Bu yazı 24 Kasım 2010 tarihinde yayınlanmış olup Erdoğan-Özel görüşmesinin dikkat çekici unsurları açısından yeniden güncellenmiş halidir.
Başımıza geçirilmiş tasmanın adı Füze, kalkan kısmı ise bazen ABD'nin gizli bayrağı türban, bazen de Abdullah Öcalan oluyor.
Biraz uzunca oldu ancak okumanızı öneriyorum.
Biz türbanın nasıl bir örtü yapıldığını artık biliyoruz ancak Öcalan'ın nasıl kalkan yapıldığının da anlaşılmasını istedim.
Bu yazımda, Öcalan'ın tasmalı füzeye nasıl kalkan
yapıldığını anlatmağa çalışacağım.
Aslen Türkiye'nin ulusal füze sistemi projesi vardı. Maliyetinin o zamanlar 4 milyar dolarlarla anıldığı bir sistem.
Bu ihaleye AB, ABD hatta Çin ve Ruslardan tekliflerde gelmişti.
Örneğin, ABD'liler Patriot, Ruslar S-400, Çinliler FD 2000,
Fransız İtalyan ortaklığı Eurosam Samp-T tipi sistemlerle ihaleye teklifler
sunmuşlardı.
Çapı 50 ila 300 kilometrelik bir mesafeyi kapsıyor olsa dahi
adına "milli kalkan" (milli füze) denmesi çok gariptir. Zira adı
milli olmakla birlikte, sistemin hiçbir yerinde milli bir emek yoktur. Tamamı
dışardan alınacak teknolojiden oluşmaktadır.
Adını sıkça Füze Kalkanı olarak duyduğumuz projenin temeli, AK DARBE, FÜZE KALKANI, AFGANİSTAN (ABMT) başlıklı yazımda incelenmişti.
Aslen 1980’li yıllarda başlayan adına Yıldız Savaşları
denilen ABD projesi soğuk Savaş’ın nihayetiyle 2000 yılının ikinci yarılarında
ve özellikle 9/11 diye anılan kulelerin vurulmasıyla üst seviyeye gelen,
ABD’nin tehditleri karşılama gayretlerinin bu projeyi yeniden gündeme aldığını
o yazımda belirtmiştim.
Bu iddianın ispatı niteliğinde bir açıklamayı NATO'nun
Afganistan'daki yetkilisi Mark Sedwill BBC'ye verdiği demeçte şöyle dile
getiriyordu.
Taliban'ın karargâhı olarak bilinen Kandahar'da dahil olmak üzere, savaş yorgunu
Afganistan'ın büyük kentlerinde yaşayan çocukların, "Muhtemelen Londra,
New York ve Glasgow'dan daha güvenli bir ortamda yaşadığını" söyleyerek
gerçeklerin, gelecekte nasıl çarpıtılacağının adeta sinyallerini veriyordu.
Özetle, Türkiye'nin İran'ı hedef göstererek Füze Kalkanına
itiraz edecekmiş gibi yaparak kontrollü bir kriz yaratacağının sanki ispatı
niteliğindeki bu açıklamalar salt Mark Sedwill'in açıklamalarında değil, diğer
yetkililerin açıklamalarından da anlaşılmaktadır.
Bakalım başka örneklere...
Hillary Clinton Katar El Cezire televizyonunda, "Avrupa
için potansiyel füze saldırılarına, özellikle de nükleer saldırılara karşı bir
savunma önlemi olarak füze kalkanı yerleştirilmesi kararı alındığını, İran’dan
daha büyük bir füze tehdidi geldiğini, füze elde edebilecek diğer potansiyel
başıboş rejimlerin ve terörist ağların şu anda Avrupa-Rusya arasında olan
anlaşmazlıktan daha büyük bir tehdit oluşturduğunu" söylüyor.
Yine başka örnek,
ABD Savunma Bakanlığı Avrupa ve NATO sorumlu Jim Townsend’in
“ABD'nin İran'a karşı konuşlandırmak istediği füze kalkanı sisteminin
Türkiye'de kurulması gerektiği ve Türkiye'yi dahil ettikleri" açıklaması, NATO
Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen'in, "Avrupa mobil füze kalkanı
projesinin, bütün NATO üyelerini kapsaması gerekiyor, İran tehdidi açıktır, NATO
olarak buna karşı füze kalkanı sistemini kurmalıyız" açıklamaları...
NATO sözcüsü James Appathurai, Başbakan Erdoğan'ın
"Komuta bizde olmalı" sözüne karşılık; "Bu tür proje ve operasyonlar için yetkilendirmede
izlenecek yöntem bellidir. NATO'nun ortak karar alma yapısı vardır ve tek bir
ülkeye yetki devri yapılması söz konusu olamaz. NATO operasyonu söz konusuysa
butona NATO basar." demeçleri...
