Nasıl bir ülke olduk, neden bu hallere düştük gel de anlat,
gel de çık işin içinden çıkabilirsen.
Sanki emekli müftü
değil de, IŞİD komutanı mübarek.
Emekli müftü Mustafa Polat adında biri, Cuma namazında
meydana çıkmış, "her alanda eğitimli ve güçlü olma" vurgusu yapıyor.
Yanlış söylemiyor, elbet ki her alanda güçlü olmalıyız bunda
sorun yok, zaten aksini söylemek bile akıllara zarar demektir.
İyi de, gücün eğitimden geçtiğini fark eden biri hemen
arkasından güç denen şeyin toplu katliamdan geçtiği anlamına gelen, "atom
bombası yapmalı" sözlerini nereye sığdıracağız?
"Eğitimi, üretimle taçlandırmalıyız" demiyor,
milyonlarca insanı bir anda yok edebilen, yüzlerce yıl ölüm kusan bir
teknolojiye sahip olmamız gerektiğini söylüyor.
Peki, insan formuna bürünmüş bu canlı türleri neden tüm
dünyada en güçlü olmanın peşindedir?
Güç nedir?
Üstelik Kur'an kaynaklı konuşan bu canlı formu, Kur'an'ın
alenen yasakladığı şeylere sahip olunmasını nasıl teşvik edebilir?
Bunlar nerede, hangi mağarada beslenip büyüyen yaratıklardır
ki, nasıl bir kılıkla insan suretinde gezinebilir?
Farkındaysanız, toplu katliamla can almaktan bahsediyor.
Oysa okuduğu Kur'an, bu canlı formlarının iman ettiğini
sandığınız kitap, 63/MUNÂFİKÛN-11"de, izâ câe eceluhâ(zamanı dolan canı),
len yûahhırallâhu(asla ertelemez) diyor.
Lakin bu yaratık kendisini Allah yerine koymaya kalkarak,
yaratılanı toplu katliama teşvik ediyor.
Mü'minler de hutbelerde bu yaratıkları sessizce dinliyor.
Diyanetin sesi bile çıkmıyor.
Bir zamanlar Okul Müdürü Mustafa Aydın, Geni bozuk olanlar yok edilsin demişti.
Belki de o müdürün söylediği çok doğruydu, biz yanlış anlamış olabiliriz..
Çünkü genleri bozuk olanlar yok edilseydi, bu tür yaşam formları
çıkıp milletin beyinlerine toplu katliam fetvaları veremezdi.
15 yıldır AKP, Vahhabi iş birliği ülkenin anasını bellemiş
durumdadır.
Buna rağmen vatandaşımız bunlara oy vermektedir, neden acaba?
Bu halk salak mıdır, kör müdür, ihanete destek mi
vermektedir?
Hayır, asla böyle bir şey yoktur, olan şey halkın inançlarını
bozmuş olmalarıdır.
Arınç'ın, "İlk Müslüman Cumhurbaşkanı" söyleminden
bu güne her şey gittikçe Müslümanlaştırıldı.
Halk, inançlarına yakın olduğunu düşündüklerine yani, %
99,9'u Müslüman dedikleri (aslında 1,9'dur) toplum, sadece ve sadece Müslüman
olduklarını sandıklarından ötürü bunlara oy verdi.
Daha evvel yazdığım gibi, 1972-74 yılları arasında Diyanet
eliyle yeni din yaratıldı.
Nur 31'de geçen بِخُمُرِهِنَّ /örtülerini
kelimesine parantez açarak (baş) ilavesi yaptılar.
Oysa İngilizceye çevirilerinde bile neck/boyun olarak
çevirenler, iş Türkçeye uyarlamaya gelince baş olarak verdiler.
Utanmaz, arlanmaz, ahlak yoksunu son dönem tevilcilerin
tamamı, bu değişime uyarak bastırdıkları Türkçe Kur'an'da, parantezi tamamen kaldırmaya
başladılar.
O günden sonra işi AKP'nin devralmasına kadar ilerleyen süreç
başlatılmış, Türk milletinin kadınlarına, kızlarına 110'a 110 cm ebatlarındaki
Yahudi zifaf çarşafını başlarına, İslam'ın emri diyerek örttürdüler.
Bunu modayı en iyi bilenlerden Barbaros Şansal'ın
açıklamasıyla herkes öğrenmiş ancak Müslümanların kadınları, kızları bir türlü
öğrenememişti.
Fahreddin er-Râzî sadece başörtüsü üzerine koca bir
ansiklopedi büyüklüğünde yazmış ve bunun başörtüsü olmadığını anlatmış olmasına
rağmen, yeni ılımlı ve uyumlu İslam yaratıcıları, bu ihanette yazık ki başarılı
olmuşlardır.
Türk halkının beyinlerine, hafızalarına yapılan alçakça
saldırı, açık tecavüz, işlevini tamamlamış sıra oğlanlarına, kızlarına
gelmişti.
Nihayetinde Diyanet denen, küffar DİN/AYET halini alan kurum,
çocuklara tecavüzü, babaların öz kızlarına şehvet duyabileceğini toplumda yer
ettirme görevini üstlenerek, yeni İslam'ın yeni fetvalarıyla toplumu ısıtmaya
başlamıştı.
Malumunuz İslamcıların en büyük takıyyesi, "yanlış
anlaşıldım, öyle demek istememiştim" söylemine sığınmaktır.
Önce ısıt, alıştır, sonra dayat.
Taktik bu ve başarılı bir taktik.
Nitekim başarısı öyle büyük oldu ki, toplumda herkes oğlan ve
kız çocuklarının camilerde uğradığı tecavüzlere taraf olmaya başlamış, daha
ötesi "Bir kere olması karalamak için gerekçe olamaz" diyen
başörtülü kadın bakanımız bile olmuştu.
Hepsinden acı olanıysa, Cumhurun başkanının çıkıp, "Vakit
Ensar Olma Vakti" deme cüretini sergiliyor olmasıydı.
Oysa Erdoğan, "Modern, dindar bir gençlikten söz ediyorum" dediği gençliğin dahi, içler acısı halini umursamadığı ortaya çıkıyordu.
Bazılarının bunlar için, "gizli ajanda" olarak adlandırdığı
kavramı sıkça tartışmıştık.
Ben ona, "beyinlerinin arkasındaki karanlık bölge"
diyorum.
Gizlemekle ortadan kaldırmayı başaramadıkları, lanetli
düşünceler.
"İnsanlar en sık, eksik olduğu noktaları konuşur"
der, psikiyatri bilimi.
Eskilerin de buna uygun bir deyimi vardır.
"Dervişin fikri neyse, zikri de o dur" der.
Hatip eğitimi alanlar bile, eğer beyinlerinin arkasında
karanlık bölgelere itilmiş düşünceler taşıyorlarsa, topluma karşı yaptıkları
konuşmalarda, heyecan, öfke gibi duygulara kapılıp, o duyguların etkisinde kaldıkları
anlarda, karanlık bölge devreye girer.
Nitekim medyada bunu, "gaf yaptı" şeklinde
haberleştirirler.
Aslında gaf falan değildir yapılan, yaşanan.
Alenen öfke, hüzün, sevinç gibi duyguların yoğunlaştığı
anlarda ortaya çıkan, karanlık bölgeye teslim olunması durumudur.
Nitekim Erdoğan bu duruma sıklıkla düştüğü için, bir açıklama
yapma gereği duymuştu.
14 Şubat 2008'de, il başkanlarına yaptığı konuşmada
"Kafaları bulandırmaktan başka bir dertleri yok. Öfkeli olduğumu
söylüyorlar öfke
de bir hitabet sanatıdır. Çünkü ben zulmü alkışlayamam zalimi de
asla sevemem. Kusura bakmasınlar. Yumuşak başlıysak uysal koyun değiliz, bunu
da bilmeleri lazım" diyordu.
Oysa aynı Erdoğan, her zaman olduğu gibi söylediklerini
yalanlayacaktı.
23 Ocak 2013 tarihinde, eski söylemini unutmuş ya da
yalanlamayı seçmiş olacak ki, bir anda ırkçılığın, öfkenin, asabiyetin şeytanda olacağını, aslında şeytanın tam kendisi olduğunu söyleyiverecekti.
Elbet dünya lideri diye topluma zorla sunulmaya çalışılan şahıslar,
beyinlerinin karanlık bölgelerine teslim olduklarında ortaya nelerin çıktığını
halk göremez duruma getirilmişti.
Defalarca söylediğim gibi, halkın köreltilmesinde,
başbakanlığa bağlı, psikolojik savaş merkezinin etkisi çok büyüktü.
Fakat mızrak öylesine çuvalı delmişti ki, her söylenen adeta
birileri tarafından yalanlanır duruma düşmüştü.
Davutoğlu, Bakan Sema Ramazanoğlu (Bostancı) bile,
beyinlerinin karanlıklarına teslim oldular.
Bakan Sema Ramazanoğlu, başındaki örtünün bile gizlemekte
yetersiz kaldığı karanlık bölgeyi öylesine dışa vurdu ki, Van’da yaptığı
konuşmada, "İhmal, istismar ve tacize uğrayan çocukların
cezalandırılması konusu da gündeme alacağımız konulardan bir tanesi"
diyebildi.
Bu gerçekten gaf mı, gaflet mi?
Velev ki, gaf olsun, öyleyse bunlar da mı gaf?
Bana sorarsanız açık bir gaflet, delâlet ve ihanet dolu sözler.
Çünkü, tacize uğrayan çocuklardan bazılarının, baskı sonunda
ifadelerini geri çektiğini medyadan öğreniyoruz.
Savcılık ve mahkemeler, bu konunun konuşulmasını,
düşüncelerin bile seslendirilmesini engellemek için karar alabildiler.
Oysa bu tür savcı ve yargıçların daha bir kaç gün evvel
mahkemede, paralel savcı, paralel yargıç diye tutuklandığını biliyoruz.
O dönemde o mahkeme ve savcılar da aynı şekilde yasaklama
kararı aldırmışlardı, ne oldu?
Şimdi suçlu sandalyesinde yargılanıyorlar.
Devran tersine dönmeye başladığında elbet bunlar da
yargılanacağı açıktır.
Kimse korkuya, şüpheye, bıkkınlığa, yılgınlığa kapılmasın.
Kesin kaynağı bilinmemesine rağmen, tüm dünya dillerinde
kullanılan, "gecenin en karanlık olduğu zaman, şafak sökmeden önceki andır"
sözü, unutmayın ki doğru bir sözdür. The darkest hour is just before the dawn.
Bu kara günleri de elbet atlatacağız, bu millet neler gördü
neler, unutmayın, gün doğmadan neler doğar, kara gün kararıp kalmaz.
Güneş ufuktan doğmak üzeredir, bu lanetli günlerden hepimiz
ibret alıp, aynı hataya tekrar düşmemek için çocuklarınızı Kur'an kurslarından,
camilerden, özellikle de Arapçadan uzak tutun.
Ta ki kurtuluşa erene kadar.
28.3.2016
A. Dursun


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder