Hemen her yazımda, eşitlik masalları ile avutulduğumuzu
söylemiştim.
Eşitlik sadece denkler arasında söz konusu olabilir
demiştim.
Nitekim denklik anlamında kesinlik yoktur.
Tahminidir.
O nedenle eşit olduğu kesinleşmeyen durumlarda denklik söz
konusudur.
Örneğin Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ailelerin eşit olup
olmadığını gerçekte bilemeyiz.
Sadece topluma sunulan bilgilere göre yaklaşık bir biriyle
boy ölçüşebilecek güçte olduklarını anlayabildiğimiz için onlar bir birleriyle
denktir ifadesini kullanabiliriz.
Kısaca, yaratılışın gereği olarak da eşitlik söz konusu
değildir.
Hak kullanımı açısından eşitlik söz konusudur ki bu da açık
bir aldatmaca, hiledir.
Örneğin, Demirel, Yılmaz, Erbakan, Türkeş, Çiller gibi
kişilerin servetlerini nereden yaptığı, geçmişlerinde ticari faaliyetleri
olmayanların birden ve sebepsiz zenginleşmelerinin üzerine kimse gidemediği
gibi, hukuk da üzerine gidememiştir.
77 yıldır ülkeyi yönetenlerin durumu budur.
Eşitlik ilkesi gereği hak kullanımında olduğu gibi,
soruşturulma, yargılanmada da eşitlik ilkesi olmasına rağmen örneğin, 17-25 Aralık yolsuzlukları karşı bir operasyonla
örtülmüş, daha kötüsü halka karşı yapılan operasyonlarda hukukun üstünlüğünü
savunur görünenler, sıra kendilerine gelince hukukun üstünlüğünün sadece
kendilerine veya imtiyazlı bir zümre için var olabileceğini ilan etmişlerdir.
İmtiyazlı, muktedir durumda olanları soruşturanlar alenen
meslekten men edilerek, yurt dışına kaçmaya zorlanarak, bunun suç olduğunu
öğrenmişlerdir.
Şimdiyse imtiyazlı sınıf, imtiyazlarını genişleterek daha
farklı güç elde etmenin peşindeler.
Var olan anayasal sistemi, silahlı ve silahsız olarak
yıkmayı hedeflediklerini açıkça ilan ederlerken, silahlı kısmının TSK olduğunu
bize yine imtiyazlı sınıfı koruyan mahkemeler öğretmiştir.
Zira Org. Başbuğ'u, "Silahlı çete kurmakla suçlayan"
mahkemelerimiz olmuştur.
Bunun anlamı ise, Anayasayı değiştirmek isteyenlerin
karşısında duranların halk değil, "Silahlı Kuvvetler" olduğu, açıkça dünyaya
ilan edilmesidir.
Nihayetinde dönemin yargısı, darbeye yardım ve yataklık etme, işgale
peşkeş çekme görevini tamamladıktan sonra, her devrimin ilk önce kendi
çocuklarını yemesi gibi, yapılan İslamofaşist devrim de önce kendi çocuklarını
yiyerek, bu sürecin başladığını ilan etmiştir.
Peki bu süreçte kimler vardır, kimler iş birlikçi
olmuşlardır?
Bunları diğer yazılarımda yaklaşık 10 yıldır yazmaktayım.
10 yıldır içte ve dışta kimlerin İslamofaşist darbe
destekçileri olduğunu uzun uzun anlattım.
Hangi akademisyenlerin, hangi devletlerin, hangi siyasi
parti ve siyasetçilerin.
Bu gün kahraman ilan ettiğimiz bir çok siyasetçi, aslında o
dönemin iş birlikçisi olmuştur.
Ancak İsmet Paşa'nın dediği defalarca doğrulanır gibi,
"Dünyanın
en unutkan varlığı kamuoyudur" sözü açıkça tescillenmiştir.
Arkasından methiyeler döşediklerimizin açık kimliklerini
yazık ki halk bilmemektedir ve halkın bilinmesi de istenmemektedir.
Aynı günde cenazesi kaldırılan iki isim aslında kaderin bir
cilvesi olarak bir çok gerçeğin su yüzüne çıkmasına, halkın körelen gözlerinin
açılmasına neden olacaktı.
Fakat başarılı zihin operasyonuyla bu engellenmiş, üzeri
örtülmüş oldu.
Örneğin Sabancı ailesinin finansmanını yaptığı
Üniversitelerindeki akademisyenlere bir bakın.
Soros gibi turuncu devrimlerin finansörü, babası geliyor,
üniversitede halkın, öğrencilerin, siyasilerin ve dahi devletin gözü önünde, medyanın
"mega speculator" olarak tanıttığı George Soros, 20 Haziran 1999'da,
Sabancıların konuğu olarak, İstanbul'da 2 gün geçiriyor.
İshak Alaton, TÜSİAD'ı bölmek için orada kalıyorum.
G. Sabancı'nın eşliğinde, zamanın TÜSİAD başkanı E. Yücaoğlu
ve eski başkan H. Komili ile yat gezisine çıkan Soros ile yakın görüşenlerden
İ. Alaton, eşinin KEDV1 adlı örgütüne parasal destek aradığı dönemde geldiği
gibi yeterli görmemiş olsa gerek, 4 Mart 2002'de yeniden aynı yere yani
Sabancıların Üniversitesine geliyor ve bir konuşma yapıyor.
Devlete karşı, millete karşı alenen yaptığı konuşmada, "Türkiye’nin stratejik konumu nedeniyle en iyi
ihracat ürünü ordusudur" diyor, kimse ses çıkartamıyordu.
Başka ifadeyle, Mehmetçiğin kanını pazarlamayı teklif
ediyor, şehitler üzerinden siyaset yapmanın yolunu işaret ediyordu.
1999 yılında iktidarda AKP yoktu, diyelim ki AKP'nin buna
vereceği karşılık da olamazdı.
16 Temmuz 2002'de koalisyon hükümeti 3 Kasım'da erken seçim
kararı alırken, aynı gün Paul Wolfowitz olası Irak Operasyonu'nda Türkiye'nin
desteğini sağlamak için temaslarda bulunarak, Ecevit, Kıvrıkoğlu ve Şükrü Sina
Gürel ile görüşmüştü, sonradan anlaşılmıştı ki Erdoğan seçimlerden bir gün
sonra yani, 4 Kasım 2002'de Savunma Bakan Vekili Paul Wolfowitz'e bağlılık
mesajı yollarken, aynı zamanda dönemin Genelkurmay'ını nasıl düzelteceğinin de
mesajlarını veriyordu.
Bu bilgileri, 24 Ocak 2004 tarihinde saat 11.30’da Doğu
Perinçek'in Ankara İP Genel Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında mektubu
okumasıyla anlamıştık.
Perinçek'in okuduğu mektup aynen şöyleydi.
Dr. Paul Wolfowitz
Savunma Bakan Vekili/Pentagon
Washington DC, 20301/Ford
4 Kasım 2002
Değerli Dr. Wolfowitz,
Ülkelerimiz arasındaki tarihsel ortaklık ve dostluğun gelecekte de sürmesi ümidimi paylaşmak için, bu mesajımı ortak dostlar aracılığıyla doğrudan size ulaştırmak isterim.
Seçim sonuçlarının bizim genelkurmay saflarında biraz rahatsızlık yaratmış olabileceğinden, resmî konumunuz gereği, hiç kuşkusuz haberdarsınızdır. Bilmenizi isterim ki, onların Türkiye'nin müreffeh, seküler (Laik/çağdaş) ve birinci dünya topluluğunun güvenilir bir üyesi olması ümitlerini partim ve ben de paylaşıyoruz. Ve geçmişte hiç olmadığı kadar birleşmiş olan ülkemizin çıkarları için en iyisi olacak şekilde birlikte çalışabileceğimiz kanaatindeyim.
Bu amaçla, Org. Özkök ile mümkün olduğu kadar kısa sürede mahrem, özel bir toplantı yapabilmeyi ümit ediyorum. Özel cep numaram şudur: 0533 7…
Bu yardım ve ülkeme geçmişte gösterdiğiniz dostluk için çok teşekkürler.
Sizinle kişisel olarak görüşmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.
Samimiyetle ...,
Recep Tayyip Erdoğan
Genel Başkan
Artık 2002'de iktidarda AKP hakimiyeti başlamıştı.
3 Kasım 2002 seçimlerinde halkın kullandığı oyların %
46,33'ü meclise yansımamışken, % 34,3 ile 363 milletvekilliği ve %
vekillerin 66'sı ile tek parti olmak
üzere iktidar olan partinin genel başkanı kimdi?
Madem bu günlerde millete kafa tutanlara hesap
sormaktaydınız, o dönemdeki hükümetlere bunların hesabını neden sormadınız?
Soramazsınız.
Çünkü Wolfowitz
nezdinde ABD'ye verdiğiniz taahhütleri yerine getirmektesiniz.
Nitekim
efendilerinizin emirleri doğrultusunda, kiralık savcı
ve hakimlerle TSK'ni bitirip, Müslüman TSK
yarattınız.
Buna destekse aslında parti olarak sizin de değil, her
fırsatta ülkenin, ülke yönetiminin sahipleri olduğunu, her daim gözlerimizin
önüne seren imtiyazlı zenginler sınıfınındır.
Bu bağlamda anlaşılmaktadır ki, Yeni Osmanlıcılık
akımlarının öncüsü de sizler değil, imtiyazlı zenginler sınıfıdır.
Bu sınıf kendini değişik isimler altında göstermektedir.
Tabutuna, Osmanlı Sancağı olduğu iddia edilen bir örtüye
sarılarak defnedilen Mustafa Koç ile durum ayyuka çıkmıştır.
Eski yazılarımda bunlardan bazılarına değinmiş, örnekler vermiştim.
İlave kısa açıklama olarak buraya ekleyeyim.
.../...
Göktürklere ait birçok sikkede Ay'ın bu hali sembol olarak
görülmektedir.
Milattan sonra 1064 yılında çok önemli bir olay oldu. Selçuk
Türklerinin ikinci sultanı Alparslan, Ermenileri tam anlamıyla bir felakete
sürükleyerek başkentleri olan Ani'yi almıştı. Bu şehirde camiye çevirdiği bir
katedralin tepesindeki Haçı indirten Alparslan, bunun yerine bir hilal
koydurtmuştur.
Türklerin ve dolayısıyla İslam'ın zaferi sayılan bu savaşın
sonunda, katedralin tepesine dikilen eski Türk sembolü olan hilal böylece İslam'ın
sembolü haline geldi. O güne kadar geçen sürede Müslümanların böyle bir sembolü
yoktu. Ne Muhammet Peygamber'in sancağı olan Ukab'ta, ne ilk halifeler devrinde
ne de Emeviler zamanında bu sembolü kullanmamışlar ve beklide bunun putperest
etkilerinden bilerek sakınmışlardı.
Sancak-ı Şerif (Ukab), Aişe'ye ait siyah yünlü bir kumaştan
yapılmıştır. (Hilal Putunun altında)
Atatürk zamanında mimaride kullanılan/kullanıldığı iddia
edilen kartal figürleri için de ne yazık ki faşizmi çağrıştırıyor yakıştırması
yapmaktadırlar.
Örnek olarak TCDD’nin amblemi tek başlı kartalı andırdığı
için bazıları faşizan sembol olarak çağrışım yaptığını iddia ederler.
Hatta ilginçtir ki, 03 Kasım 1890’da hizmete açılan sirkeci
garının mimarı A. Jasmund şöyle demekteydi.
İstanbul, batının bitip Doğu’nun başladığı yerdir.Yani Doğu
ile Batı’nın birleştiği noktadır.
Bu nedenle bina oryantalist bir üslupla hayata geçirilmeli,
bölgesel ve ulusal biçim kalıplarına yer verilmeli demekle aslında doğu/batı
anlamında olan çift yön vurgusunu da yapmakta olduğu gözlerden kaçmamaktadır.
Türkler açısından ise Müslümanlığı kabulünden önceki bazı
inançlarına kadar uzanır.
Hititliler den Bizans’a kadar kullanılan bu kartal
sembolünün Türkler için anlamı ne olabilir?
Hz. Muhammed’in dahi etkilendiği bu kartal figürü onun kara
sancağına dahi adını vermiştir.
Ukab olarak bildiğimiz sancak. Anlamı kartal demektir.
Bu açıklamalara Arapça sözlük El Mucid ve Osmanlıca sözlük
Kamus-ı Türkî’de ve diğer Osmanlıca sözlüklerde açıklaması böyle yapılmaktadır.
İlginçtir ki yine İslamcı yazarlar tarafından çift başlı
kartala vurgu yapılması da çok ilginç ve bir o kadar dikkat çekicidir.
İslamcı yazarların bazılarına göre çift başlı kartal
vurgulamasını yaptıkları ana bağlantı yine kesin olduğu belli olmayan birçok
uyduruk hadislerde örnek bulan, Muhammed’e Atıf edilen bir ya da birkaç hadisle
kaynaklıdır.
Şöyle ki; Rivayetlere dayalı olduğu için genelde rivayet kaynakları
için şu isimler sıkça görülmektedir. Bu isimler hakkında ayrı bir yazı ile
anlatım gerekir.
Osmanlı Sancağı dediğinizde durum o kadar karışık ki, neyin
Osmanlı sancağı olduğunu ancak işin uzmanı bilirkişiler ve yetkililerce
doğrulanmaya ihtiyacı olduğu açıktır.
Öncelikle Osmanlı Sancağı denince ne anladığımızı gözden
geçirelim.
Selçuklulardan bile eski olan sancak faslında o kadar derine
girersek çıkacağımız şüphelidir, o nedenle konu kırmızı hatta vişne çürüğü
renkli sancak olunca doğrudan Kanuni dönemiyle giriş yapabiliriz.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde Barbaros’un 1543 Fransa Seferi sırasında
Osmanlı kadırgaları grandi direklerine yine düz kırmızı sancak, diğer
direklerine ise beyaz, yeşil, sarı, kırmızı ve mavi renkte sancaklardan biri
veya birkaçı çekilmiştir. Bazen de Türk kadırgalarında kırmızı zemin üzerinde sarı
işlemeli sancakların kullanıldığı görülmektedir.
Yeşil ve kırmızı renklerin hâkim olduğu bayrak ve
sancaklarda, Osmanoğullarının hanedan rengi "AL" idi. Al renk,
doğrudan doğruya Osmanoğullarını işaret ederdi. Sultanlar yani padişah kızları
bile beyaz renkte değil al renkte gelinlik giyerlerdi.
İkinci meşrutiyetin ilanına kadar
orduda üzerinde ayetler yazılı ve hükümdarların ortası tuğralı armalarını
taşıyan sırma saçaklı çeşitli alay sancakları kullanıldı ve ondan sonrada bu
âdet devam etti.
Bu sancakların rengi
umumiyetle kırmızı idi.
Sultan Abdülaziz Han zamanından
başlayarak, padişahlara mahsus kırmızı renkli bayrakların ortasındaki
tuğraların beyaz renkte sekiz şualı bir güneş içinde alınması âdet oldu.
Sonradan bu bayrağın rengi vişne çürüğü olarak
değiştirildi ve saltanat sancağı kabul edilen bu bayrak, saltanatın
kaldırılmasına kadar devam etti.
Sultan İkinci Abdülhamit Han zamanında Cuma namazı münasebetiyle
yapılan selâmlık resminde hilâfete mahsus bir bayrak kullanılırdı. Bu, kırmızı atlas
zemin üzerine etrafı beyaz kılaptan (yaldız) ile işlenmiş dört köşe bir
çerçeve içinde; bir tarafında Fetih suresi, diğer tarafta ise güneş resmi bulunan sırma saçaklı
ve ucu hilalli bir sancaktı.
1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi
hükümeti tarafından saltanatın kaldırılarak, hilâfet makamı ihdas edilmesi
üzerine halifeye mahsus olarak, yeşil zemin ortasında sekiz şualı beyaz bir
güneş içindeki kırmızı zeminde beyaz ay yıldızı ihtiva eden bir sancak kabul
edildi ve saltanata mahsus bayrak kaldırıldı.
Daha geniş detayları ekteki pfd sunumlarında bulabilirsiniz.
Şimdi gelelim Koçların kullandığı sancağa.
Osmanlı Sancağı denen örtünün üzerinde ne yazdığından daha
çok neyle yazıldığı dikkat çekmektedir.
Üstte belirtildiği gibi vişne çürüğü örtüye altın yaldızlı
(klaptan) olarak işlenmesi dikkat çekmektedir.
Osmanlı'da sıbyan mektepleri olarak bilinen çocuk eğitim
kurumlarında (bir nevi ilkokul) Mushaf'a çıkmak denilen Kur'an okuma ve din
eğitimi verilirdi.
Sıbyan mekteplerine çocukların, 4. yaşının 4. ayının, 4.
günü başlatılması gelenek halini almış olsa dahi asıl 7 yaşlarında başlanırmış.
Bu mekteplere başlayanların aile servetlerine göre de
merasimleri yapılırmış, yine servetli aileler çocuklarına vişne çürüğü veya mor
kadife üzerine kılaptan işlemeli cüz kesesi yaptırıp, sağdan sola
çaprazlamasına omzun astırarak okula yollarlarmış.
Servet sahibi aileler diyorum, buradaki servet sahibi ve mor
veya vişne çürüğü renk önemlidir.
Mor demişken aklıma geldi, bir de Bülent Arınç'ın renginin
mor olduğunu sandığım dediği Mor Gariel var ki evlere şenlik o konuya hiç
girmeyeyim.
Nitekim bu rengi Kadir Topbaş'ın İstanbul'da otobüslere de
uyguladığı ancak bunu % 34.54'lük halk oyuyla mor veya erguvan rengi yaptıklarını
söylediklerini biliyoruz.
Oysa mor renk çok ilginç özellikler sergiliyor, anlamlar
içeriyordu.
O dönemde, bu konudan bir yazımda bahsederken şöyle
demiştim.
Piskoposlar, bu
rengi çok beğenmişlerdi.
Ortaçağ'ın başlarında
başpiskoposlar, kendi sınıflarına uygun olarak mor rengi seçmişlerdi, bu seçim
hâlâ önemini sürdürüyor. Bunda belki de, Roma imparatorlarının, Suriye'nin
antik kenti Tyrus'ta (Sur) üretilen mor ile (Tir moru) boyanmış togalar
giymelerinin de etkisi vardı. Katolik kilisesinde bir din
adamı, hiyerarşide ne kadar yükselirse, cüppesindeki
mor tonlar ve beneklerin sayısı da artıyordu. Piskoposlar
leylak rengi giyinirken, erguvan giysili kardinaller, ayrıca mor ametist taşı
olan bir yüzük takıyorlardı.
Yas rengi eflatun, Katolik inancına göre, büyük perhiz sırasında ve Noel'de, tövbe ve pişmanlığı simgeliyor. Doğru yola dönüş ve pişmanlığın rengi, daha sonra kadın hareketinin de simgesi haline geldi. Kadın hareketinin üyeleri, eylemlerine kilisenin de desteğini alabilmek için ayin günlerinde eflatun bir boyun bağı ya da papazların boyun atkılarından takıyorlardı. Kilisenin dışındaysa, bu kadın hareketinin üniforması eflatun askılı pantolondu.
Yas rengi eflatun, Katolik inancına göre, büyük perhiz sırasında ve Noel'de, tövbe ve pişmanlığı simgeliyor. Doğru yola dönüş ve pişmanlığın rengi, daha sonra kadın hareketinin de simgesi haline geldi. Kadın hareketinin üyeleri, eylemlerine kilisenin de desteğini alabilmek için ayin günlerinde eflatun bir boyun bağı ya da papazların boyun atkılarından takıyorlardı. Kilisenin dışındaysa, bu kadın hareketinin üniforması eflatun askılı pantolondu.
Tekrar gelelim Osmanlıya.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki belgede, Rumelihisarı
Şehitlik Dergahı'na ilişkin, "Bektaşî Tekkesinde şevketli efendimiz
hazretlerine mahsus odaya müceddeden yaptırılıp ferş olunan malzemeler
şunlardır: Lehkârî çit yastık, yün memlû minder, inci ve pul işlemeli şal kaplı
altı çift zümrüd habbeli siyah tilki nafesi kürk, siyah tilki nafesi kürkü,
pullu kılaptan kale bedeni, kılaptan kale bedeni, kılaptan bükme, tomar
çini..." ifadeleri yer alıyormuş.
Dikkat ederseniz orada da kılaptan bahsi mevcuttur.
Osmanlı 17 ve 19. yüzyılda Batılılaşmaya önem verince,
önceleri resmi kıyafet olan kürk önemini kaybetmiş, kürklü kıyafetler e rağbet
azalınca kürkçülük darbe yemiştir.
Kürk, II. Mahmut’un 1828’deki Kıyafet İnkılabı’na kadar
sıkça kullanılmış, Osmanlı Devleti’nin azametini, kudretini ve temsil eden bir
üstünlük olarak kullanılmıştır.
Nitekim, II. Mustafa’nın hükümdarlık döneminden başlayarak
sırasıyla 3. Mustafa, 1. Abdülhamit, 2. Mahmut ve son olarak 2. Abdülhamit
dönemlerinde yayınlanan emirname ve nizamnameler gereğince Hristiyan halkın
giyimleriyle, hizmetçi ve esnafın giyimlerine yapılan kısıtlamada, kadınların
“galata işi” diye adlandırılan sırma ve kılaptan işlemelerin kullanımları
yasaklanmıştır.
Dikkat ederseniz yasaklanan kılaptan, Mustafa Koç'un üzerine
konan örtüde güncelliğini korumaktadır.
Bunun bir kaç anlamı vardır, burada anlamlandırmaya gitmek
yerine bu bilgiler ışığında kılaptanla yazılan ifadelerin birleştirilmesi
lazımdır.
Durum o zaman netlik kazanacaktır.
Aynı gün Kamer Genç'in ölümüyle farklı bir şeyi daha
görmüştük.
Kamer Genç, beni Türk bayrağına sarın diyordu.
Üstelik Tuncelili olması ve Kürt kökenli olmasına rağmen.
Kamer Genç'in TBMM'de "Tunceli'nin adının Dersim olarak değiştirilmesi"
yönünde kanun teklifine imza attığını ve o teklifin paylaşıldığı TBMM
adresinden kaldırıldığını da biliyoruz.
Nihayetinde kendisi bu teklife imza attığından pişman
olduğunu da beyan etmiştir.
Sonuç olarak Koç'un tabutuna konulan örtü Osmanlı Sancağının
bir ifadesi olmuş ve Osmanlı'yı yıkan sancaktan eyalete geçiş sistemi, T. C' ni
de aynı akıbetin beklediğinin bir işareti olarak gördüğümü söylemeliyim.
Nitekim Koç ve Sabancı ailelerinin faaliyet alanlarında
derinlemesine baktığınızda sanki bir sancak veya adeta uç beyliği görünümü
ortaya çıktığı aşikardır.
Öncelikle Sancak, oradan da eyalete geçilmesi için
Cumhuriyet idaresinin bitirilmesi zorunluluktur.
Her fırsatta beyinlerimize nakşedilen, "milyonlarca insan
ekmek verenler" tabiriyle beyinlerimizde yer ettirilen bazı
zengin ve imtiyazlı sınıf, kendi eyaletlerini kurabilmek için AKP'yi
desteklemiş, ortaya çıkabilecek olumsuz bir hareketten etkilenmemek içinse akli
melekelerini kullanamayanları siyaset arenasına sürmüşlerdir.
Bu gün TBMM'de bulunan vekillerin akıl sağlığının yerine
olup olmadığı, ülke yönetecek yetenek ve bilgiye sahip olup olmadığı
araştırılırsa, çıkacak sonuç korkunç ve ürkütücü olacaktır.
O nedenle imtiyazlı sınıf Türkiye'de siyasete fiilen
girmemekte ancak seçtikleri kimseler tarafından ülkeyi perde arkasından
yönetmektedirler.
Rahmi Koç, bir konuşmasında "80 milyon nüfus ayak bağı oluyor" diyordu, peki kime ayak bağı olmaktadır hiç düşündünüz mü?
Yoksa halk kendi kendine mi ayak bağı olmaktadır?
Bunu anlamanız için daha evvel "Her 8 kişiden 7'si ölecek, efendisine hizmet etmeyen iktidardan gidecek" başlıklı yazıma bakmanızı öneririm.
Tayyip Erdoğan'a en ufak bir eleştiride, savcılar re'sen
devreye girmekte ve gerçeklerin ortaya çıkmasını bertaraf etmekteyken,
yıllardır kafamızı kurcalayan, "hiç bir ticari faaliyeti olmadığı halde,
nasıl zenginler sınıfına girdiğini anlamaya çalıştığımız" Tayyip Erdoğan
ve hanedanı hakkında, Rahmi Koç'un "1 milyar dolar var diyen Rahmi Koç'tur" dediğini
Yalçın Küçük'ün sözlerinden ve Koç ile Taha Akyol'un konuşmalarından
anlıyorduk.
Yalçın Küçük'ün ise, "Rahmi Koç'a gücün yetiyorsa"
ifadelerinden, Erdoğan'ın kimlere güç yetirdiği belli oluyordu.
Nitekim Erdoğan, "o sözü söyleyen Ergenekon'dan içerde yatıyor"
demesi de hem hukuku egemenliği altına aldığını, hem de Koç'a gücü yetseydi
onun da içerde olacağının anlaşıldığı bir kokuşmasıydı.
Böylece ülkedeki güçlerin kim olduğu, asıl ülke yönetenlerin
kim olduğu da açık edilmiş oluyordu.
O nedenle Mustafa Koç'un cenazesindeki o örtünün anlamı
büyük ve açık bir ilandır.
Kimse kendisini bu halktan üstün görememelidir, zira
görenlerin halleri tarih sayfalarında yazmaktadır.
Açıp okumak herkesin haddini, hududunu bilmesi için
yeterlidir.
Hiç ama hiç kimse bu halka açıkça meydan okuyamaz.
Adı, konumu, gücü ne olursa olsun, en büyük güç halkın
kendisidir.
Bunun ispatı için hiç kimse halkı sınamaya girmemelidir.
Benden söylemesi, çünkü tarih böyle söylüyor, ben değil.
Koç'un tabutundaki Sancağın sırrı var mıydı yok muydu
sanırım çözmeniz için kısa bir özet yapabilmişimdir.
28.01.2016
A. Dursun
Lâ ilâhe İllallâhu el-Melikü'l-hakku'l-mubîn Muhammedun
resûlullâh sadiku'l-va'di'l-emîn.
"Hak ve gerçek olan kainatın sahibi
Allah'tan başka ilah yoktur, güvenilir ve sözünde sadık Muhammed, onun
elçisidir."
Bezm-i Âlem Valide Sultan.pdf
Kamer Genç de hainlerin arasına katıldı.
Milletvekili Sabahat Akkiraz neyi savunuyor?
Kamer Genç de hainlerin arasına katıldı.
Yalçın Küçük’ten Koç hakkında tartışma yaratacak sözler.
YanıtlaSilhttps://www.youtube.com/watch?v=CmIrt-0mjH8
AYDIN DOĞAN VEHBİ KOÇ
https://archive.is/PFkil
Prof. Dr. Yalçın Küçük Mustafa Koç’un ölümünü ve gündemi değerlendirdi. http://archive.is/QJ1WV
Mustafa Koç'un adı bile bilinmeyen annesi albümde bile yok! http://archive.is/Y5j2t
Aydın Doğan Kelkit’te kimlerden olur? http://archive.is/psAoa
Aydın Demirören, Doğanoğulları Medya, Petrol, Bankacılık, Ne Ararsan Beyliğinin ağasıdır. http://archive.is/cWEfQ
Aydın Doğan, Vehbi Koç’un öz oğlu mudur? http://archive.is/MrYtU
Aydın Doğan, merhum işadamı Vehbi Koç'un oğlu olduğunu iddiası
http://archive.is/GKCHY
Aydın Doğan'ı kızdıran iddia.
https://archive.is/LmcrW