Tüm bunlar Türk halkından saklanmağa çalışılan kontrollü kriz manevralarından başka nedir?
Tıpkı kontrollü yaratılmış "wan minut" krizi gibi,
başka nedir, ne anlama gelir?
Şimdi gelelim Abdullah Öcalan ayağına.
AB söz verdi ama Türkiye, Avrupa Savunma Ajansı üyesi yapılmadı.
Tabii ki bunun göstermelik bahaneleri de vardı, örneğin
Türkiye'nin uzayda uydusu olan ülkeler arasına girerek Avrupa Savunma Ajansı
üyesi olması AKP’nin bilinen bazı engelleme operasyonları bu kısıtlamada etkili
olmuştu.
Yine Türkiye ile AB arasında güvenlik anlaşması da
imzalanmadığı halde, AB ve ABD'nin isteklerine pervasızca evet denmesi acaba
başka nasıl açıklanabilir ki?
Yukarda özetlemeğe çalıştığım konu kontrollü krizin,
Türk halkı üzerindeki etkisinin, "AKP'nin Müslüman
iddiasındaki bir İran'ı füze hedefleri dışında bırakmış izlenimi yaratma
çabası" olduğunu anlatmağa çalıştım.
Zaten AKP'nin böyle bir çabası yoktur.
Çünkü ABD'nin böyle bir niyeti yoktur.
Asıl olan Kürdistan petrollerinin hangi coğrafyayı kapsayacağıdır.
Yoksa İran, Müslüman, Komşu, Dost vs.…gibi Türk halkına
empoze edilen hiçbir olgu AKP'nin kaygısı olmamıştır.
Şimdi işin rengini değiştirelim ve konuyu Kürdistan, PKK ve
Öcalan penceresinden inceleyelim.
Yaratılan kontrollü krizlerin tamamı AB ve ABD çıkarlarına
uygun olarak hesaplanmış ve yaratılmıştır.
Türk halkı ve ABD'nin bize dayatarak seçtirdikleri, ne yazık ki uluslararası ilişkilerin bir satranç oyunu gibi en az 10-15 hamle ötesini görmeyi gerektirdiğini anlamıyor.
Halk bunu fazla anlamak zorunda değil elbet ki, ancak
yönetenlerin bu konuda nasıl bir eğitim aldığını araştırmak zorundadır.
Salt Müslüman olmak, ülke yönetmek için yeterli diyen Türk
halkı ne yazık ki inançlarıyla vurulduğunu çok yakında anlayacak ve bu anlayış
birçok şeyin değişimini de birlikte getirecektir.
ABD'nin dayattığı Kürdistan coğrafyasına bakarsak,
Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya çıkışlı doğalgaz ve petrol boru güzergahı olduğunu görmemek için kör olmak gerek.
Bu bölge birkaç yüz yıllık süreçte uluslararası şirketlerle
Türk şirketler (siz buna devletler olarak bakınız) egemenlik savaşlarının
yaşandığı bölge olarak karşımızda durmaktadır.
BTC ve Nabucco boru hatları ABD'nin Kürdistan projesinin içindedir.
PKK'nın varlığı petrol-doğalgaz boru hatlarının güvenliği
tehdit eder boyutlara gelmiştir.
Bu nedenle ABD acilen Kürt kartını kapatmak zorundadır.
EYALET YA DA BÖLGESEL KALKINMA AJANSLARI başlıklı yazımda, Petrol kurtarıcı olsaydı Araplar dünyanın hâkimi olurdu demiş, konuyu özetlemiştim.
Bölgede yaşanan güvenlik sorunları ABD'li şirketlere yine
ABD'nin Kürdistan'ın da petrol aramasını güçleştirmektedir.
İşte Baydemir'in yaptığı açıklamalarda adeta bunların
özetidir.
Tayyip Erdoğan'a hastir diyen bir adam, nasıl oluyor da bir
anda silahlı mücadele bitmiştir diyebiliyor?
Peki Öcalan buna neden karşı duruş sergiliyor?
Yoksa bizim anlamadığımız kontrollü bir kriz daha mı
yaşanıyor?
Şimdi bunu açacağım.
PKK'nın terörist eylemlere devam etmesi, BTC-Nabucco, AB ve ABD'yi başka çözümler üretmeye zorlamak için olabilir mi?
Peki gerçekten öyleyse, PKK kime çalışıyor?
PKK'nın içinde bir Türk derin devlet yapılanması var mı?
Baydemir bu yapılanmanın neresinde, Öcalan bu yapılanmanın
neresinde?
Öcalan'ın idam edilmeyişinin bu konularla bir bağlantısı var mı?
Türk siyaseti gerçekten de bu yapılanmaya varacak kadar
derinlik içinde olabilir mi?
Tüm bu soruların yanıtları çok uzun bir süreçte yanıt
bulacaktır.
Burada ne söylersek elbet ki hayalcilikten öteye gidemez.
Tarih gelecekte bunları yazacaktır.
Biz görsek de, görmesek de.
Biz irdelemeğe devam edelim.
AKP öncülüğünde yapılan demokratikleşme açılımı, sözde Kürt
sorunu tanımlama çabaları, siyasi çözümler üretme iddiaları, PKK'nın
silahsızlandırılma çabalarıyla birlikte PKK'nın tasfiyesi gündeme gelmişti.
Bu gündemden beri, PKK'nın içinde bazı garip gelişmeler baş
göstermeğe başladı.
Bildiğiniz gibi PKK, tıpkı Taliban gibi ABD tarafından
kurulmuş, emperyalizmin silahlı çeteliğini yapmaktan öteye gidememişti?
İyi de neler oluyor ki, PKK bölünme sürecine bir yaklaşıyor,
bir uzaklaşıyor?
Şimdi yaşanan sürece kısa bir özetlemeyle girelim.
2002’de başkan olarak atanan (mahkeme sürecini hatırlayınız)
George W. Bush ile beraber Türk- Amerikan siyaseti (aslında teslimiyeti), Irak
kapsamlı 1 Mart 2003 Tezkeresi sonunda yıpranmıştı.
Fakat Erdoğan’ın Washington ziyaretinde sorunun nasıl
aşıldığını yine HAZRETİ BUSH'UN OVAL OFİSTEKİ TOKADI başlıklı yazımda görüntülü
olarak sunmuştum.
Burada Kürdistan'ın kurulmasına onay veren bir Erdoğan,
nasıl oluyor da İran'ın komşu (- dindaşı) olması yanında Türkiye'ye kurulacak
füze kalkanı sistemine onay verebiliyor?
Başkan Clinton, 17 Ağustos 1999 depreminden sonra Türkiye'ye resmi ziyaret düzenlemişti.
Medya Türkiye'yi ziyaret eden 3. Amerikan başkanı ve TBMM’de ilk konuşma yapan Amerikan Başkanı sıfatlarının dışında fazlaca bir şey söylememişti.
Hatta bir bebeğin, burun sıkması olayını günlerce göz
yaşlarıyla izleyenler olmuştu.
Neyse, o dönemden az evvel, Öcalan Türkiye'ye teslim edilmiş
ve meşhur Karaoğlan "Neden teslim edildiğini anlamadım" anlamında
açıklamalar yapmıştı.
İşte Clinton'un 17 Ağustos 1999 depreminden sonra ziyareti (15- 19 Kasım 1999) sırasında Cumbabamız şöyle diyordu.
"Demokrasi, özgürlükler ve barışın insanlık onurunu
yücelten değerler olduğu inancını paylaştığımız, bu doğrultuda kader birliği
içinde olduğumuz ABD'nin değerli Başkanı Bill Clinton ile Bayan Rodham
Clinton'a (Türkiye`ye hoş geldiniz) diyor ve kendilerini, milletim adına en
içten duygularla selamlıyorum." diyordu.
Daha sonra aynı muhterem, Sinpaş Gayrimenkul’ ün 35. yılı
dolayısıyla düzenlediği "Sürdürülebilir Başarı İçin Liderlik" konulu
(Bosphorus Conference) kapsamında İstanbul'a geldiğinde medya yine Erkan bebek
olayını deşeliyor ancak konuyu dikkatli gözlerden kaçırmağa yetmiyordu.
Oysaki Başkan Clinton, Kasım 1999'da gelişinde Öcalan'ın
neden verildiğini, neden teslim edildiğini anlamayan Ecevit'e kapalı kapılar
ardında gerekçelerini söylüyordu.
Hatırlarsanız Kenya Dışişleri, Öcalan'ın ülkeden ayrılış tarihini 15 Şubat 1999, saat 19.30 olarak açıklamıştı.
Şimdi aradaki tarihlere dikkat ederek Öcalan'ın neden
Türkiye'ye teslim edildiğini, Başkan Clinton'un neden geldiğini acaba anladınız
mı?
Şimdi bir hatırlatma daha yapalım.
Öcalan'ın yakalanmasıyla birlikte, 1990'dan bugüne kadar tartışılan terör görüntüsü bir anda değişiyor artık siyasi irade gündeme geliyordu.
Bu iradenin yine Başkan Clinton'un ziyaretiyle doğrudan
ilgili olduğunu görmemek için başka gezegende yaşıyor olmak gerekirdi.
Sonraları AKP’nin açılım sürecindeki ciddiyetsizlik Abdullah
Öcalan'ın sürece dahil olmasına böylece neden olmuştur.
Artık Öcalan sürece dahil edilmiş hatta Öcalan hiç
çekinmeden "NATO’dan, Kürt sorununa müdahil olmasını" istemekte
sakınca görmemiş ve AKP'de bu sürece yine ağababalarının direktifleriyle ön
ayak olmuştur.
Gelinen süreç bize şunu anlatmaktadır.
Füze kalkanı, Öcalan'ın NATO’yu çağırması vs.…gibi
gelişmeler, Türkiye için bir varlık / yokluk sorunu haline gelen NATO’dan
çıkmasının tartışılır olduğu bir aşamaya getirmiştir.
Türkiye'nin NATO’dan çıkmayı düşünmesi aynı zamanda bir
satranç hamlesinin de ayaklarından birini oluşturmaktadır.
Ne yazık ki Türk siyaseti eskisi gibi olmaktan çıkmış,
teslimiyetçi bir hal almıştır.
Bu zihniyetle NATO, Türkiye için açık bir tehdit olmakta ve tehdidin hızlandırıcı süreci anlamına gelmektedir.
Yoksa NATO’dan çıkması gerekmediği halde, bu durum acilen NATO’yu
gözden geçirmesini zorunlu kılmaktadır.
Yukarda sözünü ettiğim milli füze sitemindeki girişimlerin
de önünü açması için, NATO üyeliğini gözden geçirmek zorundadır.
Örneğin,
NATO’nun Lizbon zirvesinde sadece füze kalkanı kurulması
kararı alınmadı, İttifak üyesi ülkelerin kendi ulusal füze savunma sistemlerini
NATO’nun sistemine entegre kararı alındı.
Yani Türkiye milli füze kararında, Lizbon zirvesinde alınan
kararlara ters düşemeyecek, ancak NATO sistemine entegre edebileceği füzeleri
satın alabilecek.
Başka ifadeyle Çin, Rusya gibi ülkelerden sistem alamayacak
anlamına gelmektedir.
Bunun anlamı da şudur.
Radarlardaki yüksek algılama gücü son derece önemlidir.
Çünkü, ABD ve İsrail’in güvenliği söz konusudur.
2007'nin son çeyreğinde Dışişleri bakanı olan Gül, füze
kalkanı projesi için Savunma bakanı Robert Gates ile görüşmeler yapmıştı.
Trabzon'da ABD'nin askeri bir üsle Karadeniz’in altından geçecek enerji hatlarının kontrolü, Rusya'ya rağmen Gürcistan'ı NATO’ya dahil etme isteği, Ukrayna'yla yakınlaşma çabaları gibi taleplerine Abdullah Gül sıcak baktıklarını açıklamıştı.
Tabii Rusya'nın buna tepkisi sert olmuştu.
Bu dışişleri bakanlığında ne varsa, söylediklerini yutmak
zorunluymuş gibi bir durum ortaya çıkartıyor.
Şimdiki dışişleri bakanı Davutoğlu, Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığında, 18 Haziran 2001'de Yeni Şafak gazetesine verdiği demeçte; " ABD Avrupa’ya gözdağı veriyor, kalıcı stratejileri ve konjonktürel taktik politikalarıyla ilgili olduğunu, Sovyetler Birliği'nin çökmesine neden olan iki unsurdan birinin ABD ile girdiği füze rekabetidir " diyor.
Devamla, "Washington'un şimdi de Avrupa'yı bu proje
ile dizginlemeye çalıştığını" iddia ediyor.
Aklıma birden 1995'de Abdullah Gül'ün konuşması geldi.
Neden bunlar sürekli takiye yapmak zorunda kalıyor?
PKK'ya terörist diyor, peşinden Öcalan’ı sürece dahil ediyor. Füze kalkanı Avrupa’yı dizginleme projesidir diyor, istediğimizi aldık masalları anlatıyor, AB bir Hristiyanlar kulübüdür diyor AB'ye tam üyelik ne pahasına olursa diyor.
Daha binlerce takiye.
Ama Türk halkı göremiyor.
Nedenlerini çok sefer anlattım.
ABD, Polonya ile dahi revize edilmiş bir füze kalkanı
projesinde anlaşıyorlarken, neden Türkiye'ye dayatılmış bir projede ısrar
ediyorlar?
İMKÂNSIZ HAMLE.
Bu dayatmaları açıklayabilmek için bir terimi örneklemek isterim.
Satrançta buna imkânsız hamle, "olmayan bir hamle" anlamında kullanılıyor.
Bir taşın kuralları dışındaki gidiş hareketi yapması aynı
zamanda şahı sürekli ve her hareketinizde mat durumuna düşürmek ya da tehlike
altına sokacak hareket yapmak olarak da algılanabiliyor.
Eğer konunuz satranç oyunu ve rakibiniz dürüst mücadeleden
zevk alan biriyse sizi uyarması gayet zevkli bir oyun oynamanıza neden olur.
Fakat uluslararası ilişkilerde rakip sizi uyarmaz.
Tam aksine sürekli tuzağa düşürür.
Hatta sizi 10-15 hamle sonra nereye çekeceğini, nerede mat edeceğini hesaplamıştır.
Hamleler satranç tahtası değil de uluslararası arenada ise,
süreçte öyle birkaç saatte tamamlanmaz. Bazen 50 yılda ancak anlayabilir siniz.
Siz eğer ki karşı devletin hamlelerini tahmin edemiyorsanız,
söylediklerinizi bir gün yüzünüze vurular ve uluslararası arenada yüzünüze
tükürürler.
Uluslararası ilişkiler, tanrıya sevk edilemeyecek kadar önemlidir.
Çünkü tanrı sadece sizin tanrınız değildir.
Üstelik tanrı asla aptallardan yana olmamıştır.
Bunları neden söylüyorum?
Hani Müslüman bir cumhurbaşkanı, Müslüman bir başbakan için
hamd olsun diyenler var ya, işte onların gözleri açılsın diye söylüyorum.
Ne diyor Sovyet satranç oyuncusu, yazar ve gazeteci Vasily Nikolayeviç Panov?
"Kaybeden her zaman hatalıdır."
Peki Panov'un bu sözünü neden hatırlattım dersiniz?
Yukarda verdiğim dışişleri bakanlarına örnekler beni buna
itti.
Şimdi aynı Abdullah Gül'e bakalım ne diyor?
"Türkiye'nin İran'dan kaynaklanacak ve İsrail'i hedef alacak bir saldırıda NATO'nun İsrail’i de koruyacak olmasına karşı çıktığı söylemleri var. Böyle bir önerinin zaten olmadığını, NATO’nun kalkanının NATO üyesi olmayan ülkeleri korumayacağını ve NATO üyesi olmayan bütün diğer ülkelerden kaynaklanacak saldırılara karşı sadece NATO’yu koruyacağını, İsrail ile İran arasındaki mesele NATO’nun meselesi değil, ama belki Amerika kendisi İsrail’le özel bir koruma anlaşması yapabilir veya böyle bir taahhütte bulunabilirdi, bu da NATO’yu ilgilendirmez" mealinde açıklamalar...
Şimdi bu sözlere kargalar dahi gülmez mi?
Yukardaki dış siyasi aktörlerin açıklamalarına yeniden
bakacak olursanız buna kargaların dahi güleceğini anlayacaksınız.
İran'ı tanımayanlara birkaç not ilave edeyim.
Nükleer faaliyetlerine 1950'li yıllarda, ABD, İngiltere,
Fransa, Batı Almanya'nın komünizm tehlikesine karşı İran nükleer güce sahip
olmalı şeklindeki görüşleriyle başladı.
Komünist tehlikeye karşı İran Şahına nükleer teknoloji önerilen ve desteklenen
İran,1958 yılında B.M Atom Enerjisi Kurumu üyeliğine girdi.
AMF firması 1967’de 5 megavatlık ilk hafif su araştırma
reaktörünü Tahran üniversitesinde kurdu.
Bu girişim batının İran'a nükleer teknoloji vermesine adeta
ön ayak olmuştu.
Ardından Buşehr, Darhuveyn, İsfahan ve Arak’ta inşa edilmesi
gündeme gelmişti.
Ne gariptir ki, ABD'nin dostuysan, korsanlığını onların adına yapıyorsan, fedailiğini yapıyorsan dış politikada sana kimse hayır demiyor.
Ta ki bir gün çıkarlarına ters düşene kadar.
Tıpkı İran'ı, Taliban’ı teşvik edenin de düşman ilan
edeninde, haydut devletler (rogue states) statüsüne alanında aynı ABD olduğu
çok garip değil mi?
Burada kafanıza takılan soru şu olmalı sanırım.
Şah döneminde ABD ve yandaşlarına satılan İran petrolleri
neden Humeyni döneminde millileştirildi diyebilir siniz?
Bunu Saddam'da yaptı. Lakin Saddam idam edildi. Peki Humeyni
neden idam edilmedi?
İşte sorunun bu boyutu çok derin ve kapsamlı.
Sadece şunu söylemeliyim ki, Humeyni'nin arkasındaki Fransa- İngiltere desteğini unutmayalım.
Neden özellikle Fransa dedim?
Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün raporlarına
bakacak olursanız, silahlanan ülkeler arasında Arap Emirlikleri ilk üç sırada
görünüyormuş.
Hatta Emirliğin silah alımlarında yüzde 9'unu ABD'den
yapıyor olmasına karşın yüzde 41'ini Fransa'dan aldığını hatırlatmak sanırım
yeterli olacaktır.
Bizim siyasetçiler içte de dışta da sadece iki hamle ötesini görebiliyor.
Diğer hamlelerin kendilerine vahy (vahi) edileceğini sanıyor
ya da halkı öyle kandırıyorlar.
Füze kalkanı projesinin mimarı diye bilinen Daniel Fata diyor ki;
"Proje uzun menzilli balistik füzeler için
geliştirildi. İran en yakın ve önemli bir tehdit olmakla birlikte İran dışında
da Çin, K. Kore ve Pakistan gibi yaklaşık 20 devlet veya diğer terörist gruplar
balistik füzeler üzerinde çalışıyor veya bu füzelere sahip. Bunlar önümüzdeki
10 yılda tehdit olarak görülüyor. Coğrafi olarak bazı değişimler geçirse de
proje büyük bir değişiklik geçirmedi."
Bunun anlamını yorumlamak isteyen var mı dersiniz?
Kalkan mimarı Fata, bunları neden söylüyor?
Fata ahmak biri olabilir mi, ya da tanrının sevgili kulu?
...yaklaşık 20 devlet veya diğer terörist gruplar balistik füzeler üzerinde çalışıyor veya bu füzelere sahip. Bunlar önümüzdeki 10 yılda tehdit olarak görülüyor...
Bu ifadeler okuyana hiçbir anlam ifade etmiyor olabilir mi?
Sıradan biri okusa dahi bir anlam ifade etmiştir.
Ne diyor yeniden bakalım.
...yaklaşık 20 devlet veya diğer terörist gruplar balistik
füzeler üzerinde çalışıyor veya bu füzelere sahip. Bunlar önümüzdeki 10 yılda
tehdit olarak görülüyor...
Şimdide yeni bir teknolojiye bakalım.
Kalkan projesinin en önemli ayağı Türkiye’ye yerleştirmek
istenen X-Band adı verilen radar sistemi.
Ortalama menzili 2 bin km olmasına rağmen mobil haldeyken bu
menzil 5 bin kilometreye kadar çıkabiliyormuş. ABD’deki testlerde uzmanlar, 4
bin 700 km. uzaklıktaki bir tenis topunu havaya atıldıktan sonra takip
edebildi. ABD Savunma Bakanlığı bu sistemlerden birini Kuzey Kore’nin
füzelerine karşı Alaska’ya yerleştirdi, bir diğeri ise Pasifik’te hareket
halinde. Ayrıca İsrail’e de bir tane yerleştirilmiş durumda.
Peki bu ABD için yeterli gelir mi?
Tabii ki hayır.
Ayrıntılı teknik özellikleri, yörünge bilgileri, maliyeti ve
hatta kim tarafından imal edildiği gizli tutulan yaklaşık 20 ton ağırlığında
bir uydu yolladılar.
Bunu Uzaydaki süper göz ve süper kulak NROL32 başlığında
vermiştik.
Temelinde Kuzey Kore ve Rusya’yı hedef alan proje, National Missile Defence Programme (ABD Milli Füze Savunma Program’ı) ndan başka bir şey değildir.
Yani Reagan'ın Strategic Defence Initiative-SDI (Stratejik
Savunma Girişimi-Star Wars)'ın uyarlanmasından başkaca bir anlam ifade etmez.
Dünyanın bildiği ismiyle Missile Defense Shield-MDS (Küresel
Füze Savunma Kalkanı) sadece Amerika'nın milli savunma projesinden başka bir
anlamı da yoktur.
Tüm bunların dışında ise sadece doğrudan Alaska'da 40, California'da 4, gemilerde yerleşik halde 130 füze savar konuşlanmış durumdadır.
Bunlara ilaveten Aegis Balistik Füze Savunma Sistemi, Havada
Konuşlandırılmış Lazerli Savunma, Terminal Yüksek irtifa Alanı Savunması,
Patroit Geliştirilmiş İleri kapasite (PAC-3) sistemi, Uzay izleme ve Gözlem
Sistemi, Uzay Konuşlu Yüksek Enfraruj Sistemi, Kinetik Enerji Önleyicisi
sistemleri de hazır durumdadır.
Türk hükümetinin iddia ettiği, zafermiş gibi algılattığı yanlışlar ise şöyledir.
İran’ın Zilzal, Fatih, Şahab-2 ve Şahab-3 füzeleri; Kuzey Kore'nin 6 bin 700 kilometre menzilli Taepodong 2 ile 2 bin 500 kilometre menzilli Taepodong 1,
1300 kilometre menzilli Nodong füzeleri, 500 kilometre
menzilli Scud füzeleri; Suriye'nin ise SCUD B ve C füzeleri; Çin'in ise HQ9
füzeleri, İsrail'in ise Arow füzeleri mevcut olmasına rağmen AKP hükümeti
bunlardan habersizmiş gibi aldatıcı açıklamalarına ısrarla devam etmektedir.
Görüldüğü üzere AKP hükümetinin söylemleri, kazanım diye
göstermeye çalıştığı hiçbir füze sistemi doğrudan ABD ve NATO ülkelerine
yönelik tehditler değildir.
Burada tehdit olan hala Rusya'dır.
Rusya'nın Kürdistan projesine desteği azalmaktadır.
Bu nedenle AKP hükümeti, ABD çıkarlarını korumak zorundayız diyemeyecektir.
Bunun yerine İran'ın adı zikredilmedi diyerek bir zafer
gösterisiyle kontrollü kriz yaratmış ve yine ABD'nin desteğiyle durumu kontrolü
altında tutmuştur.
Kaldı ki ABD'nin bir zamanlar Türkiye'ye kurmak istediği,
X-band radar ile Patriot PAC-3 füze sistemleri Japonya'nın kuzeyine kurulmuş,
Azerbaycan ve Gürcistan seçeneklerini de Rusya'nın kabul etmesi için bazı
tavizleri vermiş, gizli anlaşmaları yapmıştı.
Burada unutulmaması gereken nokta şudur.
Türkiye'deki gelişmelerin Türk halkından saklanan kısmı
nedir?
Yukarda bir kısmına değinmeye çalıştığım, Baydemir'in
silahsızlanma çağrısı, Öcalan'ın karşı duruş sergilemesi gibi konular tamamen
Türkiye'deki vatandaşların yaklaşan seçimlerde, gündemden habersiz kalması için
yapılan tezgahlardan bir adım öte değildir.
Yaklaşık 30 yıldır PKK'yı yaratanların, bazen NATO destekli görüntüde, bazen de
ABD destekli PKK mücadelesi yapılıyor görüntülerinin altında yatanları unutmamak gerekmektedir.
2007 Kasım ayının ilk günlerinde Erdoğan-Buş (Bush)
görüşmesiyle gündeme gelen PKK'nın tasfiyesinden bugüne gelinen noktaya bakmayı
asla unutmayalım.
O dönemlerdeki stratejik ortağımız iddiasında olanlar ve onlara dostluktan yana olanlar, ortak açıklamalarında ne diyorlardı?
Buş (Bush), James Jeffrey, Nancy Mc Eldowney, gibi isimler
PKK'nın bittiği anlamında açıklamalar yapmamış mıydı?
Ama unutulan bir nokta, her zaman olduğu gibi Türk halkına
da unutturulmuştu.
Atlantik Konseyi Nisan 2009'da Washington’da toplanmıştı.
"Kuşkusuz Açılım Bir ABD Projesidir" diyen sonrada "90'ların Büyük Kürdistan rüyası çoktan öldü ve Kürtler artık bağımsızlık istemiyor" diyen bir adamın katıldığı toplantıdan bir bölüm vereceğim.
2007 ve 2009 yıllarında yazdığı raporlarla bir yol haritası
hazırlayan American Atlantic Council araştırmacısı David Phillips'ten
bahsediyorum.
Atlantik Konseyi toplantısı rapor bölümünden...
-Terörizme karşı iş birliğini geliştirmek için ABD, Türkiye ve Irak’tan oluşan üçlü güvenlik konseyi kurulmalı, buna Kürdistan bölge yönetimi de dahil edilmelidir. Kürt yönetimin istihbarat ve ortak operasyonlara katılımı sağlanmalıdır.
-DTP, PKK’nin etkisinden kurtarılmalıdır.
-Kürdistan bölge yönetimiyle Türkiye’nin ilişkilerinin
gelişmesi ABD’nin Irak’taki çıkarlarına fayda getirecektir.
Burada birinci şıkka bakarsanız "Kürdistan bölge
yönetimi de dahil edilmelidir" diyor.
İşte zurnanın zart dediği yer burasıdır.
Bundan sonra yapılan tüm girişimlerde bu dahil edilme
üzerinden pazarlıkların yapıldığını göreceksiniz.
Şimdide yandaş basının söylemlerinden birine bakalım.
"Ankara sanıldığı gibi sadece komşu ülkelerin hassasiyetleri üzerinden değil, uzun vadeli milli çıkarlar üzerinden hareket ediyor. Ankara Lizbon’da AB’ye üyeliği müzakere edilen bir aday ülke değil, NATO’nun gelecek 10 yılında en fazla ihtiyaç duyacağı kilit ülke olduğunu hissettirdi.
NATO’nun yeni stratejik konseptinin Ankara’nın son 9 yılda Afganistan’da uyguladığı vizyonuyla bire bir örtüştüğünü görmeyen kaldı mı?"
İşte yandaş basından yaptığım bir alıntı aynen böyle diyor.
Oysaki işin aslında AKP hükümetinin dediği, Cumhurbaşkanı
Gül'ün söylediği gibi bir kazanım, bir zafer yoktur.
Tam aksine Kürdistan'ın kabulünden vaz geçilip
geçilmediğini, ABD yönetiminin kesinlikle anlama ihtiyacı vardır.
Çünkü, AKP'nin dediği gibi İran kapsam dışı tutulmamıştır.
Tam aksine, kabul edilen Kürdistan'ın, İran'a yakın olması
gerekçesiyle füze sistemlerinin de Kürdistan'a kurulması söz konusudur.
Türkiye Toprakları şimdilik Türkiye'nin elindedir.
Yakın bir gelecekte silahlı mücadele bitirilerek kurulacak
olan Kürdistan, füze kalkanının da içinde olacağı şekilde genişleyecek ve Türk
topraklarının, Füze kalkanı sitemiyle birlikte Kürdistan topraklarına katılımı
sağlamış olacaktır.
Lockheed Martin ve Raytheon gibi şirketlerin bu projenin
destekçilerinden olmasının arkasında yatan sır ise, o şirketlerin Yahudi
sermayesiyle destekleniyor olmasıdır.
Kürdistan kurulmasının diğer ayağında var olan, Büyük İsrail
projesine geçişin bir kapısı olarak gören, Yahudi sermayesinin desteklemesi de
bundandır.
Öyleyse savaş bitirilmeli, Baydemir'in dediği gibi silahlı
mücadele dönemi de kapatılmalıdır.
Ama Öcalan silahlı mücadelenin bitmesinin henüz hazır
olmadığını söylüyor.
Acaba Öcalan silah şirketleriyle bir temasta mı, ya da
Öcalan'ın bildiği algıladığı ancak Türk siyasetinin bilmediği, algılamadığı
başka gelişmeler mi var?
Öyle ya,
Füze kalkanı projesini desteklemek ne anlama geliyor?
Kabul edilen bir Kürdistan'ı, füze kalkanı projesiyle kime peşkeşliyor olabilirler?
Hem Kürdistan projesini kabul ederek bir ihanete imza
atacaksın, hem de Füze kalkanını Kürdistan'a konuşlandırılmasına rıza
göstereceksin.
Yoksa AKP, PKK'nın bitirilmesini istemiyor mu?
Belki AKP, Kürt açılımı ve PKK konusunda pazarlık için elini
güçlendirmenin bir yolu, bir kozu olarak mı füze kalkanıyla beraber sahnede
yerini alıyor?
AKP hükümetinin elinde hala hazır bir tezkere mevcuttur.
Bu tezkere acaba ABD'nin dayatmalarında koz olarak kullanıldı mı?
Baydemir bu konuda bir bildiği mi var ki, alel acele silahlı
mücadele bitirilmeli diyor?
Acaba AKP Amerikan yönetimine, "Elimde tezkere var,
yapacağım bir harekât petrol boru hatlarına zarar verebilir" şeklinde bir
tehditte bulunma cesareti sergileyebilmiş olabilir mi?
Sonuç her ne olursa olsun, Öcalan ve Baydemir arasında
yaşanan gerginlik bir de bu açıdan değerlendirilmeye muhtaçtır.
Uluslararası ilişkiler hocalarının, konuyu nasıl
yorumlayacağını açıkçası bende merak ediyorum.
Öyle TV'lerde çıkan bazı abuk-sabuk yorumlar değil elbet ki.
Adam gibi yorumlayan hocaların konuya bu açıdan
yaklaşımlarını beklerim.
Türkiye'nin boynuna geçirilmiş tasma gibi duran Füzeye epey zamanlar evvelinde kalkan yapılan türban artık gerçekleri örtemez oldu.
Hatırlarsanız birkaç hafta evvelinde Erdoğan ve şürekası
yine türbanı gündeme getirmişlerdi.
Lakin bu tasma öyle bir yerden boğazımıza asıldı ki ne
türban örtebildi ne başka bir şey.
Son örtü acaba Öcalan olabilir mi?
Türbanın örtemediği gerçekleri artık Öcalan'a mı örttürmeyi
deniyorlar, bunu da yakın zamanda göreceğiz.
Saygı ile...
24 Kasım 2010
Ahmet Dursun
FÜZE KALKANI Nedir? Ne değildir? (ANALİZ)
ABD-NATO Füze Kalkanı ve Arka Planı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder