil hiç değilse 55 yaş zorunlu olmalı.

Tele1'in yorumcusu Kara Harp Okulu mezunu Hukukçu Salim Şen bile 62 yaşına rağmen bu ülkede bir Kürt sonunu vardır diyebildiyse varın gerisini siz düşünün.

Acaba diyorum, Erdoğan'ın evvelki PKK açılımı ile buna destek verenler ortaya çıkartılmıştı şimdi de Bahçeli mi bu oyunu oynuyor inanın içinden çıkmak çok zor.

Salim Şen bakın ne diyor.

"Bu ülkede bir Kürt sorunu vardır, Kürt sorunu Kürt vatandaşlarımızın kendilerini mağdur gördükleri bir takım hak ihlaline uğradıkları hususundaki yıllardır süren taleplerinin karşılanması, bunun demokrasi içerisinde üniter devlet korunarak, Cumhuriyet'in tüm kazanımları çerçevesinde, herkes gibi Kürt vatandaşlarımızın da eşit haklara sahip birer vatandaş olduğu ilkesinden hareketle çözülmesi gerektiği hususunda hiçbir tereddüttüm yok" diyor.

Farkındaysanız cümle hem zora tamamlanan hem de anlamı yitik ifadelerden yani kuru kalabalıktan oluşuyor.

Bunlar kendini akıllı milleti ahmak sanıp geçinen bir güruh ile bizleri karıştırıyorlar.

Yahu bunu yıllar boyu Peygamberin kaç karısı vardı tartışması gibi Kürt mağduriyeti tartışmasını da yaptık, yeniden mi tartışalım, Amerika'yı yeniden mi keşfetsinler, derdin ne kardeşim?

Örneğin ben 20 yıllık emekliyim, emekli olduğum gün bağlanan maaş ile 347 asgari ücret alırken şimdi bir asgari ücreti zor görüyorum.

Salim Şen ve benzerlerinin yıllarca söylediği "kendilerini mağdur gördükleri bir takım hak ihlaline uğradıkları hususundaki yıllardır süren taleplerinin karşılanması" ifadesine göre ben de elime silah alıp dağa mı çıkarak mağduriyetimi gidereyim, Batı'da toprak evlerde yatanlar, gecekondu evlere asılan bayraklarla çocuklarını şehit verenler hiç mi görmediniz, bu ne aymazlık bu ne utanmazlıktır ki kendini mağdur görenlerin dağa çıkmasını haklı görürsünüz, kimsiniz siz yahu kimsiniz?

Buna daha fazla yanıt verip ağzımı bozmayacağım, nitekim ben de Kürdüm diyen T. Özal Cumhurbaşkanı olmadı mı, onlarca Genelkurmay başkanı Kürt değil miydi, Mühendis, yargıç, savcı, avukat Kürt hiç olmadı mı bu aymazlık nedir yahu nedir?

Yıllarca inançlarımı yaşayamıyorum diyerek türban özgürlüğü isteyenler şu anda ülkenin içine düştüğü çukurun sorumlusu değil mi, şimdi de Kürt mağduriyeti yaratıp ülke yeter ki bölünsün istiyorsanız avcunuzu yalayacaksınız.

Bir kez daha soruyorum.

META'nın yüz tanıma özelliğini yeniden getirmesine Devlet Bahçeli'mi sebep oldu, bu özellik tağşiş gıdaya benzemez, etiketinde dana eti deyip domuz satmaya hiç benzemez.

META'da bilsin ki etiketinde reklam, ünlüler vs... gibi bahaneler üretip bizim aleyhimizde hiç bir masalı yutturamıyor.

Nitekim kendilerinin bir CIA kuruluşu olduğunu yine kendi yayınladıkları videolarda anlatmışlardı, silseler bile unutmadık.

Mustafa DÖNMEZ'in yazısındaki engelli kaynaklardan biri aşağıdadır.

24.10.2024

A. Dursun


Kan ve İnanç PKK’nın hikâyesi.

Türkçe Baskıya Önsöz

1970’lerde Türkiye solundan umudunu kesen ve Ankara’nın Güneydoğu üzerindeki hâkim yetini sona erdirip denetimi ele geçirmek üzere silahlı bir Kürt grup oluşturmaya karar veren Abdullah Öcalan’ın bu girişiminden, 1999’daki yakalanışına, ardından Türkiye’nin PKK’ya karşı zafer ilan etmesine ve Kürt sorununun “çözüm”e kavuş tuğunu duyurmasına kadar uzanıyor. Sonraki birkaç yıl boyunca, şiddete dayalı Kürt mücadelesinin sona erdiğine iliş kin düşünceyi yıkacak bir gelişme olmadı. Öcalan’ın, yargılanma sürecindeki ifadelerinden dolayı hayal kırıklığına uğrayan PKK militanları örgütten ayrıldı. Savaştan bitap düşen Kürt siviller, Türk hükümetinin demokratik çözüm arayışına gireceğini umuyorlardı. Ne var ki, 2006 yılı sonlarında, bu kitabın son bölümü nü bitirdiğim günlerdeki duruma bakıldığında, isyancı örgü tün hâkimiyeti yeniden eline aldığı görülüyordu. Irak Kürdistanı’ndaki saklanmaya elverişli ücra mevzileri kullanan mili tanlar, giderek artan bir başarıyla, Türk askerî hedeflerini vuruyorlardı. 


 

Bir ada hapishanesinde tek hükümlü olarak bulunan Öcalan, PKK’nın resmî lideri sıfatını hâlâ taşıyordu ve hem internet hem de Türkiye’deki Kürt yanlısı gazete aracılığıyla emirlerini iletiyordu. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ve ardından Kuzey Irak’ta, başkanlığını –bir zamanlar Öcalan’ın düşmanı olan– Mesud Barzani’nin yaptığı Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin oluşumu, Türkiye’deki Kürtlere neler den yoksun olduklarını anımsattı. Türkiye’deki Kürt sorununu anlayabilmek için, PKK’yı tanı mak gerek. Örgüt Türkiye’deki Kürtler ve Kürt siyaseti üzerin deki kontrolünü nasıl sürdürebildi?

Genç erkeklerle kadınları sivil hayatlarından vazgeçip bağımsız bir devlet için savaşmak üzere dağlara çıkmaya yönelten ne?

Kürtler, yoksul oldukları ve başka bir seçenekleri bulunmadığından mı, yoksa örgüte ve hedeflerine tam manasıyla inandıklarından mı PKK’ya katılıyorlar?

Bu soruları yanıtlayabilmek için, bizzat asilerle konuşmak lazım. İngilizce baskı yayımlandığından bu yana ağırlıklı olarak iki eleştiriyle karşılaştım. PKK’ya yakın olan kimi insanlar, çalışmanın PKK’dan ayrılmış bulunan kişilerle yaptığım görüşmelere dayanmasını eleştirdiler.

Bu kişilere güvenilemeyeceğini söylüyorlardı. Bu doğru değil. Kitabımda, PKK’nın içinde ki insanların, eğer konuşma imkânı bulsalardı bugün ne söyleyeceklerini gösterdim... Ama bu imkâna sahip değiller. Sürekli hareket halindeler. Türk askerleriyle savaşıyorlar. Savaşın harareti içinde, PKK’daki tarihleri üzerine düşünecek ne zamanları ne de böylesi bir ilgileri var. Üstelik her şeyin öte sinde, PKK içindeki, yüksek sesle dillendirilmeyen kurallar la bağlılar: Öcalan’ı eleştirmek, ölümle cezalandırılabilecek bir saldırı addediliyor. İkinci eleştiri de hikâyenin, Öcalan’ın yakalanışının ardın dan gelen PKK faaliyetlerini ayrıntılı biçimde ele almaması. Bunu özellikle tercih ettim. PKK, eylemleri, stratejileri ve yaklaşımı 1983-95 yılları arasında biçimlenmiş olan bir örgüt. PKK’yı anlamak için, örgütün nasıl işlediğini, takipçilerini nasıl yönlendirdiğini kavramak gerekiyor. Bunu, hem PKK’nın 1980’ler ve 1990’lar boyunca sürdürdüğü silahlı mücadelesini hem de Türkiye’de Kürt siyaseti ve Kürtlerin ulusal söylemleri üzerinde denetim kurma çabasını ayrıntılarıyla inceleyerek 10yaptım. Bu unsurlar anlaşıldıktan sonra, geriye kalan olaylar ancak tamamlayıcı sayılabilir. PKK değişmedi. Peki, PKK değişebilir mi? Kolay değil. Nihai olarak bu, Türkiye devletinin yıllardır süren çatışmayı sonlandırmak üzere ilk adımı atmasıyla söz konusu olabilir.

Aliza Marcus, Washington DC,

11 Ocak 2009 

Giriş

1978 yılının soğuk bir sonbahar gecesi, üniversiteden ayrılmış küçük bir grup genç ve arkadaşları, bağımsız bir Kürt devleti için yürütecekleri savaşı planlamak üzere, Türkiye’nin güney doğusunda, loş bir odada bir araya geldi. Devrimci heyecanlarıyla güvenlerinden güç alan bu genç erkekler ve kadınlar, amaçlarının önünde herhangi bir ciddi engel görmüyorlardı. Kimsenin düşüncesi de onları ilgilendirmiyordu. Türkiye ordusunda yüz binlerce deneyimli asker görev yapıyordu. Türk hükümeti bir NATO üyesi olarak, ABD’nin yakın bir müttefikiydi ve ordusu kısa bir süre önce Kuzey Kıbrıs’a yaptığı çıkarmayla gücünü kanıtlamıştı. Radikal grupların izini sürenler nezdinde yeni kurulan Kürdistan İşçi Partisi (PKK), macera arayışında bir grup ya da eşkıyadan başka bir şey değildi. Birkaç yıl içinde bu öngörülerin yanlışlığı ortaya çıkacaktı; zira PKK hızla güçlenip Türkiye’deki Kürt ulusal hareketini radikalleştirdi.

Silahlı erkeklerle kadınlardan oluşan küçük grup, çok sıkı örgütlenmiş, yaklaşık 15.000 kişilik bir gerilla gücüne dönüştü. Bunun yanı sıra, Türkiye’de 50.000’den çok sivil militan ile Avrupa’da on binlerce aktif destekçi kazandı. Türkiye’deki savaş, geride yaklaşık 40.000 ölü bırakıp her iki tarafta da insan hakları ihlallerine yol açacak ve her biri PKK’yı kendi amaçları doğrultusunda kullanmayı amaçlayan İran, Irak ve Suriye’yi de içine çekecekti. Türkiye’nin 1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan’ı yakalaması ve hemen ardından Öcalan’ın ayrılıkçı savaşı askıya alma kararı, Türkiye için büyük bir zafer olarak nitelenmiş ti. Başlangıçtaki bu coşkulu hava, isyan grubunun çökmüş olduğuna inanmayı kolaylaştırıyordu. Ne var ki, savaşın sonu ne PKK’nın sonu ne de Türkiye’deki Kürt sorununun sonu anlamına geliyordu.

On yıldan fazla bir zamandır Türkiyeli Kürtlerin başlıca politik örgütlenmesi olan PKK, denetim erkini ve etkisini sürdürdü. Türkiye, yeni barış koşullarına rağmen, Kürtlerin taleplerini dinlemeye yanaşmayarak Kürt sorununu canlı tuttu. 2004 yılında PKK, güçlerini yeniden bir araya getirdi ve tek yanlı ateşkese son verme çağrısında bulundu. 2006 yılına gelindiğinde, çatışmalar ve her iki taraftan ölenlerin sayısı yeniden yükselişe geçmişti. Asilerin savaşa dönmek için birçok nedeni vardı: Bu, Ankara’nın politik eylemsizliğine bir yanıttı; PKK’nın ayakta ve denetim altında kalmaya devam ettiğini göstermenin bir yoluydu ve son olarak, dikkate alınması gereken bir Irak unsuru vardı. 2003 yılında ABD öncülüğün de Irak’a girilmesinin ardından, Iraklı Kürtler ilk kez kendilerini yönetme şansını elde ettiler. Irak’ın geri kalanı iç savaşa sürüklenirken, ülkenin 26 milyonluk nüfusunun yaklaşık beş milyonunu oluşturan Iraklı Kürtler, kuzeydeki göreli homojen bölgelerine çekildiler. Irak’taki müttefiklerine cephe almak istemeyen ABD’nin gönülsüzce de olsa onayıyla, Kürtler özerklik talebinde bulundu ve 2005 sonlarında yürürlüğe giren yeni Irak Anayasası ile bunun hukuksal zeminini elde etti.

Onaylanan sıfatıyla Irak Kürdistanı’nın kendi parlamentosu, bayrağı, ordusu ve petrol kaynaklarıyla ilgili yatırımlarını düzenlemek üzere kendi yasaları var. Bu haliyle, Türkiye’deki Kürtlerin çoğu gibi Irak’taki Kürtlerin de uzun süredir hayalini kurdukları bağımsız devleti ziyadesiyle andırıyor. Bir zamanlar bölgedeki hâkim Kürt grubu olarak görülen PKK, birdenbire geri plana düşme korkusuna kapıldı. 18Bölgedeki ülkelerin –ve ABD’nin– üzerinde uzlaştığı belki de tek şey, bağımsız Kürdistan’ın iyi bir fikir olmadığı fikri. Kurulacak bir Irak Kürt devleti Irak’ı parçalayabilir; ülkenin geri kalanı ve zengin petrol rezervleri üzerinde kontrol elde edebilmek için öteki etnik ve dinsel grupları şiddetli bir savaşa itebilir. Irak’la sınır komşusu olan Türkiye, İran ve Suriye’nin ise başka kaygıları var: Her birinin sınırları içinde ulusalcı Kürt hareketleri mevcut ve bunlardan bazıları silahlı. Kuzey Irak’ta ortaya çıkacak bir Kürt devleti, başka yerlerdeki Kürt eylemcileri de yüreklendirir. Henüz resmî olarak bağımsızlığını kazanmasa da Irak Kürt “mini-devleti”nin yankıları, bütün bölgede dalga dalga yayılıyor; en çok da, 70 milyonluk nüfusunun yaklaşık % 20’sini oluşturan 15 milyonluk Kürt nüfusa sahip Türkiye’de.

PKK destekçileri yeniden Öcalan posterleriyle sokaklara çıkıyor; Türkiye-Irak sınırındaki dağlarda bulunan PKK kamplarına gidiyor. Bu kez savaş, daha da kanlı olabilir. Yeni bir kentli militan kanat olan Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK), batıdaki şehirleri ve turizm beldelerini hedefliyor. Düzenledikleri saldırılar 1990’lardakinden daha sık ve daha profesyonel. İlk kez, ülkenin kentleşmiş batılı merkezlerinde Kürtlerle Türkler arasında gerçek bir sivil şiddet tehlikesi var. Kürt azınlığın uzun süredir ayrımcılığa uğradığı ya da bas kıya maruz kaldığı öteki ülkelerde de durum giderek gerginleşiyor.

Kürtlerin, 18 milyonluk nüfusun % 10’unu oluşturduğu Suriye’de, güvenlik güçleri ve Suriye Araplarıyla Kürtler arasında şiddetli çatışmalar başladı. Suriyeli Kürtler bir zamanlar PKK’ya bağlılıklarını bildirmişti; fakat bu bağlılık, Öcalan ülkeden çıkarılıp grubun eylemleri tamamen yasaklandığında son buldu. Şimdi, etkin temsilden yoksun, demokratik değişimden çok da umutlu olmayan Suriye Kürtleri, seslerini yükseltmeye başladılar.

Kendi devletlerini istemiyor olabilirler –en azından şimdilik–, ama siyasal ve etnik temelli haklarını istiyorlar. Bunlar, Arap milliyetçisi otoriter Suriye devletinin temellerini tehdit eden talepler. Durum, 68 milyonluk nüfusun yaklaşık % 7’sini Kürtlerin 19oluşturduğu İran’da da çok farklı değil. İran’daki Kürt hareke ti Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından yükselişe geçti; Kürtler, Irak’ta kendileriyle aynı etnisiteden olan topluluğun politik kazanımlarından yana kalabalık gösteriler yaptılar. PKK, kısmen 1990’larda İran’ı arkasına alabilmek için, İran Kürtlerini göz ardı etmişti; ne var ki Tahran, Öcalan yakalandığında desteğini kesti. Şimdi PKK, etkin olarak İran Kürtlerinin desteğini kazanmaya çalışıyor. İslami rejimden, siyasal özgürlüklerle ilgili taleplerine yıllardır cevap alamayan İran lı Kürtlerin de bu sese kulak verdiği söylenebilir. İran Kürtlerinin PKK’yla bağlantılı PJAK’ı (Kürdistan Özgür Hayat Parti si) Kuzey Irak’taki Kandil dağlarında PKK’nın yanında konuş lanmış durumda. PJAK’ın silahlı güçleri, İran askerî kuvvetlerinin etkili bir düşmanı haline geldi. Askerî birlikler, 2006 yılı ortalarında, isyancıları dışarı sürmek için dağdaki menzille re kısa süreli silahlı baskınlar ve bombardımanlar düzenleme ye başladı. ABD’nin Irak’ı istikrara kavuşturma ve bölgeye demokrasi getirme mücadelesi uluslararası topluluğun dikkatini buraya çekiyor. Kürtler dünyanın en kalabalık devletsiz halkı ve yaklaşık yarısı Türkiye’de yaşıyor; dolayısıyla buradaki mücadele bölgedeki daha geniş Kürt sorununun çok önemli bir bileşeni haline geliyor. PKK’yı ve Türkiye’deki Kürtlerin taleplerini anlamak, dünyanın bu sorunlu coğrafyasında ABD’nin istikrarlı politikalar oluşturmada karşılaştığı güçlükleri anlamak için de temel önemde.

Irak’taki kriz ve buradaki potansiyel Kürt ayrılıkçı hedefleri, bölgedeki 28 milyon kadar Kürt’ün, onları yöneten hükümetler ve bölgedeki gelişmeleri etkilemeye çalışı lan Batılı güçler için, daha uzun bir süre istikrarsızlık kaynağı olacağını gösteriyor.

* * *

PKK’nın merkezi olan Şırnak’taki ücra dağlık bölgeye ilk kez gittiğim 1989 yılında, Türkiye’deki Kürt meselesi hemen hemen hiçbir gazeteci tarafından ele alınmamıştı. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in Halepçe’deki Kürt topluluğu zehirlemesinin ardından yalnızca bir yıl geçmişti, fakat bu olay bile sınırın beri tarafında yaşanan acı savaş hakkında çok fazla ilgi uyandırmamıştı. Başlıca neden, Batı’nın ancak, Halepçe’de olduğu gibi aynı anda binlerce Kürt’ün ölmesi halinde olaya ilgi göstermesiydi. Kürt meselesi, yaşadıkları bölge gibi yalıtılmıştı sanki: Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırlarının kesişme alanında, zorlu bir toprak parçası. Öte yandan, Kürtleri de anlamak kolay değildi. Hudutlar, farklı diyalektler, aşiret bağları ve kan davalarıyla bölünmüş bu nüfusun kalkıştığı ayaklanmaları, merkezî otoriteye başkaldıran silahlı eşkıyanın entrikaları olarak görüp bertaraf etmek kolaydı.

Çukurlarla dolu tozlu topraklı bir yolu takip ederek, taş ve çamurdan yapılmış evlerden ibaret köye gittiğimizi anımsı yorum; burada, PKK militanı kızın mezarının küçük bir taşla işaretlendiğini gördüm. İsmi Zahide’ydi ve Türk ordusuyla girişilen bir çatışmada ölmüştü. Köydekilerin anlattığına göre, askerler onu köy dışındaki belirsiz bir yere gömmeye kalktıklarında, buldozerler toprağı delememişti. Üç kez denemişler ve üç kez başarısız olmuşlardı. Halk bunu, Allah’ın kızı –ve PKK’nın mücadelesini– koruyup gözettiğinin bir işareti olarak yorumluyordu. Askerler sonunda kızın cesedini gömülme si için ailesine teslim etmişti. Küçük mezarı, zamanla, özellik le kadınların koca bulmak ve çocuk sahibi olmak için dua et meye geldikleri bir adak yerine dönüşmüştü. Bu hikâyeyi dinledikten sonra, kendi mensuplarına karşı zalimane tutumuna, Kürt sivillere karşı düzenlediği kanlı saldırılara rağmen, Türkiye’deki Kürtlerin çoğunluğunun yanı sıra Avrupa’daki birçok Kürt’ün de bağlılığını kazanmayı başarmış PKK hakkında daha derinlemesine bilgi edinmeye karar verdim. Sonraki yedi yıl boyunca, Güneydoğu’nun ve Kuzey Irak’ın dört bir yanını dolaşıp hikâyeler dinledim; kimi zaman serbest, daha sonraları Reuters haber ajansının muhabiri olarak çalıştım. 1995’te, Reuters’in İstanbul muhabiri olarak çalıştığım ikinci yılımda, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi bana karşı bir dava açtı. Irka dayalı nefreti “tahrik etmek”le suçlanıyordum ve nedeni, Türk askerlerinin, militanların yardım almasını engellemek üzere Kürt sivilleri köylerini terk etmeye nasıl zorladığını anlatan bir makalemdi.

Makale Türkiye’deki bir Kürt gazetesi tarafından kullanılmıştı; gazete, Türkiye’deki diğer birçok gazete gibi Reuters haber ajansına aboneydi. Böylece hakkımda dava açılması mümkün olmuştu. Hiç kimse maka lede anlatılanların gerçek dışı olduğunu öne sürmedi; söyle nen, yayınlanmasaydı daha iyi olacağıydı. Beraat ettim, fakat Türk yetkililer artık Türkiye’de çalışmamam için baskı yaptılar. Reuters kısa süre içinde beni Lefkoşa’daki (Güney Kıbrıs) Ortadoğu/Afrika masasına gönderdi. Türkiye’ye defalarca geri geldim: Kimi zaman çalışmak, kimi zaman da arkadaşlarımı görmek için; fakat yetkililerle sorun yaşamak istemediğim için, Güneydoğu’daki Kürt meselesi hakkında haber yap maktan kaçındım. Bu kitabı yazma fikri, Öcalan’ın yakalanmasının ardından geldi.

 Öcalan’ın yeni, uysal duruşu ve militanlara yaptığı silah sızlanma çağrısı PKK militanlarını hayal kırıklığına uğratmış ve gruptan kopmalar başlamıştı. Cesareti kırılan ve geçmişleriyle yüzleşmeye başlayan tanınmış militanlar, şimdi konuş maya yanaşıyorlardı. İlk kez, Türk ordusunun açıklamaları ya da gözaltındaki PKK militanlarının ifadeleri dışında, doğrudan doğruya hareketin içinde yer alanlardan ayrıntılı bilgi almak mümkün olmuştu.

PKK konusuna dönmeye çekinsem de ayrıntılara ulaşma şansını elden kaçıramazdım. Söz konusu olan, hakkında birçok makale yazdığım bir örgüttü, ama bu makalelerin neredeyse tamamı sivil destekçilerden ve Türk muhaliflerden edinilen bilgilere dayanıyordu. Umuyorum bu kitap Türkiye’deki Kürt savaşının ve bölge deki Kürt çatışmasının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulu nur. Ve bu arada, Zahide isimli 16 yaşında bir kızın, ailesini ve arkadaşlarını bırakıp, muhtemelen bir iki yıl içinde öleceğini bildiği bir savaşa katılmasına yol açanın ne olduğunu da açıklamaya yardım eder.

Washington, DC, Aralık 2006


Kitaptan bazı bölümler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder