Öncelikle kafama takılan bir açıklamayla başlayayım.
Malumunuz 4 Mayıs 2016'da, Davutoğlu'na bir darbe yapıldı,
Menderes'e darbe yapıldığında, halk sahip çıkmadı diye feryat edenler, nedense
aynı darbenin Bordo Bere takan Genelkurmay başkanı tarafından yapılmasına
sessiz kalmışlardır.
Bu da, İsmet Paşa'nın, "Sağcıların devlet anlayışı
yoktur" sözünün ne derece doğru olduğunu ortaya koyuyor.
Bordo Bere darbesine geleceğim, ancak öncelikle
Davutoğlu'nun konuşmasındaki bir söyleme takıldığımı ifade etmeliyim.
Aslında Ve'r-refîku kable't-tarîk ya da er-Refîku kable't-tarîk olarak söylenir ki, o da bu şekilde söylemeye çalışsa dahi, benim anlayışıma göre, örtülü mesaj olarak "Evvel Refîk bade'l-tarîk" diyor, Davutoğlu.
Herkes nasıl isterse öyle anlayabilir, yorumlayabilir elbet.
Herkes nasıl isterse öyle anlayabilir, yorumlayabilir elbet.
Yani öncelik arkadaşlıkta, sonrası yol, yolculukta anlamı
veriyor sanılmaktadır.
Oysa hiç alakası yoktur.
İfade çeviri olarak öyle anlaşılsa dahi, içinde barındırdığı
anlamlar açısından bence, farklılık içeriyor.
Edebiyatta kullanılmış olsaydı örneğin, Davutoğlu bir manzum
eser icra etmiş olsaydı, o vakit bunu düşünebilirdik.
Lakin, bir ülkenin başbakanına zorla görev bıraktırılıyor.
Hem de Anayasal suç işleyerek, hem de Cumhurbaşkanı (Başkomutan) ve Genelkurmay
başkanı ortaklığı ile suç işlenerek görev bıraktırılıyor, öyleyse burada edebiyat
da, şiir de, başka bir konu da gündem dışıdır.
Tarîk, Hadis Usulünde sıkça kullanılan ve "yol/tarikat, yöntem" anlamına gelen
bir deyimdir.
Fakat, orada ki yol anlamı, bildiğimiz asfalttan yol
olmadığı gibi, sandığımız yolculuk anlamındaki yol da değildir.
Hadis ilminde, ravinin (söylenti, uydurma, masal) Peygamber
ile alakasını, son irtibatını, bağlantısını kuran zincir olarak, o yolu anlatan
bir ifadedir.
Başka deyişle, ravilerin Peygamberden olduğuna ispat için
oluşturulan, son bağlantının yani yolun nasıl takip edildiğini anlatan bir
ifadedir.
Öyleyse bir
İslamcının Tarîk ifadesini kullandığında anlamamız gereken, çıktıkları yolu
değil, kendisine verilen mesajın son yolunu veya hangi yolu takip ederek geldiğini,
bir nevi gelen mesajın menşeini ortaya koymak için kullanılmış demektir.
Lakin burada bir garabet ortaya çıkmaktadır.
Davutoğlu'na ulaşan bir haber olduğu ve bu haberin hangi
yoldan kendisine ulaştığını anlatmış da olabilir ya da Erdoğan'a ulaşması
muhtemel bir haberin yolunu veya Erdoğan'a bu yolu açan destekçinin menşeini
(çıkış kaynağını) ifade etmiş olabilir.
Garabetin en ilginç kısmıysa, Refîk ifadesiyle beraber
kullanılmış olmasıdır.
Refîk, dost, koca, arkadaş anlamlarına gelir ve kadına Refîk
ismi konmaz, erkekliği ifade eder.
Refîka olursa bu kez dost, karı, eş anlamına gelir ve erkeğe
Refîka ismi konmaz, kadınlığı ifade eder.
Örneğin Refîk-i Âlâ dendiğinde, ulu dost anlamı almakla
beraber, bir erkek için söylendiği belli olmaktadır.
Bunu Refîk'a-i Âlâ derseniz, ulu dost anlamına gelmekle
beraber, bir kadından bahsettiği ortaya çıkar.
Durum böyle olunca, söyleyenin kim olduğu da önem kazanır.
Başta dediğim gibi, bir manzum eser veya başka bir mecrada
bu ifadeyi kullanıyorsanız onu ancak kullananın devam eden satırlarında ne için
kullandığını anlayabilirsiniz.
Bir bakıma bu, Osmanlı mezar taşlarına benzer.
Celi sülüs veya celi talîk gibi hat sanatıyla yazılır ki, bunu
bilseniz dahi ancak yazan okuyup, anlamlandırabilir, başkası anlamını tam
veremez.
Fakat iş siyasete dökülürse ve bir başbakan, sanki bir
ilan-ı aşk edercesine sözler sarf etmişse, bunun altında çok ama çok farklı
anlamlar yattığı ortadadır.
Cümle çok basit ama anlamı çok derin ve karmaşıktır.
O nedenle bu yazı, neredeyse 700 sayfalık bir kitap haline
bile dönüşebilir, ancak ben bir kaç sayfada bırakacağım.
Yine malumunuz, ülkemizde son aylarda, ensest ilişkiler,
çocuk tecavüzleri, eş cinsel ilişkiler, özellikle de Haziran 2010'da, Londra'daki
lüks bir otelde erkek uşağını öldürmekle suçlanan Prens Saud Abdulaziz Bin
Nasir Al Saud'a yöneltilen eşcinsel suçlamasını yalanlamak için, "erkeklerin birlikte
yatması Suudi kültüründe var" diyerek kendini savunmasıyla,
Arap dünyasında varlığı bilindiği halde, o zamana kadar pek dillendirilmeyen bu
gerçek, Suudi Prens sayesinde dünya
gündemine oturmuştu.
Nitekim bu olaydan esin alarak, 3 ay sonra Eylül 2010'da,
BBC kanalı bir belgesel yaparak, Afganistan'da yaşanan eş cinsel hayatı konu
edinen, "The sexually abused dancing boys of
Afghanistan" başlığında haber ve belgesel sunmuştu.
Mecliste, "laiklik kalksın" diyenlere bakacak
olursanız, Suudlardaki veya Afganistan'daki gibi bir şeriat sisteminin
gelmesinden yana olduklarını görürsünüz.
TBMM Başkanı'nın da, Arap geleneğine bağlılığını göz önüne
alırsak ve TBMM dahil, yargı, siyaset dünyası, iş ve sanat dünyasındaki eşcinsel
yaşamın, daha ötesi çok ünlülerin yurt dışında eşcinsel evlilikler yaptığını
ancak bunların kişisel tercih olduğundan ve yaşları 18'in üzerinde olduğu için
bizi ve kimseyi ilgilendirmediğinden, isimlerini de vermeyeceğim.
Daha ötesi, Türkiye Cumhuriyeti'nde, Askeri istihbarat
kayıtlarında "eşcinsel başbakanın olduğunu" da söylersem
durumun vahameti ortaya çıkacaktır, ve onun da ismini vermeyeceğim.
Bunlar suçlama değil, çünkü eşcinsellik ne bir suç ne
hastalık ne de yargılanacak bir durum değildir ve beni de başkalarını da
ilgilendirmez.
Lakin Arap aleminde en çok yaşandığı için ve ülkemizi
yönetenlerin de, Arap/İslam aleminde halifelik sevdası olduğu için, bunları sadece
bilgi olarak vermek istedim.
Şimdilik kaydıyla bu kişilerin isimleri bende kalsın ve bu
kısmı kapatıp asıl meseleye gelelim.
4 Mayıs Bordo Bere Darbesi.
2013 yılı 1 Temmuz'unda ele aldığım bir konuda, 30 Haziran
2013 tarihinde, Müslüman Kardeşler'in, İsrail'i düşman listesinden
çıkarttığını, bunun euronews haber kanalında geçtiğini söylemiştim.
Hemen ertesi 2 gün içinde yani 1 ve 2 Temmuz 2013
tarihinde, peş peşe olarak önce ABD sözcüsü, ardından AP sözcüsünün "Ilımlı İslam'ı
desteklemekten vazgeçtik" açıklaması yaptıklarını söylemiştim.
Ardından da, Erdoğan'la yollarını ayırdılar demiştim.
Pek kimsenin dikkatini çekmemişti, ancak şimdi o günleri
anımsamanın tam da zamanıdır.
Neden Ilımlı İslam'dan vazgeçtik açıklaması önemliydi?
Çünkü hem ABD hem de AB, Erdoğan'ın demokrasiye inanmış
olduğunu o güne kadar düşünüyorlardı.
Lakin hem İran ambargosunu, o dönemlerden itibaren delmeye
başlamışlar hem de ABD ve AB'nin ona verdiği eş başkan modelinden uzaklaşmaya
başladıklarından iyice emin olmuşlardı.
Ancak asla affetmeyecekleri ve derhal müdahale edecekleri
bir konu vardı, o da Türkiye'nin laiklikten özdün vermesiydi.
Erdoğan bunu çok iyi bildiği için, TBMM Başkanı'nın laiklik
çıkışına karşı durmak zorunda olduğunu biliyor ve zaman kazanmak için, konuyu
örtmüş görünmeyi seçiyordu.
Tıpkı Menderes, Özal gibi, ABD'nin kendilerine verdiği görevlerden vazgeçtikleri, Araplaşmaya doğru kaydıkları ve Laiklik ilkesinden
uzaklaşmaya başladıkları anda, darbeyle ya da suikastla işleri bitirilmişti.
Nitekim Erdoğan açısından bunun ilk sinyalleri verildiğinde,
Cüneyt Zapsu sifonun çekilmesini ertelemişti.
ABD, Eş başkan Erdoğan'ın onların rotasından çıkmaya
başladığını anladıklarında pişman olmuşlardı fakat o dönemde siyasi çalkantılar
nedeniyle fazlaca müdahale de edememişlerdi.
ABD'deki devlet geleneği, bizdeki gibi değildir.
Orada başkanlar seçilmez, atanır diyorum her fırsatta.
Nitekim oğul Buş (Bush) veya Obama fark etmeksizin, devlet
otoritesinden çıkamadıklar için, tekrar dengeyi sağladıkları anda, Orta Doğu ve
Türkiye üzerindeki emellerine hız vermeye başladılar.
Bu arada Erdoğan ve çevresi de boş durmuyor, küplerini
doldurmakla meşgul olma fırsatı yakalıyorlardı.
Lakin bu boşluk uzun sürmedi, bir yandan FTÖ, öte yandan PKK
iç dengelerde başrol oynamaya, Erdoğan'ı tehdit etmeye başladılar.
O dönemlerde, "ABD Erdoğan'ı tehdit etti" başlığında bir yazı paylaşmıştım, o günden beri
değişen bir şey olmadı ve çember giderek daraldı.
Bu arada, Erdoğan'ın faşist diktatörlüğünü engelleyebilmek
için, ABD tarafından TBMM'deki sandalye sayısı dengelenmiş, MHP ve Y-CHP dizayn
edilmişti.
O nedenle Erdoğan'ın İsamofaşist darbesine engel olunabiliyor
ve hem diktatörlüğünün önüne geçilebiliyor hem de ipleri ellerinde
tutabiliyorlardı.
Aslında ABD ve AB, Ilımlı İslam'dan vazgeçtiklerini ilan
ederlerken, Erdoğan'dan vazgeçtiklerini açıklamış, bunu neredeyse her fırsatta
deklere etmişlerdi.
2013 Nisan ayında Erdoğan, Gazze'ye gitme planı yapıyordu.
Amacını açıklarlarken, Gazze'de bulunan Hamas ve Batı Şeria'da
bulunan El Fetih'i bileştirmek denmişti.
O tarihlerde, Filistin Başbakanı Selam Feyyad istifasını
açıklamıştı.
Erdoğan'ın görünürdeki amacı bu gibi lanse ediliyordu ancak
gizli portföyünde geziyi, Orta Doğu'dan Hilafet onayı alma turuna dönüştürme
planları vardı.
ABD bunu fark ettiğinde, Dışişleri Bakanı John Kerry'i
İstanbul'a kulak çekmeye yolladı.
Lakin İstanbul'a geliş amacını, Suriye Halkının Dostları
Grubu'na katılma olarak açıkladılar.
Çünkü toplantı Dışişleri bakanları düzeyinde ayarlanmıştı.
Böylece kimse bu konuda bir şüpheye düşmeyecekti.
Lakin Erdoğan, tüm bu çabalara rağmen, Eş başkanlık
görevinin dışına çıkmaya başladığını gösterince, 2013 Temmuz'unda Ilımlı
İslam'dan vazgeçildiği açıklaması yapıldı.
Gaiptir, o açıklamanın hemen arkasından, Mısır'da Erdoğan'ın
kan kardeşim dediği Muhammed Mursi devrildi.
Mursi'nin devrilmesindeki en önemli ayrıntı, radikal İslam'ı
Mısır'ın her yerinde yaymak, Laikliği kaldırmak olarak görünüyordu.
Erdoğan'ı iktidara getirenler, kulağına Laiklikle oynamanın
ne sonuçlar getirdiğini fısıldamışlar ama Erdoğan'a, bir de bunun sonuçlarının
ne denli ciddi olacağını göstermiş oluyorlardı.
Nitekim tıpkı Erdoğan gibi Mursi'de, seçilmiş olduğunu
söylüyordu.
Hatta darbeden bir gün evvel 2 Temmuz gece vakitlerinde, "demokratik
seçimlerle cumhurbaşkanı seçildim, güç kaynağım budur"
diyecekti.
Lakin hem demokrasinin kendisine güç verdiğini
söyleyebilmekte, hem de demokrasiyi yok edip, Radikal İslam'ı getirmek için
çalışmakta olduğunu unutmuş ya da Erdoğan gibi, demokrasinin inilecek bir tren olduğu
Mursi'ye de aynı kaynaklar öğretmişlerdi.
Nihayetinde Mursi'nin devrilmesi, Erdoğan'ın yediği ilk
darbe oldu, elinde kala kala 4 parmak Rabia kalmıştı.
O günden sonra ABD, Erdoğan'la çalışmak istemediğini
açıklılıkla dile getirdi.
Nitekim, CIA ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın devreye
girmesiyle, Erdoğan'ın dizayn etme çalışmaları sekteye uğramış, Davutoğlu
başbakan olarak atanmak zorunda kalmıştı.
Mit Müsteşarı Hakan Fidan'ın, Erdoğan'ı neyle tehdit veya tahdit
ettiği ya da neyle ikna ettiği açıkçası tarihin ileriki dönemlerinde
açıklanacağı, sandırım bir sır olarak kalacak gibi.
Nitekim aynı sır, Erbakan ve Çiller arasındaki, başbakanlık
devrinde de var, o sır artık biliniyor lakin bunun sırrı neydi, onu
anlayamıyorum.
İşte o sırrın işaretleri, Davutoğlu'nun konuşmaları arasında
aslında deşifre edilmiş durumdadır.
Dikkatlice analiz ederseniz Davutoğlu, "Erdoğan'ın ailesi
benim ailemdir, onun çocukları benim çocuklarımdır" diye bir
ifade kullanıyor.
Bilal Erdoğan'ın İtalya'dan nasıl kaçtığını anımsarsak,
Zarrab'ın ifadelerini de üstüne eklersek, burada ne tür bir sırdan bahsettiği
açıktır.
Çünkü konuşmasında o kadar dili sürçüyor ki, bir ara 2.45'te
"pazarlık
esasına dayalı", diye ifade kullanıyor.
Hemen 2:49'da pazarlık
hesabına dayalı görüş...eee, talebi ...eee...diyor ve dili sürçmüş numarasına
yatıyor, doğrudan şahsını ortaya koyarak hesabı içinde olmadım
diyor.
Bir akademisyen için, mevki, makam hesabı (şahsı olarak)
içinde olmadım demek bu kadar zor mu?
Ama işin içinde bazı görüşmeler sonucu, taleplerde
bulunulmuşsa, elbet ki o heyecanla konuşmasında istem dışı olarak bunlar
dilinden kaçıverir.
Buradaki pazarlık sürçmesinden kasıt, CIA-MİT iş birliğiyle Erdoğan'dan
alınan başbakanlık olabilir mi bilmiyoruz.
Nihayetinde 3:31'de, "takip edilen yöntemi Refîk olma özelliğiyle bağdaştıramadım"
diyor.
Buradaki Refîk olma özelliğinden kasıt nedir?
Edebi anlamda Refîk midir,
anlamda Refîk midir, ebet kendisi bilir.
Kendisinin Hadis ilmine (!) uzak olmadığını düşünerek yorum
yapmayacağım, zira edebi anlamda kullandığını var sayarsak, dostlukla
bağdaşmayan nedir?
Malumunuz, 29 Nisan MKYK toplantısında, Davutoğlu'nun atama yetiksi
elinden alınmıştı.
Yani, bir başbakana açık ve net darbe yapılmıştı.
Düşünün ki, mahkeme kararıyla veya başka yollarla her hangi
bir genel başkanın, bu yetiksi alınmış olsa ne olur?
Örneğin MHP'de Bahçeli neden direniyor, neden dilediği
teşkilatı kapatıp, dilediğini görevden alıyor?
Demek ki, bu olay açık ve net olarak hükümete karşı yapılmış
bir darbedir.
Peki, şimdiye kadar Erdoğan neyin savcısıyım demiş, neden
bağırıyordu?
"Hükümete darbe yapmaya çalışıyorlar", demiyor muydu?
Öyleyse, hükümete darbe yapacaksın ama kimsenin gıkı çıkmayacak.
Halk nerede, "biz % 49'u Davutoğlu'na verdik" diye neden
sokağa çıkamıyor?
Peki, Davutoğlu seçmenlerine neden, "oylarınıza sahip
çıkın" diyemiyor?
Menderes'in yandaşlarının da onu yalnız bıraktığını bilen Davutoğlu,
seçmenine güvenemiyor, ayrıca Arap zihniyetli seçmen çoğunluğu ortaya
çıkarttıkları için, tarih boyunca o zihniyeti iyi bilerek ses çıkartamıyor.
Aksi durumda bunun basit bir Refîklikle açıklanamayacağını
hepimiz anlıyoruz.
İyi de, Erdoğan'a bu darbeyi yapma gücünü kim verdi, nereden
bu cesareti aldı, Davutoğlu neden korktu?
Erdoğan fiilen anayasayı ihlal etme, halk oylaması dahi
yapılmadan başkanlığını ilan etme gücünü nereden alıyor?
İşte can alıcı soru budur.
Zira Cumhuriyet tarihinde hiç görülmemiş, dünya
parlamentolarında da hiç yaşanmamış bir olayla karşı karşıya kalınıyor, tüm
yasalar askıya alınmış gibi davranılıyorsa, orada başka hiç bir şeyle
tanımlanamayan, alenen bir darbe yaşanıyor demektir.
Tüm bu yaşananlar Erdoğan'daki korku düzeyini artırmıştı,
çünkü anlamıştı ki ciddi olarak eş başkan görevini kendisine verenler,
kendisinden vazgeçmişlerdi.
Etrafında güvenebileceği kimsenin kalmadığını, yalnızlığa mahkum
kaldığını gördü.
Erdoğan'ın burada imdadına TSK girdi.
Özellikle de Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, önemli aktör
olarak ortaya çıktı.
Akar, ordu komutanlığı yapmadan Kara Kuvvetleri komutanı olan tek
kişidir, Evren'de, Ege Ordu Komutanlığından Genelkurmay başkanı olan tek
kişiydi.
Gariptir, Evren'in terfisinde, dolaylı olsa dahi Amerika,
Akar'ın terfiside doğrudan Erdoğan var.
.
Üstelik 24 saatlik kara kuvvetleri komutanlığından sonra da,
Genelkurmay başkanlığı.
Necdet Özel'in bir sözü aklıma geldi.
Biz de dalga geçmiştik.
Meğer Özel Paşa çok bilerek konuşmuş.
Erdoğan'ın en çok birlikte çalıştığı kişilerden biri de
Hulusi Akar, hatta öyle ki, Erdoğan'ın her ABD gezilerine eşlik eden, nerdeyse
Erdoğan'ın katıldığı tüm brifinglerde
Genelkurmay'ı temsilen yanında hep Akar bulunuyordu, biz de gayet normal
ilişkiler olarak bakıyorduk.
Oysa Akar'ın Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atanmasını
doğrudan doğruya Erdoğan sağlamıştı ve o zamanki şüphelerimizde şimdi ne kadar
haklı olduğumuz ortaya çıkıyor.
Demek ki Akar, diyet borcunu ödemesi için rol üstleniyordu.
Gelelim son günlere.
Tarih 3 Mayıs 2016, gazetelerde tüm medyada ani bir haber.
Ani diyorum, çünkü böyle bir program yokken, birden bire Erdoğan
Bordo Berelilerle beraber görünüyor.
İyi de ne var bunda?
Davutoğlu siyasi olarak Erdoğan'ın rakibiydi, bunu hemen her
fırsatta da beli etmişti.
Hatta öyle açıklamalar yapmıştı ki, Erdoğan ne dediyse
tersini söylemiş, daha ötesi Suriyeli mülteci konusunda AB ile anlaşma yapmış,
neredeyse suçu Erdoğan'a yükler gibi tavırlar içine girmişti.
Erdoğan'da, devlet yönetiminde sorun yok dercesine, evet
deyip durumu örtbas etmeye çalışmıştı.
Neyse, siyasi rakip olduklarını herkes biliyor.
Bu arada, AB, ABD ve diğer Avrupa ülkeleri, Davutoğlu ile
çalışmaktan memnunuz açıklamaları yapmaya başlamıştı.
Malumunuz AB ve ABD, PKK konusunda onların destekçisi olarak
çalışıyor, hem Doğu bölgelerimize elini kolunu sallayarak dolaşıyorlardı.
TSK, yaptığı operasyonlarda hükümete bağlı olması
gerekirken, doğrudan Erdoğan'dan talimat almaya başladı.
Yabancı istihbarat örgütleri de, Türkiye'deki faaliyetlerini,
bombalama olaylarını artırarak bir kaos ortamı yaratmaya başladığında, Erdoğan
daha evvel Avrupa'ya, Amerika'ya seslenir gibi konuşarak içeriye mesajlar
veriyordu.
Bunlar medya önünde cereyan etmesine rağmen, sanki öyle bir
şey yokmuş gibi sakin davranılmaya çalışılıyordu.
Nitekim Davutoğlu'nun, "Bomba patlamadan teröristi yakalayamayız"
söylemi, aslında Erdoğan'a karşı bir çıkıştı.
Çıkış olmasının ardında yatan gerçek şudur.
Bomba ve terör uzmanı polisler, FTÖ üyesi vs...gibi suçlarla
görevlerinden alınmış, emekliye sevk edilmiş, sürgün edilmiş veya tutuklanmış
olduklarından dolayı, bomba ve terörle muadelede uzaman ekip kalmamıştı.
Davutoğlu bu nedenle isyan ediyor, bunu farklı şekil ve
mecralarda dile getiriyordu.
Bu isyan aynı zamanda, FTÖ çetesinin de kendi kanallarındaki
seslendirdiği isyandı, ta ki kanalları yayından kalkana ya da frekansları
değişene kadar bu propagandaları yapıyordu.
Davutoğlu'nun da aynı sözleri sarf etmiş olması, Erdoğan
tarafından FTÖ çetesiyle iş birliği içinde olduğu izlenimine neden oldu.
Nitekim Davutoğlu, şeffaflık yasasıyla ilgili 14 Ocak 2015
tarihinde gazetecilere açıklama yapıyordu.
Açıklamasında şu ifadeler geçiyordu.
"Yasaklara karşı çok demokratik paketleri açıkladık. 12 Yıl
öncesi ile bugünü karşılaştırdığımızda sivil askeri ilişkilerin, insan hak ve
özgürlüklerinin ve daha bir çok şeyin ne ölçüde genişlediği gözler önündedir"
Yani 12 yıl öncesi dediği, 2003 yılıdır.
2003 yılında başbakan Erdoğan'dır.
Zira 58. hükümet istifa ederek, 59. Hükümetin kurulmasıyla
14 Mart 2003'te, Erdoğan başbakan oluyordu.
Bu ne anlama geliyor?
Konu, kamuda şeffaflık paketini yani yolsuzluklar falan.
17/25 Aralık neydi?
Erdoğan, ailesi ve yandaşlarının yolsuzluk iddiaları.
Peki, Davutoğlu'nun "Bomba patlamadan teröristi yakalayamayız"
söylemi, kimin söylemiyle uyuşuyordu?
FTÖ çetesiyle aynı değil mi?
Demek ki Davutoğlu, gizli bir FTÖ militanıydı, Erdoğan'ın
kafasında oluşan en büyük çelişki bu oldu.
AB ve ABD'nin Davutoğlu'ndan memnunuz açıklamaları ve
Davutoğlu'nun benzer çelişkili ifadeleri Erdoğan'da infial uyandırınca bileti
kesilmiş oldu.
Türkiye'nin bir istihbarat cenneti ve dış istihbaratın savaş
alanı olduğunu yıllardır yazıyorum.
TBMM Başkanı'nın Laiklik çıkışı yaptığı günlerde Erdoğan, Alman
ekolünden bahsediyordu.
28 Nisan 2016 tarihinde, yukarıda bahsettiğim Gazze
ziyaretine atıfla, Gazze konusunda da ciddi mesafe alındı şeklinde gönderme
yapıyor, Almanlarla birlikte bir santral kurmamızı önerdiler diyerek konuyu
Almanya'ya bağlıyordu.
Daha sonra da AP Başkanı Schulz’un, "Biz Erdoğan’la
anlaşmadık. Bizim muhatabımız Davutoğlu’dur, hükümettir" sözlerine
tepkisini göstererek, "Ben bu tür davranışları, adeta Alman ekolünün
Türkiye’ye bir operasyonu gibi görüyorum" şeklinde tespitte bulunuyordu.
Alman ekolü deyimindeki kasıt, Alman istihbaratının,
Türkiye'deki siyasi operasyonlarına bir göndermeydi.
Zira Alman istihbaratı, bazı siyasi parti liderleriyle sıkı
temaslar halindeydi.
Bunları daha evvelki yazılarımda detaylandırmıştım.
Buradan anlaşılıyor ki, ABD, AB ve bazı istihbarat örgütlerinin
Erdoğan'a karşı bir darbe girişimi içinde olduğu izlenimi Erdoğan'a kabul
ettirilmiş görünüyor.
Aslında bu da bir plan dahilinde yapıldığı açıktır.
Çünkü Davutoğlu'nun hiç bir tepki vermemesi, daha ötesi
gayet olağanmış gibi durumu karşılaması, Erdoğan'ın içine düştüğü çıkmaza nasıl
saplandığını, kurulan tuzağın içinde kimlerin olduğunu gösteriyordu.
Davutoğlu'nun, "Ben hiç bir makam, koltuk peşinde olmadım, olmayacağım"
açıklaması inandırıcı değildir.
Madem olmayacaktın, ne diye siyasete girdin, ne diye kukla
başbakan olmak için içinde MİT'in ve CIA'nın dahili olduğu oyuna katıldın?
Tüm bu şüpheler su yüzüne çıktığında, Yargıtay'ın "Ergenekon yoktur"
kararına, "kandırıldık"
açıklaması yapması ve ardından, "ortada hiçbir şey yoktu fikrine de katılmıyorum, zaten ortada
bir şeyler de olduğu için yaşandı tüm bu sıkıntılar" açıklamasını,
tahminen Askeri istihbaratın verdiği bazı bilgilere dayalı yapmış olması
muhtemeldir.
Velhasılı Hulusi Akar, Erdoğan'a diyet borcunu mu ödedi
yoksa Osmanlı Ordusuna dönüştürülen TSK ipleri elinde tuttuğunu mu göstermek
istedi, orasını zaman gösterecek fakat, görünen o ki, Hulusi Akar, Türkiye'nin
en seçkin operasyonel gücüyle ve Davutoğlu'nun istifa açıklamasala neredeyse saat
farkıyla peş peşe gelen görüntülerle, Davutoğlu'nu istifaya zorlamıştır.
Bu nedenle, yaşadığımız bu hükümet darbesi, bordo renkli
darbe olarak, benim açımdan tarihe geçmiştir.
Dünyadaki renkli devrimlere 4 Mart bordo darbesi de eklenmiş
oldu.
Diğer renkli devrimleri de kapsayan yazım için Demokrasi projesi ve GÜRCİSTAN işgali başlıklı yazımı tavsiye ederim.
06.5.2016
A. Dursun



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder